"öyle seviş ki; önce tanrı utansın."
"evet, her erkeği şair yapacak bir kadın vardır, bir yerinde dünyanın"
"seni gözlerimde uyuturdum, adın beş harfli olsaydı"
"kızıl saçlarında düşkünlüğüm, ve biz yalnızca bire bölünebiliriz"
"bir şafakta geçti hüznüyle kuşlar / ardından hala kanat sesleri gelir / bir de göğsüne yaslı başıma / vurur yüreğinin teklemesi aşktan"
"seni imkansızlığın kadar çok sevdim / yalın ayak, dört duvar hala hasretteyim"
"kim ölçebilir ki iki yürek arasındaki mesafeyi / ne tutar zor zamanlarda sevdanın yerini / tanrı bilir mi aşk nedir"
"gün gelecek, herkes susacak, yalnızca türküler söyleyecek öfkemizi ve sevdamızı"
"bir seri katildir gece / dolaşır sinsi ve ödlek / vurur birer birer / alevli sevdaları / henüz hasrete durmuş"
"bu gece sol göğsümün altında / soğuk bir sokak karanlığında / mülteci çocuklar uyuyor / bağışla / mekanını onlara açacağım icazetsiz"
"bana denizi gönder / çıplak ve utangaç / esrik akşamlar / doyursun şehvetimi / çırpınayım kıyısında / biteyim / bitmeden ömrüm"
5 Kasım 2014 Çarşamba
27 Ekim 2014 Pazartesi
terk edilmeye, şiire ve romana dair taslak düşünceler
TERK ETMEK
Bütün yaşamım boyunca her gözlemlediğim ve
deneyimlediğim örnek aynı apartmanın, aynı dairesinin kapısını çalıyor. Giden
yerini bulmuştur da gitmiştir. Değilse de en azından müstakbel ya da düşsel bir
sevgili adayı mutlaka vardır terk edilişlerde. Kendine bile bunu söyleyebilme
cesareti olmayanın, tutup da... YAKINDA BİTERSE...
ŞİİRDEN ANLAMAYAN KADIN KUŞAĞI
Günümüz genç
kadın kuşağı okumaya ve özellikle de şiire karşı bir reaksiyon duyuyor. Atatürk’ün
yıllarca yazıştığı, sevdiği kadına yazdığı mektuplardaki dili aklıma geldikçe
bu savrulma kendimi “dinazor” olarak duyumsamama yol açıyor. Bu kuşağa bir
dönem dünya edebiyatının ve özellikle romanının temel kurgusunda mektupların ve
mektuplardaki dilin ve içine döşeli, evet depresif yanları da var ama, şiirin
ne denli önem arz ettiğini anlatma gayesinde değilim. Bu gereksiz de bir çaba
olurdu. Görselliğin hakim olduğu bir dünyaya düşler ve duygulardan bahsetmek
yersiz de. Ama bu kadar büyük bir savrulma da canımı acıtıyor. Şiir diye bir
gerçek var. Tüm sevdaların ortak dili o. Yurt sevgisinden tanrı sevgisine
kadar. Ve kadına ve erkeğe duyulan aşka hep önsöz olmak gibi ulvi bir de
işlevi. Bunu göremeyen kadın gözü, bunu göremeyen kadın yüreği için üzülüyorum. (Muhtemel onlar da benim için...)
Çok
sevdiğiniz bir kadın için şiir yazmak, hadi yazamasanız da gözlerinin içine
bakarak bildiğiniz bir iki dizeyi fısıldamak ne kadar korkunç olabilir ki? Bu genç
kadınlara klişe, dozajı artırılmış derecede romantik, hatta komik gelen usul
bir önceki kuşakla yok mu oldu? Bitip gitti mi? Ben şiirden anlamıyorum, diyen
genç kadınların içinden hala “farklı” olanların çıkacabileceğini düşünemeyecek
miyiz? YAKINDA BİTERSE...
ROMAN ELEŞTİRİLERİ
Roman
okurunun işi, içinde bulunduğumuz dönemde daha da zor hale geldi. Okur yalnızca
ticari kaygıları da içermek üzere pek fazla saikle yazılmış romanla karşı
karşıya geliyor. Yayınlanıvermiş roman sürüsü içinden hangisini seçeceği konusunda
da herkesin kafası karışık. Böyle olunca / bu nedenle sanırım çağımız okuru da epeyce kolaycı. Araştırma
ve öğrenme olanaklarının arttığı bir teknoloji devrimi yaşanırken, okunabilecek
kitap seçiminde eskisinden çok daha az çaba harcanıyor. Kitap seçimi için de
tıpkı otel seçerken kullanılan yol ya da yöntemlere başvuruluyor. Kısa ve zihin
açıcı bir tümceyle meramımı ifade edeyim. Akademik ya da edebi roman eleştirisi
yerine kitap tanıtımları rehber seçilmiş durumda. O kadar öyle ki; roman
okumayı sevdiğim ve bilimsel eleştirileri önemsediğim halde, kitaplara dair
internet üzerinden ve kitap ekleri vasıtasıyla yapılan tanıtımlardan ben bile
çok fazla yararlandığımı gördüm. Dolayısıyla, son dönemde okumak için edindiğim
yeni romanların önemli bir bölümü ilk bir kaç sayfadan sonra kütüphaneme
yollanıyor. Bir daha da kapaklarını kaldırmıyorum. Bu nedenle roman eleştirisi üzerine başlangıç niteliğinde bir iki
tümce yazacağım. Bu yazının ayrıntılı hali için de çalışıyorum.
Okuyucu
öncelikle kitap tanıtımıyla, eleştirinin ayrı şeyler olduğunu bilmeli. Kitap
ekleri, edebiyat dergilerine de yansıyan kolaycılığı bir yana koymak gerekiyor.
Zira, tanıtmak, anlatmak ve bundan para kazanmak hedefi olan çok sayıda internet
sitesinde ve kitap eki ve edebiyat dergisinde... YAKINDA BİTERSE...
24 Ekim 2014 Cuma
DEMİRTAŞ’I ANLAMAK / OYUM HALA ONUNDUR
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Demirtaş’a oy verdim. Şimdilerde Kürtçü
sözcüklere sığındığında kızıyor muyum? Bazen. Kendimi kandırılmış olarak
duyumsuyor muyum? Kesinlikle hayır. Ekmeleddin, Recep Tayyip ve Demirtaş’tan
mütevellit şıklardan en önde geleni, ama asla ehven-i şer değil, Demirtaş’tı. Üzerine
bir ilave gerekçem oldu. Seçimlerde verilecek “batıdan” oyların Demirtaş’a Kürt
muktedirlerine karşı kullanabileceği cephane olacağını düşündüm. Oldu da ve
Demirtaş bu cephaneyi elinden geldiğince kullanmaya yelteniyor. Kanımca yeltenecek
de. Cesareti var. Lakin, ortada gencecik çocukları linç etmekten çekinmeyen bir
güruh var ve Demirtaş onlarla da başetmek mecburiyetinde. Cesaretin olması
yeter mi bilemiyorum, bunları görünce. Demirtaş solda bir yerde tutunmaya
çalışıyor. Özgür iradesinin kendisini bu faşizme temayülü olan güruhtan
kurtarıp başka yere doğru savuracağı muhakkak. Onda öyle bir potansiyel var.
Yine lakin demem gerekiyor. Önündeki tek engel ve cesaret isteyen duruş; faşist
Kürtçüler ve onlara karşı olan değil. Kürt siyasetinin yerleşikleri var.
Muktedirleri... Demirtaş’ın özgür iradesini kullanmasına ne kadar izin
verebilir onlar bilemiyorum, belirleyici olacak da yine Demirtaş’ın bizzat
kendisidir. Demem o ki; Demirtaş sol/sosyalist kimliğiyle siyaset yapmaya
teşebbüs eder ise ve bu kavganın altını kalınca çizmeye yeltenirse, linç edilen
çocukların akıbetinden daha fazlasını yaşamak zorunda kalabilir. Fiilen henüz
ona cesaret edilmezse de, bir hain ilan edilme, manevi bir dışlanma kapısında
beklemektedir. Marksist çizgiden Kürt milliyetçiliğinin koyu damarlarına iltica
eden bir örgüt Demirtaş’ı çok kendi halinde bırakmayacaktır. Bu sonuca varmak
için bir siyaset dehası, iyi bir analist ya da siyaset erbabı olmaya gerek yok.
Her şey gözlerimizin önünde cereyan ediyor.
Demirtaş’ın karşı karşıya kaldığı o Kürt muktedirlerinin (müstakbel oligarşisinin)
yapısını biraz tanıyalım. Elbette biliyoruz ama, Demirtaş ekseninden önem arz
edeceği için yinelemek lazım gelir. AKP ile açılım adı altında ilişkiye giren
Kürt muktedir kanadı günümüz pragmatist siyasetini epeyce içselleştirmişler. AKP’nin
kucağına oturduğu oportünizmi nasılsa, benzer biçimde demokrasiden dem
vurdukça, totaliterleşen ve piyonlaşan bir iktidarın güneydoğu şubesi olmaya
karar vermişler gibi. Başbuğ Öcalan da kurgusunu, içinde demokrasi sözcüğü
olan, demokratik özerklik adı altında ifade etmiş, demokrasiden dem vururken
savrulacakları yeri çok fazla önemsememiştir. Kürt muktedirleri de, tıpkı
ülkenin kalanını yürüten muhatapları gibi demokrasi vurgusu yaparken, aslında
temelde hangi oligarkın esamesi okunacak onun peşine düşmüşlerdir. Bakınız
kronolojik olmasa da iki-üç temel örneği yazayım. Dertlerinin yurtseverlik ve
demokrasiden uzak olduğunu anlamaya yetecek.
Suriye politikası; Esad ile iş tutarken, Esad’a tecavüze yeltenen mevcut
yürütücüler ile başından beridir Suriye’deki Kürt popülasyonu dışında
hassasiyet ifşa etmeyen Kürt siyaseti paralel düşmüşlerdir. Lütfen unutmayınız
Öcalan senelerce Şam’da ikamet etti.
Gezi direnişi; Türkiye’nin en yaygın ve büyük diktaya başkaldırı hareketini
AKP bastırmaya çalışırken, despotluğa destek Kürt muktedirlerden gelmiştir.
Geçelim Sırrı Süreyya şarlatanını, geneline bakın.
MİT yasası; bunu ayrıntılamayayım. Kusmak geliyor içimden.
Ve nihayet şimdi mecliste bekleyen güvenlik paketi. Kobani diye eylem
patlatan, eylemleri kitleselleştirme ve çığırından da çıkarma teşebbüsünde
bulunan Kürt muktedirlerinin sesi soluğu çıkmıyor. Çözüm sürecinizi yerim
sizin.
Hülasa, AKP içinde konuşlanmış muktedirlerle, Kürt muktedirlerinin burjuva
demokrasisi için ya da ülkenin geleceği için bir kaygılarının olmadığını,
nasılsa rahatça biçimlendirilebilen bir Ortadoğu şeyhline dönüşmüş coğrafyada
“yürütmeci” olanın kendileri olması gerektiği kaygısına düştüklerini söylüyorum.
Konumuz Demirtaş penceresinden tüm bunlara yeniden bakalım. Birlikte ve
demokratik bir ülkede yaşama gayreti olsaydı Kürt muktedirleri (böyle bir
varsayım tümden abesle iştigal de diyelim ki öyle olsalardı) nasıl bir tavır
alırdı acaba saydığım ve dahası olan bu tür mihenk taşı olaylarda? Elbette tüm
anti demokratik hareketler de, siyasi iktidarın her totaliterleşme girişiminde yüksek sesle tavır alarak...
Demirtaş cumhurbaşkanlığı seçimlerini ardına alarak sol ve tepkisel bir tavır
göstermeyi seçti. Seçimi kazanamayacak bir adayın, Kürt bölgesi dışında buna
yakın bir tavır alması pek de Kürt muktedirlerini rahatsız etmedi. Genç, solcu
ve Zaza bir adam, geçici bir dönem, oyunun da bir parçasıyken rahat
bırakılabilirdi. Kaldı ki Demirtaş boşuna, rastgele yapılmış bir seçim de
değildi. Onun demokratik tepkiyi, sol nüveleri olan çıkışı yapabilecek bir
birikimi ve hevesi de vardı. Kullanmasına izin verildi. Demirtaş çemberi
zorladı, daha büyük bir potansiyeli haiz olduğunu ortaya koydu. Seçimler
bittiğine göre, rolünü tamamlamış bir aktör gibi evine dönmesi icap ederdi. O,
koşullar izin verdiği ölçüde sahnede kalmayı seçiyor. Bunun rahatsızlık verdiği
muhakkak. Seçim bitti ve şimdi her şey oynanan genel oyunun parçası gayri.
Demirtaş daha sıklıkla kontrol edilip, sol düşüncenin AKP ile yürütülen cicim
pazarlığı aşındırmasına izin verilmemeli. Demokratik özerklik başlığı altında
Kürt muktedirleri, olası bir çözüm süreci nihayetinde ve sürecinde ayrıcalıklı
ve özel konumlarını muhafaza edebilmeli.
Zaman zaman sol geçmişi ve birikimi de olan gruplar ya da kimseler sert,
kızgın çıkışlar yapsa da, genelleşmesine, kitleselleşmesine izin verilmiyor. Eş
başkanlıklar, KCK oluşumu vb sade halkın gerçekten isim olarak öne çıkacağı
yöntemler de birer subap vazifesi görüyor. Demirtaş bunlara yaslanarak ayakta
kalmaya devam edebilir. Yine de işi zor. Demirtaş kanımca genç ve solcu bir
siyasetçi olarak bu süreç ve sonrası için kendine karşı tuzaklar içeren, Kürt
muktedirlerince hedef tahtası haline gelebileceği bir pozisyondan itinayla
kaçınmaya çalışıyor. Öte yandan da Kürt coğrafyası dışında, tepkili geniş halk
yığınlarını da sol kimliğiyle göğüsleme peşinde.
Sonuçta çetrefil bir durum, yolu zor. Zaman içinde bıkabilir, pes de
edebilir ama ben sol kimliğiyle Kürt faşizmine de karşı durabilecek Demirtaş’a
çok fazla ihtiyaç duyulduğu bir ortamdayız diyorum. Azıcık destek olsun,
etnisiteye dayalı çıkışlar sırasında bu yazı kısacık soluklanma sağlasın
istedim.
Oyum hala onunla...
22 Ekim 2014 Çarşamba
Takip Edilebilecek İlk 5 Dergi
The New Yorker haftalık yayınlanıyor. Politikadan, şiire; iş dünyasından popüler kültüre; uluslararası ilişkilerden vilim kurgu eserlerine kadar çok değişik konularda yayınlar içeriyor. Dünyanın en çok fikrine önem verilen yayınlarından birisi.www.newyorker.com adresinden takip edebilirsiniz.
Harper's Magazine;
Amerikalılar 1850'den beridir tanışık oldukları bu yayınla gurur duyuyorlar. Aylık yayınlanan bir dergi ve çok geniş bir alanda konu seçimi var. Politika, çevre, kültür ve toplumsal konularda yazılar var. www.harpers.org adresinden bir bakın isterseniz.
The Paris Review;
1953'te Paris'te başlamış her şey. Italo Calvino, Jack Kerouac, Samuel Beckett gibi adların ya ilk keşfi ya ilk göründükleri yer ya da başarılı eserlerini ilk tartışan dergi. Faulkner, Nabokov gibi adlarla yapılan söyleşiler de çok ses getirmiş. Prestijli bir yayın. www.theparisreview.org ilk bakacağınız yer.
Meanjin de ne diyeceksiniz. Bir Aborjin sözcüğü. Avusturalya'dan bir yayın. 2008'den beridir kağıt ortamında da basılıyor. Bu işi Melbourne Üniversitesi üstlenmiş. Avusturalya'nın bu en eski ve tanınan yayının ülke (kıta) dışında Sartre ve K. Vonnegut'un basımını da yaptığını söyleyelim. www.meanjin.com.au adresine bir tıklayın.
Five Points;
Yeni ama (1996'dan beridir) en iyisi diye tanıtılan bir dergi. Edebiyat alanının dışına pek çıkmıyor. Şiir, kurgu, mülakat başlıca ilgi alanları. www.fivepoints.gsu.edu adresinden bir ön yoklama iyi olacaktır.
20 Ekim 2014 Pazartesi
Şiirle İntihar Edilir mi
Bir gün intiharla tanıştım. O vakitler çocukluktan yeni çıkıyordum ve bir
şiir düşmüştü önüme. Şairi hiçliğe gitmeyi tercih etmiş bir adamdı. Mayakovski...
“pelteleşmiş beyninizde
kirden parlayan bir kanepede yan gelip yatan semiz bir uşak gibi
hayal kuran düşüncenizi,
kanlı bir yürek parçasıyla tedirgin edeceğim...”
Mayakovski St. Petersburg’da
dışı sade, içi karmakarışık bir evde, beyaz bir kağıda bu dizeleri yazarak başlamıştı.
Beni Mayakovski ile neyin ya da kimin tanıştırdığını hatırlamıyorum ancak şiire
tutkumun vebali onundur, iyi ki tanışmışız. Bir varsayımda bulunuyorum; yazmaya başladığı şiirin
dizeleri çoğaldıkça Mayakovski’nin intihar yolu tıkanmıştır. Zamanın behrinde ben
de o yolu ve yolu tıkayan şiiri merak edip biraz ardından gitmiştim. Herkes bu
hikayeyi anlatmaz ya da benim kadar ters yüz etmez ama ben yapacağım.
Duymuştur ki Mayakovski; Tolstoy ile Gorki’nin ispinoz kuşları üzerine
sohbeti terennüm edilmekte, Gorki kağıda dökülenle, felsefi ve edebi olan her şeyle
ilgilenmektedir, tevatür bu ya, yazdıklarını alıp Gorki’nin yazlığına (daça)
gider. Gorki, Mayakovski’nin dizelerine bakar ama dizelerle hiç bağdaşık olmayan
bir yorum yapar. Evli bir kadına yazılmış bu şiir demiştir ve cesareti varsa
şiiri kadının yüzüne okumasını ister, bitirince. Ergen aklımla o vakitler dedim
ki; Mayakovski’nin ilk intihar girişimidir; şiiri bitirmek. Gorki’nin şiirden
çok şairin iki yana sallanarak ve gözlerini kaçırmasına istinaden vardığı sonuç
doğrudur. Mayakovski bir şairden ziyade umutsuz bir aşıktır.
Şiir olmasa, çok daha evvelden Mayakovski dünyaya bir yaşama amacı
kalmadığından veda edecektir ama yazarak yaşamaya devam eder. Gerçek dünya ne
kadar çekilmez olursa olsun, dizelerindeki yaşam onurlu, vazgeçilmez ve
sürdürülebilirdir. Sonunda, bir akşam Lili Brik’i ziyaret eder. Gorki’nin kışkırtmasıyla
ilk intihar girişimi Jukovski sokağındaki o evde yapılır. Mayakovski şiiri
okunurken, bir köşeye çekilmiş Lili’nin içine işleyen kadınlığını izlemekte ve
yarattığı dünyadan, asıl dünyaya gidip gelmektedir.
Şiir çok geç bir yaşta da
olsa Lili’nin de yaşama yine kendi elleriyle veda edişinin başlangıcıdır. Mayakovski’nin
dizeleri dünyayı terk edişi yalnızca geciktirmiş, dizeler onu yıllarca bir zırhla korumuştur. Dedim ya ben çok beğenmiştim şiiri. Destansı, depresif olmayan bir şiirdir
aslında ama her iki intiharın hem başlangıcı hem de geciktiricisi odur. Niye
yazdım bunu ya da niye kendimce Mayakovski üzerinden, yazmanın bana verdiği her
şeyi deforme etme yetkisini kullandım? Anlatayım.
Görüntülü intihar notunu gördünüz mü? Pek bir popüler son günlerde. Popüler olandan nefret ederima ama üzerine yazmam gerekiyordu zira bu
iradeyi göstermenin, hak ve bazen de zorunluluk olduğunu iddia eden bir kitabım
yayınlandı. Görüntülerdeki yalınlığı, soğukkanlılığı, kurguyu kitabıma
yansıtabildiğimi söylemiyorum. Kolay değil ve kimse de yapamazdı zaten.
Yalnızca hayat, o yaptırabiliyor, o kendi senaryosunu akıl almaz bir biçimde
ortaya koyabiliyor. Evet, yaşamın kendine özgü ve insan hayalinin yetemeyeceği
kadar karmaşık, çözümlenemez bir senaryosu var. Dahası senaryoyu yine hiçbir dehanın filme aktaramayacağı kadar görsel şölene dönüştürebiliyor. Görüntülerdeki sahneyi
kurgulayabilecek hayal gücü olan, olsa da cesareti olabilen bir yönetmen kesinlikle
yoktur. İntihara övgü düzdüğüm de
sanılmasın, ben yaşamaktan yana olanlardanım ve bunun için de argümanlarım var.
Yetişkin bir erkek inceden tasarlanmış, tüm ayrıntılarıyla hazırlıklı bir ölüme
gidiş hikayesi bıraktığı için onu yerecek ya da övecek de değilim. Buna ne
gücüm var ne de hakkım. Eğer, orta ya da orta-üst gelir düzeyinde, günümüz
alışkanlıkları, eğilimleri, zevklerine teşne bir yapınız varsa, görüntüleri
izlemeyin. Kafanızı soluklanmak maksadıyla bile gömdüğünüz dünyadan yukarı
çıkarmayın. Görüntüler çok tehlikeli. Bu konuda uyarmak isterim sizi.
İntihara ve sonrasına dair çok şey yazılıp, tartışılıyor. İşi etnosentrizm
ekseninden koparamayan birlileri çok da tuhaf buluyor olan biteni. Normal
bulmaları da. Onların farklı düşünebileceklerini düşünmek bile abes. Benim
derdim öteki tarafla. Veda görüntülerini tahlil eden bir yazı okudum da tüm
bunlar aklıma geldi. Diyordu ki yazıda özetle; başka özellikleriniz de baki
kalmak üzre; depresif bir şiir yazma alışkanlığınız varsa, o intihar eden
kişiyle özdeşsiniz. Başkaca diyeceğim; eğer depresif şiirler yazıyorsanız
intihar etmeniz normal. Depresif şiirle intihar arasında organik bir bağ varmış
hissi uyandırıyordu ve hatta histen ve imadan da öteye taşıyordu bu vurguyu.
Doğru mu diye her şeyin üzerinden yeniden geçtim. Manik depresif şiirleri olan
biriyim, çok ilgilendiriyor beni. Bir yargıya varmalıydım.
“İntiharcının” depresif şiir yazdığına ilişkin bir bilgi ben bulamadım. Hatta şiir
yazıyor muydu o bile belirsiz. Yeni tıraş olmuş, bakımlı bir adam, uzun
süredir üzerinde çalıştığı bir projeyi uygulamaya sokmuşa benziyordu görüntülerde. Yine de kullandığı ifadelerde benim göremediğim bir yan, şiirsel
bir durum var mı diye iyice inceledim. İntiharcı bir mühendisti. “Bu sabah
yaşam defterimi kapatıyorum, bana ayrılan sürenin sonuna geldik,” demişti. Bu şair dili değildi. Bu daha çok
teknokrat jargonuydu. Ve devamla; söyledikleri zaten şiirsellik içermediğini de
açık ediyordu; “bu konuyu dolaylı ya da doğrudan birçok arkadaşımla konuştum,
okudum, araştırdım, hatta doktora gittim.” Bilimci bir yanı yok mu
söylediklerinin? Okuyup, araştırıp, doktora giderek sonuca varmak çok bilimci
geldi bana. Hem şair bir yanı olsa, dizelerle hazırlanırdı, dizeler haızrlardı gidişine. Oysa yazdıklarını,
şiire döktüklerini de okumuyor, tamamen doğaçlama konuşuyordu.
Sözlerine devam ediyorum. “Mutsuzum ve intihar yeni bir şey değil, devam
etmek için bir istek duymuyorum,” bunlar intiharcının seçtiği sözcükler ve
kanımca bırakın depresif yanını, asla şiirsel bir tarafı yok. O kadar bilimci,
o kadar septik bir yanı da var ki; uyuşturucu ve alkol etkisinde yapılmadığını
yaşamından sonrasına not bırakırken daha de net vurguluyor.
Şairler intihar etmez mi? Eder. Depresif şiirler yazanlar daha mı
meyillidir, bilemem ama bu intihar üzerinden yapılan tartışmada mesnet olarak
depresif şiirler kullanılıp, intiharın da bir tür zayıflık olarak vurgulanarak
işlenmesi hoşuma gitmedi. Yazmak istedim.
Mayakovski ile Lili şiir yüzünden intihar etmemişlerdi. İntihar etmelerini
belki de şiir geciktirmiştir, diyorum. Örneğim de o...
Not: Bu olayla ilgili ne yazılırsa yazılsın, eksik, hatalı, yanlış olmak durumundadır. Bu yazıyı da o gözle okumanızı dilerim.
17 Ekim 2014 Cuma
Iskalarsan Yaşamı Özür Dile
Herkes bir yerlerde ıskalar. Ben de ıskaladım ve hem de
çokça kez. Onlardan birisi için özür borcum oluştu. Bunu çok önceden de
yapabilirdim ama kabullenmek ve kendimle yazışmak çok kolay değildi.
Yapabilirdim, denedim de ama olmadı. Bu satırlar da öyle kolay çıkmıyor, insan
başkasına yazarken kolay oluyor da kendisiyle yazışmak epeyce zor. E, şimdi
yazıyorum işte.
Birbirimize sıkı sarılabileceğimiz bir tanışmamız,
başlangıcımız olmadığını biliyorum. Her şeyin adaba uygun gitmediği de muhakkaktı.
Sonunu da pek kavlükararınca ayarlayamadım. Sondan bakınca, baştan itibaren
yanlıştım. Aynı yanlışı paylaştığımızı ve suç ortağım olduğun da şüphe
götürmez. Yani diyeceğim o ki; kalır yanın yoktu benden ama sen fazladan bir
şey yaptın. Sımsıkı tutundun, hadi hala ve yine acımasız olayım; tutunmaya çalıştın. Ben de
göremedim. Fiyatın yerini değerin aldığı bir dünya arzuladığım halde o yaratmaya
yeltendiğin değeri ayrımsayamadım.
Tüm acılara yeniden gömülmek için yazmıyorum elbette.
Yazmanın erdemine inandığıma dair bende bir algı da oluşmadı. Sonu aynı bitecek
bir hikayenin, başı da belliyken, kalan dokusunu daha iyi, ilmek ilmek
örebilirdim. Tüm dediğim bu. Öremedim; senin ördüğünü görebilirdim; göremedim, özür dilemem gerektiğini çabucak kavrayabilirdim; onu bile becerememişim. Evet, fırsatım olsa, siyah
kaplı daktilomun başına geçer, aynı sona doğru koşuşutururken, içini seni daha
anlayabilecek bir biçimle doldururdum. İşte derdim bu; özürümün nedeni de...
Kısaca ve sözcüklere döküp içini boşaltarak diyebilirim ki; aptallık ettim. O
anlar için, o anlara bin katı anlam katamadığım için. Dedim ya, yaşama dair çok
ıskalamışımdır da en büyüğü buydu.
Özür dilerim.
An itibariyle daha mutluyum. Daktilonun tuşlarının sesinde
yeniden ve daha iyi, belki de en iyi şiirlerimden birini yazamayı istiyorum.
Sanırım onun için alındı. Ey kendim, kendimi bağışla, yüklerinden kurtul ve
mutlu ol. Amin.
Gayri mutluyum.
Mustafa
Doğan – Bitirilmemiş Mektuplar’dan Alıntı
ölü şairin defteri'nden bölüm III
ölü şairin defteri'nden bölüm III
ŞİİRE ÖNSÖZ YAZILABİLİR / ŞEHRİN ÖTEKİ YÜZÜ TANRI VE SEVDA
Yaşınız nerelerde, benim yaşıma denk mi bilemem ama bizim
kuşak kendinden söz etmekten pek haz almazdı. Bunun bir yansıması olarak
başkalarının özel yaşamlarını kurcalamayı da pek sevmez ve beceremezdik de.
Ancak, insan denilen canlının ruhuna dair özellikler de hep ilgimizi çekmiştir.
Peki, bu iki karşıt duruş, bir kişinin beynine, yüreğine yerleşmişse sonuç ne
olabilirdi? Tekrarı sevmiyorum ama demem o ki; hem insanın özel yaşamından uzak
durup hem de insan denilen canlının ruhsal durumuna bulaşmak ve meraklanmak
nasıl bir sonuç çıkarırdı? Diğer
ussal ve bilimsel yanıtları bir yana bırakarak kısaca söylemeliyim ki; çözüm
dizelerdir. Bireyin özel halini küçümsemeden, insan ruhunun yüceliğinde
koşuşturan şey sözcüklerin ahengidir.
İşte insanı şair, sözcükleri dize ve şiire dönüştüren tılsım. Aşağıda,
karma karışık ama sadeliğin tılsımına vakıf kimselerin şiiri yazılı. Buyurun
buradan yakın.
Mustafa Doğan / Yeni Delhi – Uzaklar – Ekim
2014
(günün birinde ölü şairin defteri'ne dahil olacak)
(günün birinde ölü şairin defteri'ne dahil olacak)
ŞEHRİN ÖTEKİ YÜZÜ
TANRI VE SEVDA
Bu çürük şehirde
kurtçuk sinmiş
ceviz yaprağı büyüklüğünde
atardamarları
görünen ve dahi okunan
sılaya benzer,
hasreti yüklü
zalım bir sokakta
meçhul müdavimliğimdeyim yine,
Hiç gerçekçi
olamamışım ki öyle bir dünya düzeni
sağıltılamayan
sanrılarıma bakarak
özüme muamele terör
örgütü mensubu
saygın medyanın
ifadesi ve buyurusuyla en azgınından
katil
en yoğun haliyle
şair,
işte demem o ki;
hayatı bahşeden
varsıl, her şeyi ve
dört yanı mamur bir tanrının
açtığı ateş ile
sevdalanmaya yüz tuttuğuma dair
derin emareler var
şuramda, hasreti
yüklü
yüreğimin
konuşlandığı sol yanımda,
Stratejik önemi
haiz zira
azgın kan selleri
geçiyor içinden içinden
ne kuşluk, ne
zemheri, ne yakın çağ
dinmiyor çırpınması,
de çarpıntısı
sebebi yarım sevda,
Henüz tüketilmemiş
ve asla tüketilemeyecek kadar çok
yüklü, asil ve
inançsız bir acıyla
kıvrım kıvrım
kıvrandırıyor
yanımın birinde
tanrı, öteki yürek
anam doğurduğu
saliseden bu yana beni
seçtikleri
tarafımdan başlayarak,
Yılgın, öfkeli, vurdumduymaz
kıt kanaat aç bir
iti besleyen
merhametinde
marifetinin de
keyfini sürerek
tevekkül talep
ediyor
bu acizden
ilkin tanrı, sonra
sevda, hasreti yüklü,
Bir şey
verilmeyecek kadar ve her şey verilse de tatmin olmayacak kadar
olsa da tatmin
etmeyecek kadar
kadar kadar
unuttuğu çarık
çürük bir şehir kuytusunda
ha bire ayakta
kalarak
hem de mutlu etmek
için yüce tanrıyı
bir de müşteki
yancısı sol yanımın
sancısı
yaş söğüt
dallarıyla kırbaçlatıyor kendimi,
Yaser Arafat vardı
o vakitler
fare suratlı bir
adam ama belinde de kallavi silahı
önce faşiste ve
sonra tanrıya başkaldırmayı adet edinmişti ki
sevdalarını da
bilirim efendinin
ben de ona inat ve
ondan feyzalarak
hatta sürünerek ve
beceremeden onun kadar dik durmasını
açlıktan ağzımın
kokmasına izin verdim en çok
kan suyu kadar
azıcık da çarpmasına aşkla böğrüme
yüreğin,
Sanıyor ki tanrı
sunduğu bir ezadır
genç bedenimde o vakitler
sarmalayan bir
derin ızdırap,
işbirlikçisi, içime
istihbari bilgiler için
sol yanıma ve
stratejik
yerleştirdiği deli
an geliyor diyor
ki; tanrı benim
ki başkaldırcısı ve
asılacak bir asi
ayrımında değil
bir mürted,
Heyhat
yalan ve yanlış ve
acımasız bir kan pompalayıcısını
işbirlikçisi
tanrıyı
kendime bir ezelden
öteki ebede
kılavuz tayin
etmişim
namussuz olan
benim,
Kızıl bir gün
batımı
kısa ve senin için
yaratılmış, yapılmış engebelerin üstünden
sopayla top
savurturken müstakbel sahibem
beni de senin gibi
onun yarattığını
bir de senin de sol
yanında bir kas yığını taşıdığını bilmekle beraber
vereceğin ücreti beğenmeni
bekleyen şu ıslak kedi yavrusu benim
duy sahibem duy,
Bizi, hem seni
varsıl insan, hem beni kapı önü miyavcısı
bu şehre amade
kılan aynı tanrının
altarına
taşıdığımız kurbanlar,
Şehri insansız
tahayyül et, bir an
bir ucundan kasırga
yürüsün, öteki ucundan ben
buluşalım körüklemelere
uygun bir mahallinde
daha ziyade
espiyonaja davetkar olsun
kurşun izleri
kapatılmış, asılı bombalı pankartları inik
duvarlarında
kırmızı, damar suyu renginde al
yazılar silinmemiş
“kahrolsun
devrimciler ve aşk”
bitireceğiz
insanlığı
hal böyleyken
paçamdan yakalayıp
savursun başka ve insancıl bir asi şehre
aşk yoksa, bilemedin
tanrı kalsın bu yerde,
İliklerine ihanet
sızdırılmış ha kafir, ha yoluk, ha yenik
ne idiğü belirsiz
şehre
kanatsız bile katlanabilen
doğan avcıdır velakin her avcı kadar av
beklemektedir
her fani kadar ahlaksız,
suskun
ılık bir esintide,
varsa amenna cennetde bir ağacın altına gömülmeyi
neydi adı
vasiyet et, eder,
Kimse öğrenmeyecekse
ve varsa bir dirençse mihenk noktası
bir direnmeye
davetse sözcükler
mağrur ve yapışkan
bir pençedir
savunmanın da özeti,
Sürünüyoruz üstad,
sömürge bir toprak üstünde bir yığın olarak
bir şehir kuruluyor
bin köy yıkılarak
bir insan doğuruyor
tanrı milyon insan feda ederek
bu yanı nasılsa
kainatın
öteki yanı
senden yanı
karbon konmuş aynı
minval üzre
tanrı her yerde
aynı yakıtı kullanıyor
ısınmak ve gülmek
için
söze vurulursa
sevda, kabı istenirse yürek
tanrı
işbirlikçisinin esiri,
Hep birlikte ve ama
farklı meşgalelerle avunuyoruz
ben bir, sen bir, o
bir
kuşkucu olmayan
emre amade yanımı gönderdim tanrıya
selamımı ilet dedim
sol yanımdaki ihanet şebekesi
kaalesiz ve deli
o halde ben de
türküsündeyim
hayatımın
bir ayrılık, bir
yoksuzluk, bir ölüm...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)