5 Kasım 2014 Çarşamba

aşk insanı delirtir mi?

"öyle seviş ki; önce tanrı utansın."

"evet, her erkeği şair yapacak bir kadın vardır, bir yerinde dünyanın"

"seni gözlerimde uyuturdum, adın beş harfli olsaydı"

"kızıl saçlarında düşkünlüğüm, ve biz yalnızca bire bölünebiliriz"

"bir şafakta geçti hüznüyle kuşlar / ardından hala kanat sesleri gelir / bir de göğsüne yaslı başıma / vurur yüreğinin teklemesi aşktan"

"seni imkansızlığın kadar çok sevdim / yalın ayak, dört duvar hala hasretteyim"

"kim ölçebilir ki iki yürek arasındaki mesafeyi / ne tutar zor zamanlarda sevdanın yerini / tanrı bilir mi aşk nedir"

"gün gelecek, herkes susacak, yalnızca türküler söyleyecek öfkemizi ve sevdamızı"


"bir seri katildir gece / dolaşır sinsi ve ödlek / vurur birer birer / alevli sevdaları / henüz hasrete durmuş"

"bu gece sol göğsümün altında / soğuk bir sokak karanlığında / mülteci çocuklar uyuyor / bağışla / mekanını onlara açacağım icazetsiz"

"bana denizi gönder / çıplak ve utangaç / esrik akşamlar / doyursun şehvetimi / çırpınayım kıyısında / biteyim / bitmeden ömrüm"


27 Ekim 2014 Pazartesi

terk edilmeye, şiire ve romana dair taslak düşünceler




TERK ETMEK

Bütün yaşamım boyunca her gözlemlediğim ve deneyimlediğim örnek aynı apartmanın, aynı dairesinin kapısını çalıyor. Giden yerini bulmuştur da gitmiştir. Değilse de en azından müstakbel ya da düşsel bir sevgili adayı mutlaka vardır terk edilişlerde. Kendine bile bunu söyleyebilme cesareti olmayanın, tutup da...   YAKINDA BİTERSE...






ŞİİRDEN ANLAMAYAN KADIN KUŞAĞI

Günümüz genç kadın kuşağı okumaya ve özellikle de şiire karşı bir reaksiyon duyuyor. Atatürk’ün yıllarca yazıştığı, sevdiği kadına yazdığı mektuplardaki dili aklıma geldikçe bu savrulma kendimi “dinazor” olarak duyumsamama yol açıyor. Bu kuşağa bir dönem dünya edebiyatının ve özellikle romanının temel kurgusunda mektupların ve mektuplardaki dilin ve içine döşeli, evet depresif yanları da var ama, şiirin ne denli önem arz ettiğini anlatma gayesinde değilim. Bu gereksiz de bir çaba olurdu. Görselliğin hakim olduğu bir dünyaya düşler ve duygulardan bahsetmek yersiz de. Ama bu kadar büyük bir savrulma da canımı acıtıyor. Şiir diye bir gerçek var. Tüm sevdaların ortak dili o. Yurt sevgisinden tanrı sevgisine kadar. Ve kadına ve erkeğe duyulan aşka hep önsöz olmak gibi ulvi bir de işlevi. Bunu göremeyen kadın gözü, bunu göremeyen kadın yüreği için üzülüyorum. (Muhtemel onlar da benim için...)

Çok sevdiğiniz bir kadın için şiir yazmak, hadi yazamasanız da gözlerinin içine bakarak bildiğiniz bir iki dizeyi fısıldamak ne kadar korkunç olabilir ki? Bu genç kadınlara klişe, dozajı artırılmış derecede romantik, hatta komik gelen usul bir önceki kuşakla yok mu oldu? Bitip gitti mi? Ben şiirden anlamıyorum, diyen genç kadınların içinden hala “farklı” olanların çıkacabileceğini düşünemeyecek miyiz?   YAKINDA BİTERSE...





ROMAN ELEŞTİRİLERİ

Roman okurunun işi, içinde bulunduğumuz dönemde daha da zor hale geldi. Okur yalnızca ticari kaygıları da içermek üzere pek fazla saikle yazılmış romanla karşı karşıya geliyor. Yayınlanıvermiş roman sürüsü içinden hangisini seçeceği konusunda da herkesin kafası karışık. Böyle olunca / bu nedenle sanırım çağımız okuru da epeyce kolaycı. Araştırma ve öğrenme olanaklarının arttığı bir teknoloji devrimi yaşanırken, okunabilecek kitap seçiminde eskisinden çok daha az çaba harcanıyor. Kitap seçimi için de tıpkı otel seçerken kullanılan yol ya da yöntemlere başvuruluyor. Kısa ve zihin açıcı bir tümceyle meramımı ifade edeyim. Akademik ya da edebi roman eleştirisi yerine kitap tanıtımları rehber seçilmiş durumda. O kadar öyle ki; roman okumayı sevdiğim ve bilimsel eleştirileri önemsediğim halde, kitaplara dair internet üzerinden ve kitap ekleri vasıtasıyla yapılan tanıtımlardan ben bile çok fazla yararlandığımı gördüm. Dolayısıyla, son dönemde okumak için edindiğim yeni romanların önemli bir bölümü ilk bir kaç sayfadan sonra kütüphaneme yollanıyor. Bir daha da kapaklarını kaldırmıyorum. Bu nedenle roman eleştirisi üzerine başlangıç niteliğinde bir iki tümce yazacağım. Bu yazının ayrıntılı hali için de çalışıyorum.
Okuyucu öncelikle kitap tanıtımıyla, eleştirinin ayrı şeyler olduğunu bilmeli. Kitap ekleri, edebiyat dergilerine de yansıyan kolaycılığı bir yana koymak gerekiyor. Zira, tanıtmak, anlatmak ve bundan para kazanmak hedefi olan çok sayıda internet sitesinde ve kitap eki ve edebiyat dergisinde... YAKINDA BİTERSE...

24 Ekim 2014 Cuma

DEMİRTAŞ’I ANLAMAK / OYUM HALA ONUNDUR






Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Demirtaş’a oy verdim. Şimdilerde Kürtçü sözcüklere sığındığında kızıyor muyum? Bazen. Kendimi kandırılmış olarak duyumsuyor muyum? Kesinlikle hayır. Ekmeleddin, Recep Tayyip ve Demirtaş’tan mütevellit şıklardan en önde geleni, ama asla ehven-i şer değil, Demirtaş’tı. Üzerine bir ilave gerekçem oldu. Seçimlerde verilecek “batıdan” oyların Demirtaş’a Kürt muktedirlerine karşı kullanabileceği cephane olacağını düşündüm. Oldu da ve Demirtaş bu cephaneyi elinden geldiğince kullanmaya yelteniyor. Kanımca yeltenecek de. Cesareti var. Lakin, ortada gencecik çocukları linç etmekten çekinmeyen bir güruh var ve Demirtaş onlarla da başetmek mecburiyetinde. Cesaretin olması yeter mi bilemiyorum, bunları görünce. Demirtaş solda bir yerde tutunmaya çalışıyor. Özgür iradesinin kendisini bu faşizme temayülü olan güruhtan kurtarıp başka yere doğru savuracağı muhakkak. Onda öyle bir potansiyel var. Yine lakin demem gerekiyor. Önündeki tek engel ve cesaret isteyen duruş; faşist Kürtçüler ve onlara karşı olan değil. Kürt siyasetinin yerleşikleri var. Muktedirleri... Demirtaş’ın özgür iradesini kullanmasına ne kadar izin verebilir onlar bilemiyorum, belirleyici olacak da yine Demirtaş’ın bizzat kendisidir. Demem o ki; Demirtaş sol/sosyalist kimliğiyle siyaset yapmaya teşebbüs eder ise ve bu kavganın altını kalınca çizmeye yeltenirse, linç edilen çocukların akıbetinden daha fazlasını yaşamak zorunda kalabilir. Fiilen henüz ona cesaret edilmezse de, bir hain ilan edilme, manevi bir dışlanma kapısında beklemektedir. Marksist çizgiden Kürt milliyetçiliğinin koyu damarlarına iltica eden bir örgüt Demirtaş’ı çok kendi halinde bırakmayacaktır. Bu sonuca varmak için bir siyaset dehası, iyi bir analist ya da siyaset erbabı olmaya gerek yok. Her şey gözlerimizin önünde cereyan ediyor.

Demirtaş’ın karşı karşıya kaldığı o Kürt muktedirlerinin (müstakbel oligarşisinin) yapısını biraz tanıyalım. Elbette biliyoruz ama, Demirtaş ekseninden önem arz edeceği için yinelemek lazım gelir. AKP ile açılım adı altında ilişkiye giren Kürt muktedir kanadı günümüz pragmatist siyasetini epeyce içselleştirmişler. AKP’nin kucağına oturduğu oportünizmi nasılsa, benzer biçimde demokrasiden dem vurdukça, totaliterleşen ve piyonlaşan bir iktidarın güneydoğu şubesi olmaya karar vermişler gibi. Başbuğ Öcalan da kurgusunu, içinde demokrasi sözcüğü olan, demokratik özerklik adı altında ifade etmiş, demokrasiden dem vururken savrulacakları yeri çok fazla önemsememiştir. Kürt muktedirleri de, tıpkı ülkenin kalanını yürüten muhatapları gibi demokrasi vurgusu yaparken, aslında temelde hangi oligarkın esamesi okunacak onun peşine düşmüşlerdir. Bakınız kronolojik olmasa da iki-üç temel örneği yazayım. Dertlerinin yurtseverlik ve demokrasiden uzak olduğunu anlamaya yetecek.
Suriye politikası; Esad ile iş tutarken, Esad’a tecavüze yeltenen mevcut yürütücüler ile başından beridir Suriye’deki Kürt popülasyonu dışında hassasiyet ifşa etmeyen Kürt siyaseti paralel düşmüşlerdir. Lütfen unutmayınız Öcalan senelerce Şam’da ikamet etti.

Gezi direnişi; Türkiye’nin en yaygın ve büyük diktaya başkaldırı hareketini AKP bastırmaya çalışırken, despotluğa destek Kürt muktedirlerden gelmiştir. Geçelim Sırrı Süreyya şarlatanını, geneline bakın.

MİT yasası; bunu ayrıntılamayayım. Kusmak geliyor içimden.

Ve nihayet şimdi mecliste bekleyen güvenlik paketi. Kobani diye eylem patlatan, eylemleri kitleselleştirme ve çığırından da çıkarma teşebbüsünde bulunan Kürt muktedirlerinin sesi soluğu çıkmıyor. Çözüm sürecinizi yerim sizin.

Hülasa, AKP içinde konuşlanmış muktedirlerle, Kürt muktedirlerinin burjuva demokrasisi için ya da ülkenin geleceği için bir kaygılarının olmadığını, nasılsa rahatça biçimlendirilebilen bir Ortadoğu şeyhline dönüşmüş coğrafyada “yürütmeci” olanın kendileri olması gerektiği kaygısına düştüklerini söylüyorum.

Konumuz Demirtaş penceresinden tüm bunlara yeniden bakalım. Birlikte ve demokratik bir ülkede yaşama gayreti olsaydı Kürt muktedirleri (böyle bir varsayım tümden abesle iştigal de diyelim ki öyle olsalardı) nasıl bir tavır alırdı acaba saydığım ve dahası olan bu tür mihenk taşı olaylarda? Elbette tüm anti demokratik hareketler de, siyasi iktidarın her totaliterleşme  girişiminde yüksek sesle tavır alarak... Demirtaş cumhurbaşkanlığı seçimlerini ardına alarak sol ve tepkisel bir tavır göstermeyi seçti. Seçimi kazanamayacak bir adayın, Kürt bölgesi dışında buna yakın bir tavır alması pek de Kürt muktedirlerini rahatsız etmedi. Genç, solcu ve Zaza bir adam, geçici bir dönem, oyunun da bir parçasıyken rahat bırakılabilirdi. Kaldı ki Demirtaş boşuna, rastgele yapılmış bir seçim de değildi. Onun demokratik tepkiyi, sol nüveleri olan çıkışı yapabilecek bir birikimi ve hevesi de vardı. Kullanmasına izin verildi. Demirtaş çemberi zorladı, daha büyük bir potansiyeli haiz olduğunu ortaya koydu. Seçimler bittiğine göre, rolünü tamamlamış bir aktör gibi evine dönmesi icap ederdi. O, koşullar izin verdiği ölçüde sahnede kalmayı seçiyor. Bunun rahatsızlık verdiği muhakkak. Seçim bitti ve şimdi her şey oynanan genel oyunun parçası gayri. Demirtaş daha sıklıkla kontrol edilip, sol düşüncenin AKP ile yürütülen cicim pazarlığı aşındırmasına izin verilmemeli. Demokratik özerklik başlığı altında Kürt muktedirleri, olası bir çözüm süreci nihayetinde ve sürecinde ayrıcalıklı ve özel konumlarını muhafaza edebilmeli.

Zaman zaman sol geçmişi ve birikimi de olan gruplar ya da kimseler sert, kızgın çıkışlar yapsa da, genelleşmesine, kitleselleşmesine izin verilmiyor. Eş başkanlıklar, KCK oluşumu vb sade halkın gerçekten isim olarak öne çıkacağı yöntemler de birer subap vazifesi görüyor. Demirtaş bunlara yaslanarak ayakta kalmaya devam edebilir. Yine de işi zor. Demirtaş kanımca genç ve solcu bir siyasetçi olarak bu süreç ve sonrası için kendine karşı tuzaklar içeren, Kürt muktedirlerince hedef tahtası haline gelebileceği bir pozisyondan itinayla kaçınmaya çalışıyor. Öte yandan da Kürt coğrafyası dışında, tepkili geniş halk yığınlarını da sol kimliğiyle göğüsleme peşinde.
Sonuçta çetrefil bir durum, yolu zor. Zaman içinde bıkabilir, pes de edebilir ama ben sol kimliğiyle Kürt faşizmine de karşı durabilecek Demirtaş’a çok fazla ihtiyaç duyulduğu bir ortamdayız diyorum. Azıcık destek olsun, etnisiteye dayalı çıkışlar sırasında bu yazı kısacık soluklanma sağlasın istedim.


Oyum hala onunla...

22 Ekim 2014 Çarşamba

Takip Edilebilecek İlk 5 Dergi





























The New Yorker haftalık yayınlanıyor. Politikadan, şiire; iş dünyasından popüler kültüre; uluslararası ilişkilerden vilim kurgu eserlerine kadar çok değişik konularda yayınlar içeriyor. Dünyanın en çok fikrine önem verilen yayınlarından birisi.www.newyorker.com adresinden takip edebilirsiniz. 






























Harper's Magazine;

Amerikalılar 1850'den beridir tanışık oldukları bu yayınla gurur duyuyorlar. Aylık yayınlanan bir dergi ve çok geniş  bir alanda konu seçimi var. Politika, çevre, kültür ve toplumsal konularda yazılar var. www.harpers.org adresinden bir bakın isterseniz.







































The Paris Review;

1953'te Paris'te başlamış her şey. Italo Calvino, Jack Kerouac, Samuel Beckett gibi adların ya ilk keşfi ya ilk göründükleri yer ya da başarılı eserlerini ilk tartışan dergi. Faulkner, Nabokov gibi adlarla yapılan söyleşiler de çok ses getirmiş. Prestijli bir yayın. www.theparisreview.org ilk bakacağınız yer.

Meanjin de ne diyeceksiniz. Bir Aborjin sözcüğü. Avusturalya'dan bir yayın. 2008'den beridir kağıt ortamında da basılıyor. Bu işi Melbourne Üniversitesi üstlenmiş. Avusturalya'nın bu en eski ve tanınan yayının ülke (kıta) dışında Sartre ve K. Vonnegut'un basımını da yaptığını söyleyelim. www.meanjin.com.au adresine bir tıklayın.





































Five Points;

Yeni ama (1996'dan beridir) en iyisi diye tanıtılan bir dergi. Edebiyat alanının dışına pek çıkmıyor. Şiir, kurgu, mülakat başlıca ilgi alanları. www.fivepoints.gsu.edu adresinden bir ön yoklama iyi olacaktır.

20 Ekim 2014 Pazartesi

Şiirle İntihar Edilir mi


Bir gün intiharla tanıştım. O vakitler çocukluktan yeni çıkıyordum ve bir şiir düşmüştü önüme. Şairi hiçliğe gitmeyi tercih etmiş bir adamdı. Mayakovski...
“pelteleşmiş beyninizde
kirden parlayan bir kanepede yan gelip yatan semiz bir uşak gibi
hayal kuran düşüncenizi,
kanlı bir yürek parçasıyla tedirgin edeceğim...”
Mayakovski  St. Petersburg’da dışı sade, içi karmakarışık bir evde, beyaz bir kağıda bu dizeleri yazarak başlamıştı. Beni Mayakovski ile neyin ya da kimin tanıştırdığını hatırlamıyorum ancak şiire tutkumun vebali onundur, iyi ki tanışmışız. Bir varsayımda bulunuyorum; yazmaya başladığı şiirin dizeleri çoğaldıkça Mayakovski’nin intihar yolu tıkanmıştır. Zamanın behrinde ben de o yolu ve yolu tıkayan şiiri merak edip biraz ardından gitmiştim. Herkes bu hikayeyi anlatmaz ya da benim kadar ters yüz etmez ama ben yapacağım.

Duymuştur ki Mayakovski; Tolstoy ile Gorki’nin ispinoz kuşları üzerine sohbeti terennüm edilmekte, Gorki kağıda dökülenle, felsefi ve edebi olan her şeyle ilgilenmektedir, tevatür bu ya, yazdıklarını alıp Gorki’nin yazlığına (daça) gider. Gorki, Mayakovski’nin dizelerine bakar ama dizelerle hiç bağdaşık olmayan bir yorum yapar. Evli bir kadına yazılmış bu şiir demiştir ve cesareti varsa şiiri kadının yüzüne okumasını ister, bitirince. Ergen aklımla o vakitler dedim ki; Mayakovski’nin ilk intihar girişimidir; şiiri bitirmek. Gorki’nin şiirden çok şairin iki yana sallanarak ve gözlerini kaçırmasına istinaden vardığı sonuç doğrudur. Mayakovski bir şairden ziyade umutsuz bir aşıktır.

Şiir olmasa, çok daha evvelden Mayakovski dünyaya bir yaşama amacı kalmadığından veda edecektir ama yazarak yaşamaya devam eder. Gerçek dünya ne kadar çekilmez olursa olsun, dizelerindeki yaşam onurlu, vazgeçilmez ve sürdürülebilirdir. Sonunda, bir akşam Lili Brik’i ziyaret eder. Gorki’nin kışkırtmasıyla ilk intihar girişimi Jukovski sokağındaki o evde yapılır. Mayakovski şiiri okunurken, bir köşeye çekilmiş Lili’nin içine işleyen kadınlığını izlemekte ve yarattığı dünyadan, asıl dünyaya gidip gelmektedir. 

Şiir çok geç bir yaşta da olsa Lili’nin de yaşama yine kendi elleriyle veda edişinin başlangıcıdır. Mayakovski’nin dizeleri dünyayı terk edişi yalnızca geciktirmiş, dizeler onu yıllarca bir zırhla korumuştur. Dedim ya ben çok beğenmiştim şiiri. Destansı, depresif olmayan bir şiirdir aslında ama her iki intiharın hem başlangıcı hem de geciktiricisi odur. Niye yazdım bunu ya da niye kendimce Mayakovski üzerinden, yazmanın bana verdiği her şeyi deforme etme yetkisini kullandım? Anlatayım.

Görüntülü intihar notunu gördünüz mü? Pek bir popüler son günlerde. Popüler olandan nefret ederima ama üzerine yazmam gerekiyordu zira bu iradeyi göstermenin, hak ve bazen de zorunluluk olduğunu iddia eden bir kitabım yayınlandı. Görüntülerdeki yalınlığı, soğukkanlılığı, kurguyu kitabıma yansıtabildiğimi söylemiyorum. Kolay değil ve kimse de yapamazdı zaten. Yalnızca hayat, o yaptırabiliyor, o kendi senaryosunu akıl almaz bir biçimde ortaya koyabiliyor. Evet, yaşamın kendine özgü ve insan hayalinin yetemeyeceği kadar karmaşık, çözümlenemez bir senaryosu var. Dahası senaryoyu yine hiçbir dehanın filme aktaramayacağı kadar görsel şölene dönüştürebiliyor. Görüntülerdeki sahneyi kurgulayabilecek hayal gücü olan, olsa da cesareti olabilen bir yönetmen kesinlikle yoktur.  İntihara övgü düzdüğüm de sanılmasın, ben yaşamaktan yana olanlardanım ve bunun için de argümanlarım var. Yetişkin bir erkek inceden tasarlanmış, tüm ayrıntılarıyla hazırlıklı bir ölüme gidiş hikayesi bıraktığı için onu yerecek ya da övecek de değilim. Buna ne gücüm var ne de hakkım. Eğer, orta ya da orta-üst gelir düzeyinde, günümüz alışkanlıkları, eğilimleri, zevklerine teşne bir yapınız varsa, görüntüleri izlemeyin. Kafanızı soluklanmak maksadıyla bile gömdüğünüz dünyadan yukarı çıkarmayın. Görüntüler çok tehlikeli. Bu konuda uyarmak isterim sizi.

İntihara ve sonrasına dair çok şey yazılıp, tartışılıyor. İşi etnosentrizm ekseninden koparamayan birlileri çok da tuhaf buluyor olan biteni. Normal bulmaları da. Onların farklı düşünebileceklerini düşünmek bile abes. Benim derdim öteki tarafla. Veda görüntülerini tahlil eden bir yazı okudum da tüm bunlar aklıma geldi. Diyordu ki yazıda özetle; başka özellikleriniz de baki kalmak üzre; depresif bir şiir yazma alışkanlığınız varsa, o intihar eden kişiyle özdeşsiniz. Başkaca diyeceğim; eğer depresif şiirler yazıyorsanız intihar etmeniz normal. Depresif şiirle intihar arasında organik bir bağ varmış hissi uyandırıyordu ve hatta histen ve imadan da öteye taşıyordu bu vurguyu. Doğru mu diye her şeyin üzerinden yeniden geçtim. Manik depresif şiirleri olan biriyim, çok ilgilendiriyor beni. Bir yargıya varmalıydım.

“İntiharcının” depresif şiir yazdığına ilişkin bir bilgi ben bulamadım. Hatta şiir yazıyor muydu o bile belirsiz. Yeni tıraş olmuş, bakımlı bir adam, uzun süredir üzerinde çalıştığı bir projeyi uygulamaya sokmuşa benziyordu görüntülerde. Yine de kullandığı ifadelerde benim göremediğim bir yan, şiirsel bir durum var mı diye iyice inceledim. İntiharcı bir mühendisti. “Bu sabah yaşam defterimi kapatıyorum, bana ayrılan sürenin sonuna geldik,” demişti.  Bu şair dili değildi. Bu daha çok teknokrat jargonuydu. Ve devamla; söyledikleri zaten şiirsellik içermediğini de açık ediyordu; “bu konuyu dolaylı ya da doğrudan birçok arkadaşımla konuştum, okudum, araştırdım, hatta doktora gittim.” Bilimci bir yanı yok mu söylediklerinin? Okuyup, araştırıp, doktora giderek sonuca varmak çok bilimci geldi bana. Hem şair bir yanı olsa, dizelerle hazırlanırdı, dizeler haızrlardı gidişine. Oysa yazdıklarını, şiire döktüklerini de okumuyor, tamamen doğaçlama konuşuyordu.

Sözlerine devam ediyorum. “Mutsuzum ve intihar yeni bir şey değil, devam etmek için bir istek duymuyorum,” bunlar intiharcının seçtiği sözcükler ve kanımca bırakın depresif yanını, asla şiirsel bir tarafı yok. O kadar bilimci, o kadar septik bir yanı da var ki; uyuşturucu ve alkol etkisinde yapılmadığını yaşamından sonrasına not bırakırken daha de net vurguluyor.

Şairler intihar etmez mi? Eder. Depresif şiirler yazanlar daha mı meyillidir, bilemem ama bu intihar üzerinden yapılan tartışmada mesnet olarak depresif şiirler kullanılıp, intiharın da bir tür zayıflık olarak vurgulanarak işlenmesi hoşuma gitmedi. Yazmak istedim.

Mayakovski ile Lili şiir yüzünden intihar etmemişlerdi. İntihar etmelerini belki de şiir geciktirmiştir, diyorum. Örneğim de o...


Not: Bu olayla ilgili ne yazılırsa yazılsın, eksik, hatalı, yanlış olmak durumundadır. Bu yazıyı da o gözle okumanızı dilerim.

17 Ekim 2014 Cuma

Iskalarsan Yaşamı Özür Dile




















Herkes bir yerlerde ıskalar. Ben de ıskaladım ve hem de çokça kez. Onlardan birisi için özür borcum oluştu. Bunu çok önceden de yapabilirdim ama kabullenmek ve kendimle yazışmak çok kolay değildi. Yapabilirdim, denedim de ama olmadı. Bu satırlar da öyle kolay çıkmıyor, insan başkasına yazarken kolay oluyor da kendisiyle yazışmak epeyce zor. E, şimdi yazıyorum işte.

Birbirimize sıkı sarılabileceğimiz bir tanışmamız, başlangıcımız olmadığını biliyorum. Her şeyin adaba uygun gitmediği de muhakkaktı. Sonunu da pek kavlükararınca ayarlayamadım. Sondan bakınca, baştan itibaren yanlıştım. Aynı yanlışı paylaştığımızı ve suç ortağım olduğun da şüphe götürmez. Yani diyeceğim o ki; kalır yanın yoktu benden ama sen fazladan bir şey yaptın. Sımsıkı tutundun, hadi hala ve yine acımasız olayım; tutunmaya çalıştın. Ben de göremedim. Fiyatın yerini değerin aldığı bir dünya arzuladığım halde o yaratmaya yeltendiğin değeri ayrımsayamadım.

Tüm acılara yeniden gömülmek için yazmıyorum elbette. Yazmanın erdemine inandığıma dair bende bir algı da oluşmadı. Sonu aynı bitecek bir hikayenin, başı da belliyken, kalan dokusunu daha iyi, ilmek ilmek örebilirdim. Tüm dediğim bu. Öremedim; senin ördüğünü görebilirdim; göremedim, özür dilemem gerektiğini çabucak kavrayabilirdim; onu bile becerememişim. Evet, fırsatım olsa, siyah kaplı daktilomun başına geçer, aynı sona doğru koşuşutururken, içini seni daha anlayabilecek bir biçimle doldururdum. İşte derdim bu; özürümün nedeni de... Kısaca ve sözcüklere döküp içini boşaltarak diyebilirim ki; aptallık ettim. O anlar için, o anlara bin katı anlam katamadığım için. Dedim ya, yaşama dair çok ıskalamışımdır da en büyüğü buydu.

Özür dilerim. 

An itibariyle daha mutluyum. Daktilonun tuşlarının sesinde yeniden ve daha iyi, belki de en iyi şiirlerimden birini yazamayı istiyorum. Sanırım onun için alındı. Ey kendim, kendimi bağışla, yüklerinden kurtul ve mutlu ol. Amin.

Gayri mutluyum.



Mustafa Doğan – Bitirilmemiş Mektuplar’dan Alıntı
ölü şairin defteri'nden bölüm III

ŞİİRE ÖNSÖZ YAZILABİLİR / ŞEHRİN ÖTEKİ YÜZÜ TANRI VE SEVDA

















Yaşınız nerelerde, benim yaşıma denk mi bilemem ama bizim kuşak kendinden söz etmekten pek haz almazdı. Bunun bir yansıması olarak başkalarının özel yaşamlarını kurcalamayı da pek sevmez ve beceremezdik de. Ancak, insan denilen canlının ruhuna dair özellikler de hep ilgimizi çekmiştir. Peki, bu iki karşıt duruş, bir kişinin beynine, yüreğine yerleşmişse sonuç ne olabilirdi? Tekrarı sevmiyorum ama demem o ki; hem insanın özel yaşamından uzak durup hem de insan denilen canlının ruhsal durumuna bulaşmak ve meraklanmak nasıl bir sonuç çıkarırdı?  Diğer ussal ve bilimsel yanıtları bir yana bırakarak kısaca söylemeliyim ki; çözüm dizelerdir. Bireyin özel halini küçümsemeden, insan ruhunun yüceliğinde koşuşturan şey sözcüklerin ahengidir.  İşte insanı şair, sözcükleri dize ve şiire dönüştüren tılsım. Aşağıda, karma karışık ama sadeliğin tılsımına vakıf kimselerin şiiri yazılı. Buyurun buradan yakın.
Mustafa Doğan / Yeni Delhi – Uzaklar – Ekim 2014
(günün birinde ölü şairin defteri'ne dahil olacak)

ŞEHRİN ÖTEKİ YÜZÜ TANRI VE SEVDA

Bu çürük şehirde
kurtçuk sinmiş ceviz yaprağı büyüklüğünde
atardamarları görünen ve dahi okunan
sılaya benzer, hasreti yüklü
zalım bir sokakta meçhul müdavimliğimdeyim yine,
Hiç gerçekçi olamamışım ki öyle bir dünya düzeni
sağıltılamayan sanrılarıma bakarak
özüme muamele terör örgütü mensubu
saygın medyanın ifadesi ve buyurusuyla en azgınından
katil
en yoğun haliyle şair,
işte demem o ki;
hayatı bahşeden
varsıl, her şeyi ve dört yanı mamur bir tanrının
açtığı ateş ile sevdalanmaya yüz tuttuğuma dair
derin emareler var
şuramda, hasreti yüklü
yüreğimin konuşlandığı sol yanımda,
Stratejik önemi haiz zira
azgın kan selleri geçiyor içinden içinden
ne kuşluk, ne zemheri, ne yakın çağ
dinmiyor çırpınması, de çarpıntısı
sebebi yarım sevda,
Henüz tüketilmemiş ve asla tüketilemeyecek kadar çok
yüklü, asil ve inançsız bir acıyla
kıvrım kıvrım kıvrandırıyor
yanımın birinde tanrı, öteki yürek
anam doğurduğu saliseden bu yana beni
seçtikleri tarafımdan başlayarak,
Yılgın, öfkeli, vurdumduymaz
kıt kanaat aç bir iti besleyen
merhametinde
marifetinin de keyfini sürerek
tevekkül talep ediyor
bu acizden
ilkin tanrı, sonra sevda, hasreti yüklü,
Bir şey verilmeyecek kadar ve her şey verilse de tatmin olmayacak kadar
olsa da tatmin etmeyecek kadar
kadar kadar
unuttuğu çarık çürük bir şehir kuytusunda
ha bire ayakta kalarak
hem de mutlu etmek için yüce tanrıyı
bir de müşteki
yancısı sol yanımın sancısı
yaş söğüt dallarıyla kırbaçlatıyor kendimi,
Yaser Arafat vardı o vakitler
fare suratlı bir adam ama belinde de kallavi silahı
önce faşiste ve sonra tanrıya başkaldırmayı adet edinmişti ki
sevdalarını da bilirim efendinin
ben de ona inat ve ondan feyzalarak
hatta sürünerek ve beceremeden onun kadar dik durmasını
açlıktan ağzımın kokmasına izin verdim en çok
kan suyu kadar azıcık da çarpmasına aşkla böğrüme
yüreğin,
Sanıyor ki tanrı
sunduğu bir ezadır genç bedenimde o vakitler
sarmalayan bir derin ızdırap,
işbirlikçisi, içime istihbari bilgiler için
sol yanıma ve stratejik
yerleştirdiği deli
an geliyor diyor ki; tanrı benim
ki başkaldırcısı ve asılacak bir asi
ayrımında değil
bir mürted,
Heyhat
yalan ve yanlış ve acımasız bir kan pompalayıcısını
işbirlikçisi tanrıyı
kendime bir ezelden öteki ebede
kılavuz tayin etmişim
namussuz olan benim,
Kızıl bir gün batımı
kısa ve senin için yaratılmış, yapılmış engebelerin üstünden
sopayla top savurturken müstakbel sahibem
beni de senin gibi onun yarattığını
bir de senin de sol yanında bir kas yığını taşıdığını bilmekle beraber
vereceğin ücreti beğenmeni bekleyen şu ıslak kedi yavrusu benim
duy sahibem duy,
Bizi, hem seni varsıl insan, hem beni kapı önü miyavcısı
bu şehre amade kılan aynı tanrının
altarına taşıdığımız kurbanlar,
Şehri insansız tahayyül et, bir an
bir ucundan kasırga yürüsün, öteki ucundan ben
buluşalım körüklemelere uygun bir mahallinde
daha ziyade espiyonaja davetkar olsun
kurşun izleri kapatılmış, asılı bombalı pankartları inik
duvarlarında kırmızı, damar suyu renginde al
yazılar silinmemiş
“kahrolsun devrimciler ve aşk”
bitireceğiz insanlığı
hal böyleyken
paçamdan yakalayıp savursun başka ve insancıl bir asi şehre
aşk yoksa, bilemedin tanrı kalsın bu yerde,
İliklerine ihanet sızdırılmış ha kafir, ha yoluk, ha yenik
ne idiğü belirsiz şehre
kanatsız bile katlanabilen doğan avcıdır velakin her avcı kadar av
beklemektedir
her fani kadar ahlaksız, suskun
ılık bir esintide, varsa amenna cennetde bir ağacın altına gömülmeyi
neydi adı
vasiyet et, eder,
Kimse öğrenmeyecekse ve varsa bir dirençse mihenk noktası
bir direnmeye davetse sözcükler
mağrur ve yapışkan bir pençedir
savunmanın da özeti,
Sürünüyoruz üstad, sömürge bir toprak üstünde bir yığın olarak
bir şehir kuruluyor bin köy yıkılarak
bir insan doğuruyor tanrı milyon insan feda ederek
bu yanı nasılsa kainatın
öteki yanı
senden yanı
karbon konmuş aynı minval üzre
tanrı her yerde aynı yakıtı kullanıyor
ısınmak ve gülmek için
söze vurulursa sevda, kabı istenirse yürek
tanrı işbirlikçisinin esiri,
Hep birlikte ve ama farklı meşgalelerle avunuyoruz
ben bir, sen bir, o bir
kuşkucu olmayan emre amade yanımı gönderdim tanrıya
selamımı ilet dedim sol yanımdaki ihanet şebekesi
kaalesiz ve deli
o halde ben de
türküsündeyim hayatımın

bir ayrılık, bir yoksuzluk, bir ölüm...