31 Ocak 2014 Cuma

Azlık Vakti


okurken dinlemek için: 
http://youtu.be/o1dBg__wsuo




AZLIK VAKTİ



“Hepimiz insanız,” zevahiri kurtarma sözüdür.
Hatalarımızın mahanası değilse de azaltıcısıdır.


Yaklaşık altı ay önce, tam tarih vermiyorum, yaklaşık akşam vakti, saati de vermeyeceğim, kapısı iki kanatlı ve yüksek, o kapı yorgunluğunu atmış ağaçtan mamul, üstüne astarsız boya sürüldüğünden, şimdi tahta kısmının damarları görünmekte, dingin, suskun bir mahallenin orta yerine kondurulmuş iki katlı, çok pencereli binadan içeriye sızdık. Sanırım kalu beladan bu yana konuşmuyorduk ve valizlerin ikisini de ben taşıyordum, ki; valizlerin aslında hem kan kırmızı olanı ve  hem de koyu kahverengi olanı bana aitti, açılmamayı bekliyordu, ona göre tanzim edilmiş, pılı pırtı içine gelişi güzel öyle tıkılmıştı. Valiz kadın eli değmemişse, nasılsa her halükarda karmakarışık, düzensiz olacak ve kapak şöyle arkaya doğru fırlatılır fırlatılmaz kendiliğinden “bana kadın eli değmemiştir,” diye höykürecektir.
Kapının zili olmadığına ve umum istediği gibi, istediği zaman içeri sualsiz girebildiğine göre ben de içeri önceliği bırakarak, bekleyerek girdim. Ahenksiz, ayaklarım arada bir şemiklerinden yana doğru kayacakmışçasına eğilip bükülmeye teşne basıyordu, lakin direndim. Valizler baldırlarımı, aşağısına doğru her adımda şöyle bir sıyırıp acıtsa da devam edip, öyle tereddüte mahal bırakmadan peşi sıra gittim. Sürükleyen ben olsam da, yaşa, başka şeyler de var ama en azı yaşa, hürmeten arkasından uyumsuz adımlarla gitmeyi sürdürdüm. Bırakmadım peşini.
Annem daha en başta, geride kalıp kapıyı kapatmaya yeltendiğinde yüreciğim bir cız etti, dışarı çıkıp olmayan ve onu duyamayacak koca bir ahaliye uzun bir nutuk çekecek ve ne kadar bedduası varsa üzerime, insanların önünde salacak sandım. Çift kanatlı, kuru üzüm tanesine benzeyen kapıyı kapatıp, önüme geçti ve yürüdü. Muhtemeldir ki kapının arkasında, mahallenin meydanına bakan merdivenlerin karanlık çökmüş gökyüzü siluetinde bulutlar, en çok beyaz bulutlar bırakmış, ve yine muhtemeldir ki babamın ölü bedenini buraya taşıyamasa da ruhunun takip ettiğini hayal edip, onu da içeri almak için elleriyle kapıyı, ruhu da davet edip içeri alarak, bizzat kapatmıştır.
Odalara açılan koridorun uzatılmış yürüyüşünde, önde annem, arkasında ben ve elbette ortamızda saygıyla ama endişeyle ve en az annem kadar bana kızgın ama en az annem kadar bu kızgınlığını benden saklayan babamın ruhu yürümektedir. Kimsesi kalmayan, bozkıra emanet bir köyün sahibi gibi yüksekce bir yerde, köyü arşınlamaya hazır ruhların ikamet ettiği mezarlıkta duramamış, annemi merak etmiş ve elbette bana güvenilmeyeceğini bildiğinden, mezarlığı, yaradanın da iznini almadan firar ederek, peşimize düşmüştür. Ol sebepledir ki, şimdi annem kadar, annemle aramızdaki sessizliğin anlattığı hacimde büyük bir gerçekle ikimiz de inanıyoruz ki, koridoru arşınlayan iki sağ, biri ruh üç çift ayağız.
Kapıların bazısı açık, bazısı koridordan kendisini korumak için sıkı sıkı kapanmış ve çok azı hava alsın oda diye sakınmış kendini. Birinci kapıyı geçiyoruz, ikinciyi ve bilmem kaçıncıyı ama annem ile babamın sorumluluğunu, en doğru söz mesuliyet olurdu aslında, yıkacağım odanın kapısı bir türlü bana yaklaşmıyor. Tüm aşınmışlığına, yorgunluğuna ve köhnemişliğine rağmen üst pervazın orta yerine pekçe yapışmış duran numaralar artmıyor, yürüdükçe azalıyor.
Annem yine babamın ruhunu da davet edercesine ve babamın da asla bırakmadığı nezaketini sürdürürcesine önce kendisini sonra da eşini sağ tarafa açılan oda kapısından birinden içeri alıyor. Arkalarından da ben giriyorum. Terliyim. Gözlerimin çukuruna anlımdan gelen damalacıklar doluyor ve iki elim de dolu olduğu ve ben silemediğim için terin tuzu gözlerimi yakıyor. Yatağın üzerine bırakılmayacağını biliyorum valizlerin, annem öğütler dururdu. Evimizdeyken yatağın temizliğine gösterdiği ihtimam bazen bizi çileden çıkarsa da evin tek hakimine biat eder, azar işitmemek için o duyarlılığının öfkeye dönüşmemesi için çaba gösterirdik.
Yemeklerimizde ya da giysilerimizde de özenli bir kadındı elbette annem ama yatağın ayrı sağlık kuralları olurdu hep. Yastıkların ve çarşafın içinde güller saklanmışçasına kokması ama annem hasta olsa bile öyle kokması evin anayasasının başlangıç hükmüydü. Başımı erkenden yatağa götürmemi, uykumun saflığını, uzunca yıllar tebessümle yatıp, mutlulukla kalkışımı bu özenle ilintiler dururum ki annemden sonra her şey tersine dönmüştü ve ben bir daha o huzurla uykuyu yanyana getiremeyişimi zamanında annemin beni alıştırmasına bağlardım.
Annem, yatağın üstüne oturmadı. Zifiri karanlığı çerçeveleyen pencere önündeki mika sandelyenin ucuna ilişti. Saçlarının gözüne düşen hoyrat kısımalarını düzeltti eliyle, biraz da yakalarına çeki düzen verdi. Başını hafif öne eğip, vedalaşmamı beklemeye koyuldu. Yere uzattım valizleri, sırayla açtım. İçlerine tıkıştırdığım bir iki poşeti alıp dolaplara koydum. Annem, ne yaptığımla çok ilgilenmedi, ne yapacağımı biliyordu. Valizleri kapattım, odanın dışına bırakıp döndüm. Çekmeceleri, perdeyi, kapı kolunu, aklıma ne gelir, gözüme ne ilişirse onları kurcalamaya başladım. Bu hal yaklaşık şuna tekabül ediyordu ve bunu ikimiz de (hatta babam da oradaydı, üçümüz de) biliyorduk: bir an önce bırakıp gitmeyi, o en günahkar anı yaşamayı, hemen şu an kendimi, kalan kısmımı da yok edip sürüncemede bıraktığım zamanı bitirmeye çalışmak. Tam buydu işte. Cesaretle kendimi şimdi ve onlar için ortadan kaldırmalıydım. Bu belki de en doğru şeydi. Ama epeyce güç de bir işti. İnsan kendine acıyabilir, insan kendini değersizleştirebilir ama kolaycacık yok edemezdi. Beceremedikçe sağa sola bakınıp, kurcalayacak yeni eşyalar arandım ama oda sadeliğinin naleti çuvallandı üstüme. Duvarlarda dolaştırdım parmaklarımı, kireç duavarlara sürdüm. Elektrik prizine, sebepsiz bırakılmış eski kabloların çıkıntısına dadandım. Nafile...
Annem yeltendi her şeyi kolaylaştırmaya. Ayağa kalktı, yanıma kadar geldi ve öpmem için elini uzattı. Sarılsam da mı öpsem, öpsem de mi sarılsam bilemedim. Benim derimi saran titreşim ikisini de, ve milyonlarca kez yapmayı istiyordu ama bu anlar tek yanlı olmuyor. Sarılmak ve öpüşmek mutlaka iki yanlı. Annemin ve ona eşlik eden babamın ruhunun öfkesi orta yerde.
Bunu bir “beni affet” sarılmasına dönüştürebilirim de... Yalın, uzak bir el öpme, geçiştiren bir vücut kavuşması beni kurtaracak kurtarmasına da bu anın kalan zamanda beni nasıl bir özlemle yakacağını biliyorum. Aklım basıyor, yüreğim nahoş olsa da. Günün birinde, bu ana geri dönecek, anımsayacak ve şimdiki kadar ve yeniden bedbaht olacağım.
Annemin eli o kadar yukarıda duruyor ki, çocukluğum, ona aitliğim, kokusu, her şey beni duvara doğru iteliyor, ondan uzaklaştırıyor. Eliyle beni öteliyor annem. Hiç yapmamıştı. Öpüyorum, başıma koyuyorum elini.
“Sağol,” diyor.
Ona yaşlanınca yalnız yaşanamayacağını anlatmış mıydım, konuşmuş muyduk çıkaramıyorum şimdi. Yalnızlık genç işidir, demiş miydim? Çok odalı, çok anılı, çok umutsuz büyük bir çatının altına doldurulmuş, ölümü bekleme durağı kabilinden bir mekana terk edilmekle yalnız yaşama kıyaslaması yapmış mıydık hiç? Annemle konuşurduk. Mutlaka açılmışızdır korkularımızla birbirimize.
“Daha iyi bir çözüm olacak,” diyorum sonra.
“Biliyorum, haydi sen git... Kalma daha gece...”
Sarılıyor, sarılıyoruz. Öpüyor, gözlerimden.
“Annem sana emanet,” diyorum babama. Çıkıyorum.
Otobüs durağında iki kadın bekleşiyor. Bir amele türkü çığırıyor, sesi geliyor uzaktan. Üstümü toprakla örtüyorlar. Kararıyor.


Mustafa Sait

30 Ocak 2014 Perşembe

pencere


pencere


karanlığı soluyorum yine
yine görmediklerime bakıyor gözlerim
yine bir pencere
maviye döndürmüş ustası ağacı
umut eklemiş, yaldızlı bir umut
pencere umuttur yazmış
alışılmadık ve görünmez
kem kalemlerin işi değil
yalnızlığın mesleği
imkansızlığın orta yeri
yaşamanın motoru
silahlı gücü direncin
aşk varsa umut var yazıyor
şimdi kızıla dönmüş çerçeve
ardı gökyüzü
içi gökkuşağı
rengi tek
umut imkansızlığın düşmanı
imkansızlık aşkın yareni
hayat böyle uzayıp gidiyor
bakıyorum
akşam olmuş
kısalmış kalan zamanlara
yatıyor
uyuyorum
sabah yine pencere
yine imkansızlık
yine umut
sövüyorum gelmişime geçmişime...


(Fizan 2013)
Mustafa Doğan

(her şey "ölü şairin defteri'nde yazılı aslında)

10 Ocak 2014 Cuma

adı kadın

bir kadın beklerdi
geciken otobüsünü
durağın içi endişe
sağ yanında uykusuzluk
unutmak ne mümkün derdi
uğultulu mahsur ve adanmış ise
çekilmelikti yaşamak
adı konmamış
kıymık gücünde
sağlıksız, rencide, tumturuklu
küfürler ederdi kadın
vakitsiz geçirilmiş içi dolu
halk istifleyicilerine
kar yağardı o durak
rüzgar içine işler o durak
istemeden gelen bir yaş günü
güneş anlacında
yine o durak
kırılgan kadınlar
yüksünmemiş aşklar
tırpanlanmamış hasret
dağ kavi
ama hepsi iki sözcükten mütevellit
solgun, layığını bulmuş
dönemsel
isimleriyle müsemma
o durak
bir kadın beklerdi
şiir kadar öfkeli
öfke kadar sıcak
şair denli gönülalçak

(Fizan)
Nazım V.


8 Ocak 2014 Çarşamba

Söz

Acı çekmenin ne demek olduğunu bilse tanrı hiç aşkı yaratır mıydı?
                               M.Bartlett

5 Ocak 2014 Pazar

Kant ile kedi

Kedilerin Felsefesi Filozofların Kedileri adında bir kitap geliyor... Gelmeden Kant ve kedi üzerine şu bilindik vurgulamayı yineleyelim istedik:


Koltuğunuzda oturuyorsunuz, kediniz ayak ucunuza kıvrılmış. Yerden yuvarlanarak gelen bir top bölüyor tembelliğinizi. Kediniz topun arkasından koşuyor, siz topun nereden geldiğine bakıyorsunuz. Çok sonra yine aynı top, kediniz yine peşinde ve siz yine topu size göndereni merak ediyor oraya dönüyorsunuz. İçgüdüsel bu davranışlar. İnsan merak eder, kediler için eğlence çıkması yeterlidir. 
Şimdi topu bu hikayeden çekip yerine yaşamı koyuyorum. Geçip gidiyor. Bazı insanlar dünyanın nereden geldiğine, yaşamın kaynağına odaklanır. Oraya bakar. Kalanlar ise hiç bakınmadan günlük yaşamın ardından koşturur durur. 
Sorgulamadan, yaşamın ardından koşanlara "siz dünyanın mutlu kedilerisiniz" diyoruz.

Mörhali 

4 Ocak 2014 Cumartesi

Önerilen kitap: Neden Yazıyorum - George Orwell

NEDEN YAZIYORUM - George Orwell

Ölüşüyoruz

ÖLÜŞÜYORUZ

Lüzumu yok denizin
iki adım atarım
karşı duvarda babamın
onbaşılık fotoğrafı
siyah beyaz her şey
soldurmadığım krizantemler
içeri sarmış kürdili hicazkar
çok bile

Göz görmüyor ki aslı bu
her işin
yalnızlığım görüyor
dalgasız, üstünde hırpalanmış
hasretli gemicileriyle
camgözler diyarı
derya

Yürüyorum paytak paytak
içmişim iki kadeh
o da muhafazakar ve ölçülü
ısıtmasa da üşütmüyor
ağlatıyor
aklımda kaş çatışların
haklıca

Biliyorum
haddinden fazla
zanaatim bu
eh, sen de hallice güzelsin
elimde değil
vazgeçmek
tükeniyoruz karşılıklı
ölüşüyoruz affet

                       Orhan Soloğlu (Ocak 2014, İzmir)

2 Ocak 2014 Perşembe

Uçurum

Cazibeli uçurumlar kıyısında
duruyorum
şarkı söylüyorum karanlığına
Devasa ve mor
davetkar olan
içeri çağırmakta fütursuzca
Bırakıp bir ezgiyi yarım
uçamam
prensiplerim de var
eriniyorum da azıcık
Haydi halaya duralım o halde
hangi kapıyı açsam
boşluk
kime küfretsem
siyasi
Belimden yakala, al içeri
düşmektir, diyorsun
korkun, diyorsun
şah, diyorsun
yeniliyorsun
Ayağımın kabının ucunda her şey
sıyırıp geçiyor
yığınla düş
hala ayaktayım
hala kapalı
gözlerim
Kucakla gel
al içeri
bitir de
sol yanım güçsüz
şişşşt de
öl de
kal deme
çırpın ardımdan

Orhan Soloğlu ( Aralık 2013, İzmir )

1 Ocak 2014 Çarşamba

Bir şehri yağmalıyordu eşkiya

Bir şehri yağmalıyordu eşkiya
Ben direnmeden büyürken içinde
Çürüktü her aşk, içi kof
Sığınıyordu genç kadınların
Çaresizliğine
Çabuk serpildin, hatta gereksiz
Rüzgar ıslatan sözlerinden biliyorum
Soğuk ışıldayan bu şehrin katlinden
Bir de, inanmayacak kimseler elbet ama
Ağladıkça yeşeren ağaçlardan
Sen ki, kumaşlara belenmiş vücut
Akında saçının hüzün
Yolsuzluk vakitleri diyordun
Dünyanın
Paylaşmadıkça büyütülüyordu
Kimse basmıyor ki
Uslanmıyordu nasrı acının
Diyalektik bu, bunun neresi
Bambaşka bir şey şimdi mırıldandığım
Aşktır kaçılmaz
Buradan başlıyorum anlatmaya
Yeniden
Siniyor kar kokusuyla üstüme
Vadedilmemiş bir geleceği paylaşıyoruz
Tanımadan birbirimizi
Şili'de ya da Kore'de
Çok emin değilim
Ya da önemsiz nereli olduğumuz
Senin, benim ya da aşkın
Bir çocuğun dilenen sesi çarpıyor
Aydınlanmamış duvarlara
Çocuk bize yabancı
Gömülüyoruz
İçtikçe gömülüyoruz içine dünyanın
Yel değirmenlerinde öğütüyoruz
Aklımızı
Anlıyoruz anlayabildiğimiz denli
Yalnızca aşktan vazgeçebiliriz
İman edersek ki zor
Kadim dostum
Vazgeçmeyceğimize aşık oluruz
Keman sesi
Şimdi ve tam sırası
Tanımsızız anlıyor musun
Varız ya da yokuz
Kesinliği kuşkulu ama
Ama aşığız
Vuralım kendimizi köşkerler uyuyan sokaklara
Eski solgun ayrımcı kaldırımlarda
Öldürelim adamlığımızı
Ne işe yarar aşklar
Şehirler niye var
Cevapsız sualler dost
Bunlar cevapsız
Şehir pisliğiyle örtüyor pisliğimizi
Biliyoruz hepimiz
Sen, ben, hepimiz
İkametgahlıları semtlerin, muhitlerin
Biliyorsunuz sizler de
İcazet talepli söyleyeceğim sırrımı
Seni sevmiyorum sahibim
Seni hiç sevmiyorum
Şehri, onu da
Hangi sene kıtlık olursa
Ben ikmale kalmadan sınıfımı geçiyorum
Hangi sabah bana gülümsemişsen
Ölüyorum


                              Anonim




Sinema Savaşları



SİNEMA SAVAŞLARI