“Hepimiz insanız,” zevahiri kurtarma sözüdür.
Hatalarımızın
mahanası değilse de azaltıcısıdır.
Yaklaşık altı ay önce,
tam tarih vermiyorum, yaklaşık akşam vakti, saati de vermeyeceğim, kapısı iki
kanatlı ve yüksek, o kapı yorgunluğunu atmış ağaçtan mamul, üstüne astarsız
boya sürüldüğünden, şimdi tahta kısmının damarları görünmekte, dingin, suskun
bir mahallenin orta yerine kondurulmuş iki katlı, çok pencereli binadan içeriye
sızdık. Sanırım kalu beladan bu yana konuşmuyorduk ve valizlerin ikisini de ben
taşıyordum, ki; valizlerin aslında hem kan kırmızı olanı ve hem de koyu kahverengi olanı bana
aitti, açılmamayı bekliyordu, ona göre tanzim edilmiş, pılı pırtı içine gelişi
güzel öyle tıkılmıştı. Valiz kadın eli değmemişse, nasılsa her halükarda
karmakarışık, düzensiz olacak ve kapak şöyle arkaya doğru fırlatılır
fırlatılmaz kendiliğinden “bana kadın eli değmemiştir,” diye höykürecektir.
Kapının zili olmadığına
ve umum istediği gibi, istediği zaman içeri sualsiz girebildiğine göre ben de
içeri önceliği bırakarak, bekleyerek girdim. Ahenksiz, ayaklarım arada bir
şemiklerinden yana doğru kayacakmışçasına eğilip bükülmeye teşne basıyordu,
lakin direndim. Valizler baldırlarımı, aşağısına doğru her adımda şöyle bir
sıyırıp acıtsa da devam edip, öyle tereddüte mahal bırakmadan peşi sıra gittim.
Sürükleyen ben olsam da, yaşa, başka şeyler de var ama en azı yaşa, hürmeten arkasından
uyumsuz adımlarla gitmeyi sürdürdüm. Bırakmadım peşini.
Annem daha en başta,
geride kalıp kapıyı kapatmaya yeltendiğinde yüreciğim bir cız etti, dışarı
çıkıp olmayan ve onu duyamayacak koca bir ahaliye uzun bir nutuk çekecek ve ne
kadar bedduası varsa üzerime, insanların önünde salacak sandım. Çift kanatlı,
kuru üzüm tanesine benzeyen kapıyı kapatıp, önüme geçti ve yürüdü. Muhtemeldir
ki kapının arkasında, mahallenin meydanına bakan merdivenlerin karanlık çökmüş
gökyüzü siluetinde bulutlar, en çok beyaz bulutlar bırakmış, ve yine
muhtemeldir ki babamın ölü bedenini buraya taşıyamasa da ruhunun takip ettiğini
hayal edip, onu da içeri almak için elleriyle kapıyı, ruhu da davet edip içeri
alarak, bizzat kapatmıştır.
Odalara açılan koridorun
uzatılmış yürüyüşünde, önde annem, arkasında ben ve elbette ortamızda saygıyla
ama endişeyle ve en az annem kadar bana kızgın ama en az annem kadar bu
kızgınlığını benden saklayan babamın ruhu yürümektedir. Kimsesi kalmayan,
bozkıra emanet bir köyün sahibi gibi yüksekce bir yerde, köyü arşınlamaya hazır
ruhların ikamet ettiği mezarlıkta duramamış, annemi merak etmiş ve elbette bana
güvenilmeyeceğini bildiğinden, mezarlığı, yaradanın da iznini almadan firar
ederek, peşimize düşmüştür. Ol sebepledir ki, şimdi annem kadar, annemle
aramızdaki sessizliğin anlattığı hacimde büyük bir gerçekle ikimiz de
inanıyoruz ki, koridoru arşınlayan iki sağ, biri ruh üç çift ayağız.
Kapıların bazısı açık,
bazısı koridordan kendisini korumak için sıkı sıkı kapanmış ve çok azı hava
alsın oda diye sakınmış kendini. Birinci kapıyı geçiyoruz, ikinciyi ve bilmem
kaçıncıyı ama annem ile babamın sorumluluğunu, en doğru söz mesuliyet olurdu
aslında, yıkacağım odanın kapısı bir türlü bana yaklaşmıyor. Tüm aşınmışlığına,
yorgunluğuna ve köhnemişliğine rağmen üst pervazın orta yerine pekçe yapışmış
duran numaralar artmıyor, yürüdükçe azalıyor.
Annem yine babamın
ruhunu da davet edercesine ve babamın da asla bırakmadığı nezaketini
sürdürürcesine önce kendisini sonra da eşini sağ tarafa açılan oda kapısından
birinden içeri alıyor. Arkalarından da ben giriyorum. Terliyim. Gözlerimin
çukuruna anlımdan gelen damalacıklar doluyor ve iki elim de dolu olduğu ve ben
silemediğim için terin tuzu gözlerimi yakıyor. Yatağın üzerine
bırakılmayacağını biliyorum valizlerin, annem öğütler dururdu. Evimizdeyken
yatağın temizliğine gösterdiği ihtimam bazen bizi çileden çıkarsa da evin tek
hakimine biat eder, azar işitmemek için o duyarlılığının öfkeye dönüşmemesi
için çaba gösterirdik.
Yemeklerimizde ya da
giysilerimizde de özenli bir kadındı elbette annem ama yatağın ayrı sağlık
kuralları olurdu hep. Yastıkların ve çarşafın içinde güller saklanmışçasına
kokması ama annem hasta olsa bile öyle kokması evin anayasasının başlangıç
hükmüydü. Başımı erkenden yatağa götürmemi, uykumun saflığını, uzunca yıllar
tebessümle yatıp, mutlulukla kalkışımı bu özenle ilintiler dururum ki annemden
sonra her şey tersine dönmüştü ve ben bir daha o huzurla uykuyu yanyana
getiremeyişimi zamanında annemin beni alıştırmasına bağlardım.
Annem, yatağın üstüne
oturmadı. Zifiri karanlığı çerçeveleyen pencere önündeki mika sandelyenin ucuna
ilişti. Saçlarının gözüne düşen hoyrat kısımalarını düzeltti eliyle, biraz da
yakalarına çeki düzen verdi. Başını hafif öne eğip, vedalaşmamı beklemeye
koyuldu. Yere uzattım valizleri, sırayla açtım. İçlerine tıkıştırdığım bir iki
poşeti alıp dolaplara koydum. Annem, ne yaptığımla çok ilgilenmedi, ne
yapacağımı biliyordu. Valizleri kapattım, odanın dışına bırakıp döndüm.
Çekmeceleri, perdeyi, kapı kolunu, aklıma ne gelir, gözüme ne ilişirse onları
kurcalamaya başladım. Bu hal yaklaşık şuna tekabül ediyordu ve bunu ikimiz de
(hatta babam da oradaydı, üçümüz de) biliyorduk: bir an önce bırakıp gitmeyi, o
en günahkar anı yaşamayı, hemen şu an kendimi, kalan kısmımı da yok edip sürüncemede
bıraktığım zamanı bitirmeye çalışmak. Tam buydu işte. Cesaretle kendimi şimdi
ve onlar için ortadan kaldırmalıydım. Bu belki de en doğru şeydi. Ama epeyce
güç de bir işti. İnsan kendine acıyabilir, insan kendini değersizleştirebilir
ama kolaycacık yok edemezdi. Beceremedikçe sağa sola bakınıp, kurcalayacak yeni
eşyalar arandım ama oda sadeliğinin naleti çuvallandı üstüme. Duvarlarda
dolaştırdım parmaklarımı, kireç duavarlara sürdüm. Elektrik prizine, sebepsiz
bırakılmış eski kabloların çıkıntısına dadandım. Nafile...
Annem yeltendi her şeyi kolaylaştırmaya.
Ayağa kalktı, yanıma kadar geldi ve öpmem için elini uzattı. Sarılsam da mı
öpsem, öpsem de mi sarılsam bilemedim. Benim derimi saran titreşim ikisini de,
ve milyonlarca kez yapmayı istiyordu ama bu anlar tek yanlı olmuyor. Sarılmak
ve öpüşmek mutlaka iki yanlı. Annemin ve ona eşlik eden babamın ruhunun öfkesi
orta yerde.
Bunu bir “beni affet”
sarılmasına dönüştürebilirim de... Yalın, uzak bir el öpme, geçiştiren bir
vücut kavuşması beni kurtaracak kurtarmasına da bu anın kalan zamanda beni nasıl
bir özlemle yakacağını biliyorum. Aklım basıyor, yüreğim nahoş olsa da. Günün
birinde, bu ana geri dönecek, anımsayacak ve şimdiki kadar ve yeniden bedbaht
olacağım.
Annemin eli o kadar yukarıda
duruyor ki, çocukluğum, ona aitliğim, kokusu, her şey beni duvara doğru
iteliyor, ondan uzaklaştırıyor. Eliyle beni öteliyor annem. Hiç yapmamıştı. Öpüyorum,
başıma koyuyorum elini.
“Sağol,” diyor.
Ona yaşlanınca yalnız
yaşanamayacağını anlatmış mıydım, konuşmuş muyduk çıkaramıyorum şimdi. Yalnızlık
genç işidir, demiş miydim? Çok odalı, çok anılı, çok umutsuz büyük bir çatının
altına doldurulmuş, ölümü bekleme durağı kabilinden bir mekana terk edilmekle
yalnız yaşama kıyaslaması yapmış mıydık hiç? Annemle konuşurduk. Mutlaka
açılmışızdır korkularımızla birbirimize.
“Daha iyi bir çözüm
olacak,” diyorum sonra.
“Biliyorum, haydi sen
git... Kalma daha gece...”
Sarılıyor, sarılıyoruz.
Öpüyor, gözlerimden.
“Annem sana emanet,”
diyorum babama. Çıkıyorum.
Otobüs durağında iki
kadın bekleşiyor. Bir amele türkü çığırıyor, sesi geliyor uzaktan. Üstümü
toprakla örtüyorlar. Kararıyor.
Mustafa Sait