26 Şubat 2014 Çarşamba

Kaba Hırsızlıkların Ülkesi (Alelusul Yazılar Serisi 5)


KABA HIRSIZLIKLARIN ÜLKESİ

Dr. Mahide Görgülü Uyar


Türkiye’de bir tuhaf yapı var. Birazını Afrika’dan almışız, biraz Asya da kokuyor, doğulu yani. Kendimize has kısmı da ekledik mi, işte bu aşure çıkıyor. İşin tuhafı bu yapının batıya ait olduğunu savunuyoruz, hiç alakası yok. Batı burjuva demokrasisi üretti, kapitalizm onların eseri, liberalizm de... Bu meretleri tam almış olsaydık böyle kaba hırsızlıklar, aşikar yolsuzluklar, rüşvetler olmazdı. Bizde oluyor zira doğuluyuz. Batıda bu kabalıkta (boyutta demiyorum) bir hırsızlık kabul edilemez. Yolu yordamı vardır, hırsızlığın. Adına liberalizm filan diyoruz. . İnceden, sistemli ve acıtmadan yapılır her şey. Kaba bir biçimde yapan ahlaksız olarak görülür ki; bilindiği üzere ahlaksız kavramı batıda çok da bizimki kadar kolay söylenmez. Ahlakçı değildirler yani.
Yakın dönemde batıda yaşanan en kaba ve büyük hırsızlık olayı Enron’dur. Yıllarca yöneticiler ile denetçiler el ele vermiş ve şirketi soymuşlar. Gümbürtüyle gittiler. Soruşturmalar açıldı, kaynaklar tahsis edildi, kafa patlatıldı ve sistem kendine çeki düzen verdi. Yoksa kapitalizm çöküyordu. ABD’de vergi verenler ayağa kalktı. Kapitalizm affetmedi. Sorumlular, “kutsal sisteme” kabaca zarar vermek suçuyla kamuoyuna teşhir edildiler. Soruşturmalar sırasında uçakla seyahat etmeleri bile eleştirilince, adamlar Kuzey Amerika kıtasını bir uçtan bir uca arabayla geçip ifadeye gittiler.  Bu yolsuzluk, hırsızlık olayı tüm batıyı etkiledi. Kapitalizm tüm birimlerini, işlemlerini, acentalarını velhasıl yapısını gözden geçirdi ve kaba hırsızlıkların, yolsuzlukların önü alınması için önlemler alındı. Enron, yanında uluslararası denetim şirketleri dahil epey kapitalisti  götürdü. Sistem kendini idame ettirmek için kendini yenileyebilen uzuvlarını acımadan yedi.
Batıdaki kapitalizmi iyi okuyamayanların, kaba hırsızların işiydi Enron. Ayrımına varamadılar kapitalizm eliyle hırsızlık ince bir işti, bunu atladılar. Batının centilmen, nazik, incitmeyen, diplomatik yollarıyla hırsızlık yapmak için inşa edilmiş sistem, yani yeni ehlileştirilmiş kapitalizm es geçilip, vahşi kapitalizm dönemini çağıran bir kabalığa tevessül edilmişti. Kendini gözden geçirdi ve varlığını sürdürecek önlemleri aldı. Kapitalizm kurum ve kurallarını ince, büyük ve sürekli hırsızlık için versiyon yenileyerek sürdürüyor.
Bizde ise ne burjuva demokrasisi inşa edildi, ne liberalizm getirildi ne de yeni ya da eski versiyon kapitalizm bütünsel olarak uygulamada. İnsanlık, insanı yok eden bu sistemlere razı kılınmışken, bunların bile çok daha gerisindeyiz. Ama bizde batının yapıları göstermelik olarak var. Kuralları alıp, mevzuatı yapıyoruz, lakin hala Afrikalıyız ve Asyalıyız yahut doğuluyuz (ne şarkiyatçıymışım da haberim yokmuş). Kibar hırsızlık, hırslarımıza yetmiyor. Kaba hırsızlıklar, yolsuzluklar ve rüşvetler dönüyor sabah akşam ve biz bunları zaten biliyorduk. O kadar büyük adiliklerle karşı karşıya kalıyoruz ki; adam gibi bir kapitalizme şükredebilir hale sokulduk. Bu denli büyük bir ilkellik olur mu? Oluyor. E, ne diyelim; sistem bu. Yiyin efendiler.

25 Şubat 2014 Salı

sen yokken


sen yokken
seni daha bozguncu sevmek istedim
kınında bıçak sesi olmanı
dayanmış boğazıma çıplak
pusu kurmanı da
vakitsiz ve orantısız
çarpışmak için benimle


sen yokken bir ilaç buldum
hüzünden mütevellit
üstünde adın yazılı
güvercinlerin su içtiğince
içecekmişim bazen
bazen de bir aslanın pençesi olacakmış
dozajı

sen yokken
fötr şapkama ilaveten
kasket edindim elimde ufalamak için
sıkıldığımda
ilaveten gözlerimi kapadım
görebilmek için seni

sen yokken
aşık oldum bir mühlet daha sana
koyvermedin yakamı
düşmedin dilimden
yeni mühletler aldım
gece yarıları
tanrılarından anadolu’nun

imrendiğim adamlara
peşkeş çektim
düşlerimi
sen yokken
satın aldılar ucuzundan
içinde düşman gözlerin vardı
öldürmeye amade
canım alır gözler
duraksamasız

bitirdim sen yokken
tüm kaynaklarını kainatın
tek başıma
iki denizi böldüm
girdim içine
kokun demiştim
unutmuşsun
döşünde çiçek koktuğunu

sen yokken
bulutlar çarptı ucuna değneğimin
bembeyaz oldu kanım
ruhum içime kaçtı
sevdam dışarı

                                      Varit Osman Kırıkçıgil


24 Şubat 2014 Pazartesi

eski aşklara fısıltı

bilmem ne yaparsın akşamları
kahinler ve falcılara soruyorum
ki sorulacak yegane mercidir
eski aşkları

potinin eskimemiştir
mutlak bir yaratıcıya da inanmayı
üç aşağı beş yukarı
sürdürüyorsundur imanla
ama feri yoktur gözlerinin
ve ellerin eskisi kadar sıcak da değildir

fasulye yeşili bir hırka ördürmüşsün kendine
duymadım ha
biliyorum
senin burnun akardı
yeltenmediğin iyi olmuş
annenden de yok ki daha beceriklisi
giy de çıkma
karşıma

biliyorum
ısırarak morarttığım ten renginden
sütyenler giymişliğin
düşüyor aklıma
eski aşklarda mahrem
kime soyunduğundan bana neyse
onu da biliyorum

batıl bir aşktı zaten bizimkisi
şaibeli bi'şi
ikindi başlardık sevişmeye
kızıla çalardı güneş
senin sırtını ovarken
kapısız bir duş teknesinde
oysa
yüreğime su sıçrattığın
ucundan bile geçmemiştir
aklının

kongo'yu afrika'dan fırlatıp
göğsünde daha da kararttım bir gece
sen unuttun
ol vakit bir meme ucu değdi
dudağıma
dilim kıskandığından eşlik etti
ister istemez

kaçgöç işi de değil ya bizimki
bizimki herkesinki kadar
kısa ve umutsuz
bir de sahtekar elbette
eski bir aşk öyküsü
tatminimiz o yüzden
maziye dayanır

bilmem ne yaparsın akşamları
içmezsin de sen
sormak da haram değil ya
soruyu kendime
içimin pembesi bir gecelik
kalbini örtüyordur
belki
belki eski aşklar bir masa örtüsü
kadar küçük kalıyordur
hasrete

                           Mehmet Kani Dülez

23 Şubat 2014 Pazar

Roman Okuru Koyundan Farksızdır (Alelusul Yazılar Serisi 4)

Roman yazarı iyi insan değildir. İnsanları kandırmayı yeğleyen bir yaratıktır. Gerçek olmayan bir dünya kurar ve okuyucuyu oraya hapseder. Kalemi kuvvetli bir roman yazarından söz ediyorum elbette. Fareli köyün kavalcısının, üfledikçe peşindeki kalabalık artar, artar ve kocaman bir kütle oluşur. Hinliğini kullanıp, okuyucuyu bağlar ve bir mahkuma dönüştürür. (Ben de roman yazmayı deniyorum, başlıkta koyun dedim ki çekici olsun) Becerikli yazarlardan söz açtım, ayrımına varmışsınızdır. Temel hedef avucunun içine okur denilen o tatminsiz, özünde hevesli kadın ve erkekleri almaktır.  İyi yazar becerir, bağlar ve süründürür. Mağdur (bu da nazik bir tanımlama) okuyucudur. Kurmacanın içinde sürgün yaşar. 
Okuyucu esaretinden menmun olan kitledir. Bir burjuva sanatı olarak roman saydığım konforu, esaret ya da mahpuslukla ifade ettim, reklamıyla birlikte arz eder. Gerçeği en çıplak haliyle önüne koyan araçları elinin tersiyle iteleyen çağımız insanı, romandaki çarpıtılmış ve yazara ait dünyayı tercih edip ikametgahını oraya aldırır. İleri düzey yanılsama dünyasına terfi eden kesimlerin, bilim kurgu, korku, polisiye gibi alanlarda müptela dolaşmaları ıttılamız dahilinde, öyle değil mi?  Roman yazarının çizdiği sınır, oluşturduğu çember okurun esaretinden kaynaklı keyfini bozmamalı, okurun içinde dolaşabilmesi ve çıkamaması için örülen çitler rengarenk ve çekici olmalıdır. Bu çiti aşıp bilimi, tarihi, felsefeyi vb. okumaya yeltenenleri, sonradan içeri sokmak zor bir hal alacaktır. 
Felsefeceilerin iyi bir roman yazarı olmalarının ardında belki de bu okur-yazar ilişkisi yatıyor. Zaten büyük bir belirsizlik alanı olarak felsefe, roman yazarlığına "terfi" edilince muhteşem kurguların yaratılabilmesini sağlıyor. 
Çiti aşıp, çemberi delen ama başka bir batağa saplanan zavallı okura ise hiç değinmeyeceğim. O batağın adı şiir... İmgelerle yüklü olağanüstü sözcükler dünyası. Bu kısım tedavi gerektiriyor.



Mehmet Fetta

17 Şubat 2014 Pazartesi

Bir Seri Katil Olarak Yalnızlık (Alelusul Yazılar Serisi 3)

      Annemi aramadım, iki hafta olmuş. Yeni dünya düzenine tam uyum sağlamışım galiba.
   Önceki sabaha karşı uykudan bir yutkunma zorluğuyla uyandım, boğuluyorum sandım önce. Telaşlanınca yüreğim güp güp atmaya başladı, pis bir çarpıntı... Sabaha karşıydı ve şu panik ve telaşlı, korkulu da diyebilirim abartmayı sevsem, ve derin uykunun içinde kaybolmuş olmam gerekiyordu aslında. Televizyonu açtım, boncuk boncuk terlemişim de... Yaşlı bir kadın, sarısı bozulmuş bir apartman dairesinden caddeyi izliyordu. Penceresinin camı kir pas içinde, ortasında bir insan kafası boşluğu elle temizlenmiş, meraksız ve biteviye şehrin hengamesine dalmış gitmişti. Yalnızlığımın yansımasını görünce televizyonu kapatıp balkona attım bu defa da kendimi. Soğuk, az önceki yutkunamama ve boğulma hissinden daha az etkiliyordu. Göğün aydınlanmasına, sokakların insanla dolmasına epey vardı ve ama ışıkları sönmemiş evlerle doluydu karşımdaki apartmanlar. Çoğu uyuyan bu şehirde kaç kişi yalnızdır şimdi, dedim kendi kendime. Sessizce... Konuşsam deli derdim, deliriyorum derdim, konuşmadım elbette. Kendimle sesimi duyacak kadar aptalca konuştuğumu düşünmemeli kimse. Sessizce söyledim. Hepsi bu. Hem bağırsam da duyacak kimse yoktu. Televizyondaki yaşlı kadın ve benim gibi kaç milyon insan vardı bu şehirde acaba? Biz yeni dünya düzeninin yalnızlar çoğunluğu, birbirimizin yalnızlığını bitirebilir miydik? I ıh...
      Yalnızlık seri katildir, bu çağda. Birer birer alıyor insanın canını... En çok da ihtiyarlar içinden seçiyor kurbanını. Kedi mamasıyla beslenerek hayatta kalmayı başarıp, seri katilini yenebilmiş bir ihtiyarın öyküsü vardı okuduğum makalede ve o gazeteye göre obeziteden daha çok öldürüyordu yalnızlık ihtiyarları. Ben de annemi aradım, daha çok aramaya başladım. Anlamıştı ki, annemdi anlardı, sordu.
      "Senin yalnızlığın erken başlamış, hayırdır?"
     Seri katilmiş yalnızlık, demedim. Benim de başka türlü bir yalnızlığım vardı, ihtiyarlara gıpta ettim, dikkatlice bakınca kendime.

                                                                                                                         Mehmet Fetta

12 Şubat 2014 Çarşamba

Henri Cherriere'nin yarım öyküsü (Alelusul yazılar serisi 2)

Henri Cherriere'nin Venezuella'ya ulaştıktan sonra neler yaptığını anlatan bir kitabı daha varmış, okumadım. Okumamış olmam da aslında iyi bir şey, zira ben onun kalan yaşamını, benim düşlediğim biçimde tamamladığı varsayımıyla mutlu olmak istiyorum. O varsayımı anlatacağım. Henri Cherriere'in gerçek sonu işime gelmeyebilir ve ben o sonu merak etsem de okumayacağım. Gerçek yerine düşü seçiyorum ve bu söylediklerimi akıl tutulması olarak düşünebilirsiniz ve elbette haklısınız da... Gerçeği bilmek varken neden düşlere vurmalı ki kendini insan, ve kim vurabilir ki? Yazarlar... 
Doğru, sorunun doğru yanıtı yazarları işaret eder ve bunu yapan ve yazar denilen insanların kurmacaları gerçeğin soğukluğuna hep baskın gelir. "Yazgımızı değiştiremiyorsak sonumuzu da bilmemiz  gerekmez nasılsa." Okumadığım kitabın yerine Henri Cherriere'nin "gerçek" özyaşam öyküsünü anlatmalıyım ki değiştiremediği yazgısını ben şuracıkta tarumar edeyim. 
Henri Cherriere Venezuella'ya vardıktan  yalnızca 2 yıl sonra bir cinayet daha işlemiştir. Ben de şaşırmadım bu habere. Fransa'da da cinayet işleyip ömür boyu küreğe mahkum olmamış mıydı zaten. Sabıkalı bir adam tehlikelidir. Devam etmiş. Venezuella'da iki yılı dolmak üzereyken artık dostluklar geliştirmişti. Fransızca ile İspanyolca arası bir dilde yapmıştı o muhitte kendine. Gökyüzünde yarım ay vardır ya, öyle bir gece Kalinda adında bir kadının evine konuk olur. Uzun bacaklı, gözleri kara üzüm, Fransızca da bilen ev sahibesi muz kabuğunun üzerini mısır unuyla kaplayıp içinde tavuk pişirip masaya getirir. Ayinlerin ekmeğinden ve şarabından da vardır masada. Henri Cherriere Venezuella'nın muz kabuğu ihtiva eden yemeklerine aşinadır ama kilise ayinlerinin ekmeği ve şarabı canını sıkar. Kadını öldürmek için canının sıkılması yetmektedir. Mutfaktan bir bıçak alıp Kalinda'nın yanına gelir... 
(Devamı yakında...)
En İyi Romanlar Seçimi Serisi Devam Ediyor

11 Şubat 2014 Salı

Daktilo, Müsvedde, Aşk (Alelusul yazılar serisi 1)


Bir arkadaşımla Marquez’i konuşuyorduk. Nereden kalmışsa aklımda, Yüzyıllık Yalnızlık’ın imzalı ilk prova kopyasını bir arkadaşına verdiği yer etmiş. Sonradan paraya gereksinim duysa da arkadaşı onu satmaktan imtina etmiş. Gabo, çok tanındıktan sonra bunu İspanyol azmi diye nitelemişti ve okuduğumda çok abartılı bulmuştum. Sonradan teyit ettiğim bir haberde de Jack Kerouac’ın kitabının müsveddelerinin satıldığını, hem de müzayedede epey iyi paraya, öğrendim. Her ikisi de daktiloların üretimiydi. Bilgisayar çağına çakılı kalan yeni kuşaklar için ifade etmeliyim ki; hem masa üstlerinde dağınık halde sürünen ve hem de elden ele dolaşıp yazarın emeğinden başka emekleri de barındıran bu müsveddelerin gerçekten de çok değerli olduğunu düşünüyorum. İstediğiniz sözcükle, tümceyle, paragrafla ve hele de konuyla dilediğinizce oynama fırsatı vermeyen daktilo müsveddeleri, yazabilme yeteneği olan insanların canhıraş çabaları sonucu ortaya çıkmıştır. Yazarlar kadar olmasa da, daktilo eden ikincilerin de şahane eserlerde payı olduğu ayrıca belirtilmeli. Yalnızca düşüncelerini, kurgularını iyi daktilo edebilmek için evlenen yazarlar olduğunu söyledim bir keresinde. Kanıtlamam zor ama öyle. Daktilo için yazarların kapısını çalıp, sonradan aşka dönüşen ilişkileri de bir kenara koyamayız elbette.  Daktilosu yetersizse yazarlar birer felçli gibi başkalarının hızlı ve titiz çalışmasına muhtaçtılar ve bu muhtaçlık aşkları doğurmuştur.
Daktilo deyip geçmeyelim.

9 Şubat 2014 Pazar

Ölmeden Önce Okuyun

Öteki dünyada nasıl bir yayıncılık faaliyeti olur  / olacak kestiremiyoruz. Muhtemel sansürlere gebe diye düşünüyoruz ama bir bilene sorulsa daha iyi. Bu dünyada ve hazır okuma yazmayı da biliyorken bizim size önerilerimiz olacak. Popüler okuma listelerinde epeyce çok okunacak roman listesi bulabilirisiniz. Hatta binlerce vardır ve elbette ve (buraya dikkat) hepsi de çok doğrudur. Neden birbirine çok yakın olsa da farklılıkları da içeren listelerin hepsine birden doğrudur diyoruz anlatmaya gerek yok sanırız. "Senin listen sana, benim listem bana..." Düsturumuz bu. 
"Kitapsevenlerle" de okuyanı telaşa sokacak, ben bunu okumamışım, ölmesem mi dedirtecek bir liste veriyor. ÖLMEDEN ÖNCE OKUNMASI GEREKEN 10 ROMAN
İçinde okumadıklarınız çıkınca sizi bir sıkıntı alacak, entellektüel düzeyiniz konusunda endişelere kapılacak ve hemen bir kitapçıya koşacaksınız. Yapmayın. Sizin zevkle okuduğunuz kitapları düşünün, listede olamayan hatta hiç listelere girememiş. Bize yazın, birlikte gülelim. 
Herkese sevgiler.

ÖLMEDEN ÖNCE OKUNMASI GEREKEN 10 ROMAN

1- Bitik Adam / Thomas Bernhard
2- Kaplumbağalar / Fakir Baykurt
3- Yılkı Atı / Abbas Sayar
4- Puslu Kıtalar Atlası / İhsan Oktay Anar
5- Çavdar Tarlasında Çocuklar / J. D. Salinger
6- Küçük Prens / Antoine de Saint-Exupery
7- Vergilius'un Ölümü / Hermann Broch
8- Tutunamayanlar / Oğuz Atay
9- Tatar Çölü / Dino Buzatti
10- Körleşme / Elias Canetti

4 Şubat 2014 Salı

Deli Rüzgar Şiiri


Deli Rüzgar Şiiri

gecenin rüzgarı deli
esrik ve sahtekar
su oldu vakit aniden
aşıkları bestekar

gecenin rüzgarı deli
kadınları sırça köşkünde
ay oldu vakit aniden
sığıntıdır kendi düşünde

gecenin rüzgarı deli
bakire kışlar saklıyor koynunda
ar oldu vakit aniden
her günah benim boynumda

gecenin rüzgarı deli
dağda çoban ateşi
er oldu vakit aniden
göremeyiz belki güneşi

gecenin rüzgarı deli
alıp başını gider
ok oldu vakit aniden
bir gece belki bir seher

                                   Aysun Karaalioğlu

1 Şubat 2014 Cumartesi

Umut

UMUT

kimse durduk yere aşık olmuyor
sevgilim demiyor aklına düştü diye
kedi besliyor yaşlanınca
bir de acıkıyor akşamları

odalarını siyaha boyayan görmedim
ağlayana da rastlanmıyor gayri, içten
politika konuşuyor diller, türkçe
sevda sözcüğünü silmişdiler
sözlükler mana için değil ki

mevlanakapı'da durdum dün yine
acemaşiran makamında iki kuş
konaklama yerleri ve belli
toprak vakitsiz kokuyordu
kadın terke meyilli

    

                           Mehmet Kani Dülez

Haremdeki Solcular

HAREMDEKİ SOLCULAR

Sol için 17 Aralık, kurgulamadığı, düşünmediği ve mecrasında gitmeyen bir hadise olarak ortaya çıktı. Daha şiddetlisine tanık olmuşlardı elbette ve acıya dayanmaya çalışmışlardı. Misal 12 Eylül'ü uzunca bir müddet ve dahi ayaklarının altındaki kum çekilirken "bildik" araçlarla tahlil edegelmişlerdi. Özal'a yakalandılar. Özal ile solcuların flörtü o dönemleri yaşayanlarca bilinir. Özal tıknaz, gözlüklü bir adamdı.  Elleri havada kavuşurken kan ter içinde kalıyordu ama dört eğilimi birleştirdiğini söyleyip, solculara ilk çemberde olmasa da sonraki çemberlerden birinde yer açıyordu. Solun Özal ile seviyeli birlikteliği, solcuların döneklik kompleksini aşamaması yüzünden kısmen akamete uğrayıp tam verimli olamasa da Tayyip bey'e gelindiğinde sarih bir destek ortaya kondu. Dünya değişmişti zira. Üstelik Tayyip bey de bu flortöz yakınlaşmaya uzak durmuyor, faşizmin odağında yerleşik asker ile belli sınıfların hizmetkarı haline evrilmiş olan sivil bürokrasiyi tarumar edeceğini söyleyerek solcuların gönlünü çalıyordu. Tayyip bey için bu minval üzre yürümek solculara yakınlaşma gayesinden de öte zaten kendi mizacının ve düşüncesinin de bir gereğiydi. Hem askerler ve sivil bürokrasi ortak düşman olarak hedefe konulduğunda, bir taşla sayısız kuş vurulması muhtemeldi, oldu. Dini gruplardan, liberallere, solculardan, Kürtlere kadar geniş ve hınç dolu bir kütle olan bitene alkış tutmayı yeğledi. Hele ki; AB'den zaferle dönmek, Kıbrıs sorununda Denktaş ve Mümtaz Soysal'ı alt etmek, "one minute" diye marka olmak yok mu, solcular kuramsal olarak değil ama edimsel olarak bayıldılar Tayyip beye. Tıpkı, kahir ekseriyet gibi... Geniş kitleler karizmaya yalvarıp padişahlaştırıyor, harem kur yerimizi alalım çığlıkları atıyordu. Bu herc-ü merc içinde solcular Tayyip haremine, o Özal dönemindeki korkunç döneklik saldırılarını da yemeden kendiliğinden yerleşiverdiler. Artık haremde Cemaat, liberal, Kürt vb dil, din, ırk, cinsiyet ayrımı göstermeksizin solcular da yerlerini almışlardı. Haremin yargılamalar, polis, ihale gibi konularda ortaklaşa geliştirdiği ezberlere katıldılar. Yetmez ama evet diye ortaklaşa bir de marşları oldu. Solcular marş söylemeyi sever. Böylece ritüellerinden de yoksun kalmadılar. Evet, haremde her şey vardı işte. Askere düşmanlık, sivil bürokrasinin hacamat edilmesi, akil insan statüleri, devlet sanatçısı unvanı, yetmez ama evet marşı... Haremin yönetimine kadar sokulmayı başardılar zamanla. Kültür ve Turizm Bakanlığı bile bir eski sosyal demokrattaydı. Tanrım, bu tariflediğimiz yer Tayyip beyin haremi kötülemesinden çok daha fazlasını hak eden bir yer, orası handiyse bir cennetti. Kimilerinin Tayyip beye sitayiş edebilme yetkileri bile oldu o cennetde/haremde... Onu Ankaralılaşmakla utandırabilenler, yanağını okşayanlar, abi diye iltifat alanlar vardı... Aklıma geldikçe dostane bir tebessüm oturuyor yüzüme, yazarken bile tüylerim diken diken oluyor. O haremde kendilerini mesut ve bahtiyar duyumsayan nice solcunun arada bir canını sıkacak şeyler olmuyor değildi elbette ama Gezi'ye kadar dişlerini sıkıp, kanaat gösterme ulviyetini haizdiler. Gezi, kimin nereye savrulacağı konusunda ilk can sıkıcı deneyim oldu. Kürtler solcu olduklarını unutmak istedi, beceremediler. Polisin can alma, göz çıkarma, gaza boğma şiddetini bir müddet, bize yapılırken ses çıkmazdı, alın siz de yaşayın, oh olsun, kabilinde şümullendirmek istediler ama vicdan el vermedi. Haremdeki öteki solcular da başlarını kaldırıp, insandan ve en önemlisi de dünyanın değişmesinden yana olduklarını anımsadılar. Kan damarlarında hızlı dolaşmaya başladı. Hatta beyinlerine kadar ulaştığı vakitler oldu. Ama yine de sahte cennet, güzel harem kolay terk edilebilecek bir yer değildi.
Ve, lakin 17 Aralık oldu. Bunlar haremde yetmez ama evet şarkıları söylerken padişah ve efradı malı götürmekle meşgul çıkmadı mı, tanrım... Abant'ta eteklerine yapıştıkları, haremden arkadaşları olan Cemaat, düşman ilan edilen bürokrasinin ta kendisi olmuş... Görmemişler. Ankaralışamak ne güzel şeymiş aslında ses kayıtlarındaki İstanbul'a bakılırsa... Her şey alt üst oldu. Haremde solcu olmak çok zordu artık. Özal'ın dönekleri kadar olmasa da bir maraz hal şimdi başlarında. Hala yetmez ama evet şarkısıyla Tayyip beyin gözlerinin içine aşkla bakabilme ihtimalleri var ama artık biliyorlar ki haremde olmalarının tek nedeni var. Halvet.

Tarık Y. Birkan