30 Eylül 2014 Salı

beklerken

şiir ağu
şair o vakitler
zamanlı bir toy
naylon ayakkabılar vardı
ayran, bulgur
yufka bir de
aktı yıldız başucumdan aşağı
sabit kaldı hüznüm
hala ve şimdi
başlık attım
bekliyorum
soğuk değil
beklerim
hem de çok beklerim
sıcak da değil
tavşan deliğinden çıkmaz
er vakittir
karıncaların da ayağı kesilmemiş
topraktan
esiriz herkes kadar
dizildik her yere
ben aşkı seçtim sanıyordum
başlık yazıldı bir kere
şiire
kondu üveyik
yuvasına
mevsim güz, mevsim zemheri, mevsim nevruz, mevsim
siktir et gitsin
mevsim çağdaş, laik ve sosyal
bir ömür törpüsü
ne önemi var hem
bekliyorum, hepsi bu
dağ, ağrı dağı
şiir başlığını almış gölgesine
dağ, süphan
vuruyor soğuk yanıyla
dağ, allahuekber
şiir imansız
ben yalnızca ve kusursuz bekliyorum
muhabbet çok oldu
kesilmiş ihanetiyle
heyhat
daha ahlaklıyız artık
daha makbul
iyice adam olmuşum
sahici kadın
beklesem ne fayda
gelecek olan çoktan gelirdi zati
bekletmezdi de
saat tik tak, tik tak
çalışsın dursun
ne fayda
gelecek olan çoktan
sererdi çulunu orta yerine
tuzdan gölün
ilk dokunuşlarımızı
kurtuluş gününde aşkın
temsili canlandırmak gayesiyle
ayak baş parmağım değiyor
bulutsuzuz
su kenarında
tuzdan su imal etmiş
tanrı
çevrik çöle
orta yeri
yüreğimin
aynı tanrının vukuatı
öyle sakin, öyle hantal, öyle ataletsiz
bekliyorum
köpeğim olsa bir de
arada sözümü kesecek
kırlangıç sürülerini kovalayacak
göç mevsimi
eh, kabul ki; pek daha iyi
bekleriz
ikimiz
lakin
yalnız bekliyorum
ısınıyor vadide
ulu orta bir uzun hava
ne’şet avaz
haya
edep
kırıyor belini duttan
aslını da inkar eden bir bağlamanın
eşlik etsem
kolay beklerim
de
kırık düzen
bozuk düzen
bağlama
anadolu
ülke
elin boşsa diyor
hattili bir şair
başlığı da koymuşsan
şiire
raks ettir
gözleri anne bir kadını
döne dursun gökyüzünde
bir doğanın yorgun
kanat tüyü
inmesini bekle
kuş üzümü seversen
bekle
ebegümeci, man kamyon, deli gömleği
of tanrım,
beklenecek çok şey yaratmışın
azlık vakti
ben
kaç ay oldu onu da saymadım ya
aklına senin bile gelmeyecek
şeyleri düşünerek
taş bir lahite
gömülü
bek
bekli
bekliyor

bekliyorum.

mustafa doğan 
(1980 - ölü şairin defteri)

25 Eylül 2014 Perşembe

GÜZE YAZILMIŞ DİZELER


I.
saçlarını sal, muhannetlik senin işi değil
indir güneşi
zaten ayrıksı da duruyor
vakti gelmiş ki
vazgeçmiş yakıp kavurmaktan
tırnakların sırtımda
sevişmek bu mevsim
en büyük stratejidir
öldür dişlerinin kuytularında

II.
güz geliyor
çocukları vurabilirler
katilleri sevdanın
yine
ağıtlar bulaşmasın ağzımıza

III.
bir yazı tüketen
türkülerdir
bir tabancanın kabzasıyla vurur
şakağıma
içeride
sarmaş dolaşızdır
eski sevgiliyle
içeriz birbirimizi
uyanmak intihar olur


IV.
şiir
güz mevsiminde
sincap gözleriyle
dikilir
ben ben değilim
ben kendim değilim
kendim hiç ben olmadı
yatarım eylül
yazarsam eylül
bıyıklarımda teri var
sadeliğinin
çok manidar geliyor
içmek
anlatmış mıydım
güz şairin
cafcaflı mezar taşı

V.
bu mevsimde ölenleri
ruhuyla gömüyorlar
kuytuda mezarlara
sadık aşıklar hak ediyor
merasimde
dik durmayı




VI.
güz olunca en çok
devrimci oluyorum
aklım memleket
deniz’in sallandığı
üç ağaç
angara’da bir müzede duruyor
boğazı yırtılmış
solgun beyaz bir göynek
güz olmadan giydirilmiş
üstüne
biliyorum.

VII.
bana kendini unutturuyor
öfkeli şiirlerle
kadınlar
ayıkırsam
aklıma düşüyor
yaşamak
bir rakı masasında
ve
başım memelerine gömülü
ölmek istiyorum

VIII.
banka hesaplarında
sömürülmüş emek biriktirenler var
çalınmış ekmekler
verilmeyen katık
kısa ömürler
bono
uzun vadeli kan emiciliği
tahvil
böyleydi muhasebesi
bir güz bile beklemeden
kovulduğum işlerin

IX.
her güz
düşünüp az daha yaşlanıyorum
üsküdar ağzıyla konuşuyorum
resmi merasimlerde
rakıyla seviyorum eskide kalmış
bir kadını
sigara tüttürdüğüm de oluyor
aklıma
köpeği kadar sevmediği düşünce
beni

her güz
düşünmesem de yaşlanıyorum
içmesem de
eskiyorum
Şairi Bilinmiyor
Yayın Hakkı Alınamadı


22 Eylül 2014 Pazartesi

Güz Yaprağı Kolay İncinir

İrice bir incir yaprağıydım, güzün öldüreceği. Güneş alnıma eskisi gibi vurmamaya başladığında anladım, sonumun geldiğini. Tutunduğum daldan bana can taşıyan, kurumaya yüz tutmuş damarlarım, öksürüklü bir ihtiyarın tırtıklı ellerine benzeyerek kabarmışlardı. Su değmiş ve çekilmiş kağıtlara öykünüyordu yaprak yüzüm. İncirin altında bekleşen insanlardan öğrendim ihtiyar elleriyle, solan yaprakların birbirine yakıştırılmasını. Bizi mi yoksa ihtiyarları mı acınası kılıyorlardı, belki de hepimizi, bilemedim. Gölgemizde bastona dayanmış, uzunca yolun başındaki yılgın ihtiyarın, suyu çekilmiş ellerini ağacın kuru yaprağına benzeten bizzat yine insanlardı. Onların söylediklerini tekrarlamaktan imtina etmedim.
Rengin solmuş dedi, eylülün ortasında, üstümdeki yapraklardan, kardeşlerimden biri. Gölgesini hiç esirgemedi yaz boyu ve önce o soldu. İlk de o baş vermişti, bağlandığı dalın kıyısından. O; rengin solmuş derken, rüzgar vuruyordu üstümüze üstümüze, sandım ki; eski şarkılarından birini mırıldanıyor sabah vakti. Boynumu aşağı doğru büktüm, uçları artık rüzgarı eskisi kadar duyumsamayan cüssemle bir kez daha kulak kabarttım. Koro halinde tüm yapraklar, incir ağacının dallarına tutunmuş her kardeşimden aynı terane duyuluyordu; rengin solmuş... Rengimiz epeyce solmuştu evet ve kimimiz çoktan tüketmiştik, yaprak damarlarımızdan akan yeşil boyayı.
Biz, incirin yaprakları bir bütünün parçalarıydık. Vakti gelmişse; toprağa dönmeye başlamışsa rengimiz, bu bir kaza bela olmadığı sürece yalnız benim sorunum değildi, son demlerine yaklaştığımızı anlardık ömrümüzün. Bir koro halinde, güz için bestelenen şarkıları mırıldanıyor sanılıyorduk ama değildi; hepimiz ötekimize, rengin solmuş, rengin solmuş diyorduk. Hepiniz, hepimiz sararıyoruz, yemişleri topluyorlar görmüyor musunuz, demem gerekirdi. Demedim. Hesap yapmaya başladım. Yeşili bedenime işleyen, beni taze tutan bahar ve yaz bitmişti. Artık güz mevsimiydi ve ben, diğer yaprak kardeşlerimle birlikte sona doğru yaklaşıyordum. Rüzgarlar duyumsatıyordu o gidişatın sona doğru olduğunu en çok. İçgüdüsel, bilgiye hiç de dayalı değil ama rengim solgun, tat vermez, göçüp gitmekte bir yaprak rengine dönmeye başlamışsa sert rüzgarlar daha acımasız gelecekti. Hatta bir zamanlar, ne kadar güçlü yüzümüze çarparsa çarpsın, dallara sıkı sıkıya tutunarak alay ettiğimiz rüzgar, bitkin halimizi, dönmekte olan rengimizi görüp üzerimize daha güçlü esecekti. Güzü de bahane edip, hayasızca saldıracaktı her birimize. Celladımız rüzgarı ve rüzgarın babası fırtınayı boşuna tanrı yapmamışlardı insanlar. Korktukça tanrılaştırmış, sırrı çözdükçe aşağılamış ve kullanmışlardı her şey gibi rüzgarı da... İnsanlar gibi olmadık, istedik mi, hayır ama olamadık.
Rüzgara incirin dirençli gövdesi, sağa sola dağılmış dalları dayanabilirdi. Bize can veren, renk veren, direnme gücümüzü bileyleyen dallar ve gövdeye güz için yardım talebi açmayı düşündüm. Düşündüm de bir imkansızı isteyecektim, parçası olduğum ağaçtan. Bana diyecekti ki; nasıl yaparım, biliyorsan yolunu söyle, senin için ne gerekiyorsa yapmaya hazırım. Ve aslında ben bulabilsem imkansızlığa çözümü, gövdeme döner dilerdim ne dilenecekse ve diğer yapraklar da girerdi sıraya. Bilmiyordum, imkansızdı bir kış güvdeye sarılıp, kar, buz aşabilmek. Ve zati, incir ağacı, bütün kanını yemişlerini olgunlaştırmak için tükettiğinden rüzgarın ölümcül darbelerine karşı koyabilecek gücü bulamayacaktı. Her şeye evet derdi, iri gövdesine güvenerek ama biz yapraklar ona yalnızca; bize sıkı sıkı sarıl diyebilirdik. Yapabileceğin bu. Rüzgar cümlemizi yatırıp kaldırırken onu da söylemedik; bize sıkı sıkı sarıldığını bildiğimizden. Bir yaz ve bir bahar kokusunda duldalanmış, içimize saldığı ateşle dalgalanmıştık. Yeterdi. Kısa ve özlü. Avunduk.
Bir yaprak, ölümlü bir nebat bilir ki; başkasından yapamayacağı asla istenmez. Bencilliktir. Yapabilecekleri de istenmez, isterse yapar. Bir incir ağacı, yaprakları, kökü ve dallarıyla kocaman bir bütündür ve hiçbir zerresinde bencillik yoktur. Vakti gelecek incirin gövdesi de toprağa doğru yaslanamadan, ayakta öylece ölüp gidecek. Kökleri yardımına koşamayacak, istese dahi. Bizim birbirimizden isteyebileceklerimiz bellidir bu manada; dalın incirin gövdesinden, yaprağın daldan, koca gövdenin, toprağa beslenmek için gerilip dağılan kökten... Ama hiç istemedik. Ne muktedir olabildiklerimizi, ne imkansız olanı. Elimizden geleni yaptık, zamanında ve canımız pahasına. Biz insanlara benzemiyorduk ve hiç birimiz, diğerinden yapamayacağı şeyleri istemiyordu. Biliyorduk ki hem; biz canlıların en sessizi, en garibi, en çalışkanı, var gücümüzle zaten yeteneğimiz kadar verebilmek üzerine kodlanmıştık. Nebat bencillik yapmaz. Soluklanması ve beslenmesi için kuşa, kurda, karıncaya ve dahi insana ve dileyen herkese, her canlıya ömrünü tüketene kadar varını yoğunu verir.
İstemedim. Gücü yettiğince gövdem ve kollarım ve kökümle sonuna kadar verilecekti, verilebilecek. İncirimin gövdesi kollarına, kolları da bana doğru taşıdığı yaşam suyunu yavaşçacık kesti. Her eylül günü biraz daha azaltarak. Gövde dallarına; yavaşlayan ben değilim, dedi. Dallar yapraklara bir kabahatleri olmadığını söyledi. Büyük bir azimle ağacın en ince dalına yapışıp bekleyen vücudum ağır gelmeye başladı. Sıkıca sarılan sapım kuruyordu. Kırılmak için kuruyordu.
Rüzgar durumdan istifade etmeye hazırdı. Bir gece yağmurları beklerken; yağmurdan da önce en sert haliyle vurmaya başladı. Karanlıkta tutunduğum dalı göremiyordum. Dalım, beni kendisine bağlayan sapın ucuna sıkıca tutundu. Bırakmayacaktı. Ölse bırakmazdı. Rüzgar bu büyük mücadelede yenik düşmemek için daha sertleşti. Ağzını kocaman açtı ve ciğerlerinde ne kadar biriktirdiği esinti varsa, onu fırtınaya dönüştürüp gönderdi üstümüze. En büyük, en erken başını güneşe uzatan yaprak kardeşim pes etti önce, sonra öteki, öteki... O gece, karanlık nihayete erene kadar rüzgara direnmeye çalıştık ama çoğumuz pes etmişti. Hava aydınlanıp, rüzgarın soluğu kesilince gördüm ki; dalların ucunda tek tük, birbirimizden ırak bekleşiyoruz. Dallar kahir diyebileceğim ekseriyetimize sahip çıkmaya çalışırken yenik düşümüş. Ağlaşmadık, halimiz zorunlu bir son mucibince böylesiydi. Ve bir sonraki rüzgar saldırısına ya da hele hele bir fırtınaya dayanamayacaktık.
Fırtınanın bizi dövdüğü en hüzünlü gecenin sabahında incirin altına beyaz bir araba geldi, yerleşti. Homurtularından korktuk, rüzgardan sonra o sallayacak, kalan son direncimizi de bizden alacak diye. Arabanın önünde iki beyaz gözü vardı ve ağacımın gövdesine dikmişti beyaz koca gözlerini. Sağıma soluma bakındım. Artık fırtınanın kopardıkları, ayrıldıklarımız, aynı gövdenin beslediği kardeşlerimin bazılarını hiç göremiyordum. Birlikte koca bir bahar ve yaz şarkı mırıldandığım çoğu yaprak görünmez olmuştu. Arabanın altında düşen arkadaşlarımın bir kısmı hepten yitip gitmişti. Bazılarının altında canhıraş karıncalar çalışıyordu, korunaklı. Kışa hazırlanıyorlardı. Neden bizim de kışı hazırlanıp geçirebileceğimiz bir yaradılışımız yoktu k? Buna hayıflanmalı mıydım? Hayır. Diğer yapraklardan, dalımdan ve ağacımdan çok uzağa gitmek istedim o an. Yaşadığım hüznü onlara yaşatma hakkım yok diye düşündüm. Belki bendim direnemeyen ve belki ben olmasam direnecekler olacaktı. Dalımdan gelen, bedenime taşınan suya karşı koydum. Ölmeye yattım. Herkesten, tüm yapraklardan daha hızlı soluyordum o gün. Bir günde kalan yeşilim de hüzün rengine dönüştü. Artık kolaydı.
Akşam esintisi çıktığında hazırdım, kendimi bırakmaya. Dal sevdasından vazgeçmemişti. O tutunuyordu. Kendi kanından paylaşarak tutunuyordu. Bildim ki ben olmasam güneşe doğru daha hızlı koşacak, irileşecek. Belki bir güz daha çok yaşayabilecek. Tutunan sapım kurumuş, kırılmayı bekliyordu. Rüzgar daha azmadan bırakacaktım kendimi. O an, göçten arta kalmış bir sığırcık kondu, başımdan yukarı, azıcık üstüme. Kardeş bir dalın ince bedenine sarıldı ayak parmaklarıyla. Hiçbir yaprağı incitmek istemiyordu, incinmişti. Esintiyi yüzünde duyumsuyordu. Kimsesizdi. Bir kanadı ötekine nazaran daha ağır geliyordu küçük bedenine. Sorabilsem, kanadındaki yaradan söz ederdi. Duyduğumu bilse, anladığımı dilinden; geride bırakılmasının gayet olağan olduğunu anlatırdı. Annesinin bile bırakıp gittiğine kahretmediğini dinlerdim. Mavi bir yumurtadan çıktığını söylerdi.
Esinti, bir tüyünü daha kopardı yara bağlayan sağ kanadından. Tüy benden de hafif, başladı aşağıya doğru dans ederek inmeye. İncir ağacımın gövdesine sürtündü, yolunu değiştirdi. Bana gülümsediğini sandım, bıraktım ben de bedenimi yer çekimine ardından. Kırık bir kanada olmasa da, canı çekilmiş bir ağaç dalına aittim. Gövdem baş aşağı doğru yörüngemi tayin ediyordu. Bir yanıma doğru şöyle azıcık kıvrıldım, sonra öteki yanımı verdim esintiye. Sığırcığın kanadından kopan gri benekli tüyün ağır çekim inişine, kendi cüssemce eşlik etmeye başladım. Rüzgar her ikimizi de beyaz arabanın kara, çirkin bir plastikten yapılma silecek kollarına götürdü, bıraktı. Tüy, uçacak mecali kalmamışçasına gelip tutundu döşüme. Yapıştı kaldı, uykusu vardı sanki. Yaralı bir kanadı terk ettiği için suçluluk duyuyordu. Sıcaklığıyla ısındım. Kalabalıktaydık... Başımın üstünde direnmekte olan kardeşlerim... Henüz yeşili tam bozulmamış, akranlarım... Arabanın altında, Burdurlu bir emekçinin küreğine doldurulmayı bekleyen ötekiler... Çok kalabalıktık ve birlikte yok oluşumuzu izliyorduk. Sığırcık döşüme tutunan tüyüne doğru hiç bakmadı. Kırık kanadı onun değildi, kopan benekli gri tüyleri hiç ona ait olmamıştı.
Birine yalvarmak istedim. Arabanın sahibi olabilirdi. Tüyle birlikte yalvarırsak belki daha kuvvetle duyardı kainat sesimizi. Birlikte dua etmeyi önermiyor muydu tüm dinler? Buradan götürseydi, dört tekerine zerre ağırlığı olmayan ikimizi, olmadı arabaya yalvarsaydık. Ne tüy, yaralı kanada, bir yanı düşmüş yalnız sığırcığa; ne ben incir ağacına, düşen ve son demlerini yaşayan yapraklara daha fazla bakmak istiyorduk.  Rüzgar en çok gereksinim duyduğumuz anda terk etti çevremizi. Şimdi gelseydi, fırtına şimdi olsaydı, bıraksaydık bedenimizi boşluğa, vurup savursaydı bir çöpün içine ikimizi de.
O an bir mucize oldu. Beyaz arabanın kapısı açıldı, şişman bir adam kucağında bebeğiyle gelip oturdu arabasına. Bebek ön camına yapışıp kalan bizi gördü, el salladı. Güldü. Ben de gülümsedim, sarımtırak rengime son bir su katıp yeşillendirerek. Sanırım benden çok, gri benekli tüye gülümsüyordu ya da dans etmeye hazır bir çift gibi duruşumuza. Şişman adam bebeği arkasındaki süslü bir kaba otutturdu. Parmaklarıyla burnunu okşadı. Döndü önüne... Bizi görmüyordu, görse önemser miydi bilmiyoruz. İnsanlar belli olmuyor, demişti ihtiyar; yaz gecesi ağacın altında kendisini dinlemek zorunda bıraktığı bir çocuğa.  Bir serviyi, bazen bir kaplumbağa yavrusunu, yeri geldiğinde, saksıdaki menekşenin yaprağını kaale alırdı insan ve aynı insan Ruanda’da ya da Filistin’de paslı bir bıçakla oyardı kara gözlerini bebeklerin.
 Adam bir müzik açtı, öyle hafif bir şey. Bir kadın sesiydi, mutluluk üzerineydi sözleri. Bebek elini uzattı cama. Yetişemedi. Biz uzanmak istedik içeriye, arabaya... Cam önümüzü kesti. Araba hızlandı, hızlandı. Rüzgar, bu rüzgar başkaydı, dildi attı ikiye bedenimi. Tüy, son bir hamleyle sarıldı sağlam yanıma. Dayanamadı, uçtu. Ben de tutunamadım, deneyemedim bile. Bedenim ortadan ikiye ayrılırken güçtü ona da sahip çıkmak. Göğe doğru gidiyordu. Arkadan gelen arabalar görmediler. Bir apartmanın camına yapıştı bu kez. Pencere açılırsa içeri girecekti. Bir daha da göremeyecektim ve söyleyemeyecektim ikimiz de öleceğimiz için sığırcığa, sonunu.
Beyaz araba gaz kesmedi. Bebek, önündeki zili sallıyordu, tutmanın ne kadar keyifli bir şey olduğunu öğrenerek. Ben sileceğe sarılı ve yalnız devam ediyordum yoluma. Yolların dışına çıkamıyordu araba. Dallarını göğe doğru savuran incir ağacına hiç benzemiyordu arabalar. Dar bir yolu geçti, bir polis karakolunun önünden kıvrıldı, altından deniz geçen bir köprüye geldi. İncir ağacının köklerini uzattığı toprak uzakta bir yerde kalmıştı artık. O kadar yüksek bir yerdeydim ki; her incirin en tepesinde konuşlanmış yaprak kardeşlerimden bile fazlasını görüyordum dünyanın. Üçe ayrılmıştı yaşadığımız ve tutunduğumuz gezegen. Aşağıda deniz, örtemediği toprak ve hepsine bulutlarıyla selam veren gökyüzü. Hala yemyeşil ağaçlar vardı, hala sımsıcak kokan toprak... Son kez gördüm yaşadığım ve yaşattığım gezegeni.
Üstünden geçtiğim denizin kendi rüzgarları varmış, deniz rüzgarları en güçlü olanlarmış, vurdu sileceğe. Çekti aldı altından beni. Savurdu camdan. Bebek el salladı. Bebeğe gülümsedim. Bir vapurun bacasından içeri düşmekteydim kadınlar yan yana dizilmiş taburelerinde çay içerken. İncirin yaprakları olacaktı yine ve hep...



Mustafa DOĞAN
(ölü şairin defteri)

10 Eylül 2014 Çarşamba

Bir Şairi Alıntılarken (Yayın İçin İzni Alınmıştır)

İkindi Yağmurları Kitabından


“... şimdi şu güneş de vururken
kovalarla su serpiyorlar yüreğime
kızgın bir tavaya çarpıyor
damlalar
cız ediyor... “


* * *


İkindi Yağmurları Kitabından
“...merhaba son yaprağı
papatyanın,
sensin çaresizliğimin müsebbibi...”


* * *


Aşk Tek Kişiliktir Kitabından
“... ocaktı yine ve sanırım on ikisi
satarak gelmiştin
geçmişimizi...”


* * *


Kırmızı Yoksulun Rengi Kitabından
“...kuytuluk bir yer
bir kadın
bir uzanıyor
bir erkeğin
öpüyor onurundan... “


* * *


Aşk Tek Kişiliktir Kitabından
“... aç çocuklarını
doyurur
imanla
demirci ustaları
anadolu’ya üfleyen
bir eski şehirde...”


* * *


Anadolu’ya Sitem Kitabından
“... yeri göğe aldım
elimde sürgün
başım kıraç topraklar gibi
destursuz bir sabanın
ikiye yarmasını bekliyor
bahar ve o akşam vakti.
her şey mi ağlar
yıkılmaz bir dirilikte
acılarıyla...”


* * *
İkindi Yağmurları Kitabından
“... bu dağa adını veren
iki sevda biliyorum
tombul bebeklerini emzirircesine
sarılmış servileriyle
uzanır tutar ege’yi
ve kavrulmuş tenleriyle
göçebe kadınlar kaderlerini
dokur akşam olup
el ayak çekilince.
sen esirgeme kendini
ellerden...”


* * *


Kırmızı Yoksulun Rengi Kitabından
“... ay ışığında bir tekne
türküleri arkasına da almış
yatıyor, kalkıyor
batıyor, çıkıyor
gülüyor
halimiz eğlenceli zaar...”


Şair Mustafa Doğan'dan izin alınarak yayınlanmıştır.
(ölü şairin defteri yayınlanmış kitabı)




9 Eylül 2014 Salı

Aşk Bilmemektir, Cahildir Aşık

Aslına bakılırsa iki ayağım bir pabuca sokulmaktansa beklemeyi tercih ederim. O gece de her yanımı kapatmış devasa kamyonların arasında denizi geçme sıramı bekliyordum. Adettendir, mevsimi de vereyim; yılın en sevdiğim demleri, hazan. Böyle uzun beklemeli zamanlarda eskiden insanlar sohbet ederler, kitap okurlar ve müzik dinlerlerdi. Hatta üçünü birlikte bizzat yapmışlığım vardır. O gece, ben hangisine yelteneceğimi düşünürken denizle aramıza girmiş araçların birinden elinde telefonla bir yeni yetme çıkıp araç yığınının arasında gezinmeye başladı. O da beklerken vakit öldürüyordu ve vaktin öldürülmemesi gerektiği konusunda daha bir deneyim sahibi değildi. Telefonuyla, parmaklarının neredeyse hepsi arasında akrabalık bağı vardı sanki. O kadar birbirlerine aşinaydılar. Birini sigara içerken görünce, canınız sigara çeker, hani bir şarkı kulağınıza gelir, bulaşık bir şeydir de mırıldanıp durur, kurtulamazsınız, o an telefonuyla bütünleşmiş o kız çocuğu yüzünden elim telefonuma gitti. Radyoda müzik vardı, kitabım bagajdaydı ve çıkmaya üşendim, en hatırı sayılır, yapılacak şey olarak ben de telefona bakabilirdim. Acaba o ne yapıyordu, niye bu kadar odaklanmış, kendinde olmadan harala gürele yazıyordu? Ben de bu cihazda henüz keşfedemediğim bir şey yakalayıp, eğlelenebilir miydim? Benim telefonla, araçların arasında kirpi gibi dolaşan kız çocuğu kadar bağım hiç olmadığından, önce elimdeki alete uzaydan yeni inmiş bir teknoljiyle haşır neşir olur gibi bakınıp durdum. Sonra da ışıldayan ekranda renklere dokunmaya ve neler olup bittiğini, beni de şu bekleme süresinde oyalayacak bir şey olup olmadığına bakmaya başladım. İşte benim içimdeki dindiremeyceğim ukdenin yaratıldığı an o andı; turuncuyla pembe arası bir noktaya değdim. Sonra açılan yerde en güzel işareti seçtim, derken elimdeki telefon başladı titremeye. Ve elbette bu öykümü ona anlattığımda dedim ki; ben bir teknoloji özürlüsü değilim, kendi halimde hemen her işimi halledebilirim.
Evirip çevirirken dokunduğum yerden bir peri peyda olmuştu. Siyah gözlüklerin arkasına saklanmış bir kadını işaret ediyordu nalet olası cihaz. İşte burada, işte bu, işte seni çarpacak şey... Dudakları azıcık açık, çenesi hiç görmediğim kadar biçimli, saçlarını omuzuna dökmüş bir kadın asla göremeyeceği uzaklara bakıyordu. Alnı o kadar açıktı ki; o an yakalayıp, ellerimle başını kendime çekip öpmek istedim. Öpsem, öpebilsem sanırım arzum o an sönerdi. O an biterdi her şey ama telefonumun söylediğine göre bana yetmiş kilometre uzakta bir yerde, bulamayacağım, dokunamayacağım kadar uzaktaydı. Saatime baktım, gece yarısına yaklaşıyoruz. Kamyonların oluşturduğu kafesten kurtulmayı arzuladım. Çevremi kuşatmış kamyonların arasından bir iki manevrayla çıkıp onu yakalayabilirdim. Onu görmeli, ona dokunmalı, onu sevmeliydim ama dünya yetmiş kilometre çapında başka, bilemediğim, ayakta kadınlarla doluydu. İmkansızdı.Telefonumdaki fotoğraf önce karardı sonra kadın bana doğru dönüp, dudaklarıyla davet eden bir siluete dönüştü. Bir küçük kadın, minnacık akvaryumunda serili kalmış, bitkin bir balık, kitap arasına sıkıştırılmış bir davetiyeye benzettim onu. Kararan telefonumda onu görebilmek için yeniden dokundum.
“Küçüğüm...” böyle demiş olabilirim, ona yakışan en güzel ad buydu çünkü.
Radyoda konuşan kadın da demiştir de tıpkı bulaşan şarkılar gibi aklımda kalmış, uyarılmış da olabilirdim. Radyodaki kadın bizi buluşturabilirdi belki, belki o nedenle o an, o sözcükleri sıralıyordu kesintisiz, diksiyonlu ve keyfle... Yeni yetmenin üzerinde parmaklarının niye hızla ve kendisinin niye odaklanmış olduğunu anladım. Dokunduğu telefonun tuşu değildi. Yazdıkları işaretlerden öteydi. Harfler, heceler, sözcükler, işaretler içine yüklenmiş boylarını aşan mesajlarla bir ihtirası, bir sevgiyi, belki bilemediğim bir elemi taşıyordu.
Yeryüzüne ve gökyüzüne ve arasındaki hesaplanamaz hacme sığan sözcüklerin içinden, o sonsuza yakın heyyula kuyusundan öyle birini seçmeliydim ki; telefonumdaki parlayan ışık bana hayır demesin. O tuşlara, belki yeni yetmenin hızı ve becerisiyle dokunamazdım ama çok daha iyisini, hevesimi, isteğimi, arzumu katabilirdim. Yaptım. Tanımdığım, bilmediğim, hiç görmediğim o küçük kadına o an içine düştüğüm, çıkamadığım arzumu anlatmak için şunu bulabildim;
“Senin için radyodan bir parça isteğinde bulundum.”
Radyodaki neredeyse ikimiz arasına elçi olarak konulmuş, çıplak ayakla İran halısına basma hissi uyandıran sese telefon açtım. Dedim ki; küçük bir kadın için bir parça çalmanızı istiyorum. Yaşamına üç beş sözcükle tutunmaya, girmeye çalışan birini anlatsın. O hiç tanımadığım küçük kadın, eğer radyosunu açmış dinliyorsa benim çok uzaklardan gönderdiğim arzulu duyguları kalbinin tam orta yerinde duysun. Kalbi ağrısın. Bana yanıt vermezse altüst olsun, iflah olmasın. Radyocu muhtemeldir ki bir deliyle konuştuğunu düşünüyordu. İşinin bir parçası da dinleyen akıl yoksunlarını idare edebilmek olduğundan beni kırmayacak, azdırmayacak, öfkeye bulamayacak bir iki laf etti. Onları şimdi çok anımsamıyorum. Canlı yayındaki kadar içten, performanslı, etkileyici değildi. Ne sesi, ne kurduğu tümceler... Bence radyocu beni daha yürekten dinlemeliydi, daha heveskar olmalıydı ki; mesajım telefondaki küçük kadınıma daha iyi ulaşsın.
“Adı ne bu küçük kadının?” Bana yazdığı kadarını söyleyebildim. Zaten fotoğraftaki naifliğe uymakta sıkıntısı olan bir ad yazmıştı, onu kendimce değiştirebilirdim. Sevgi anlatan, hem de derin hitaplar vardı sevenler için. Rahatça bulabilirdim. Küçüğüm, işte bunu seçtim. Çekinerek yazdığını biliyorum. Kimim, neciyim? Ama itiraf odur ki; onun için radyodan bir şarkı istemek düşüncesi çok etkileyiciymiş.
“Soyadımı söylemem. Kim olduğumun bir önemi yok, beni seviyor musun?”
Hemen hemen bunları söyledi, böyle söylemiş olmalı. Tanımadan biri sevilmezdi ki; nasıl sevilir tanımadığın bir insan ama tanımadan aşık olunurdu. Sırıl sıklam aşık olunurdu hem de. Tanıdıkça sevilir, daha da tanıyınca ayrılmak gerekirdi.
“O halde hiç tanışmayalım,” dedi küçük kadınım.
Senin adın ne diye sordu radyocu. Kim, kimin için istiyordu şarkıyı? Lüzumsuz bir şeydi ama söyledim. Kendi adımla, küçük kadınımın adını aynı anda ve ilişkili kılsın diye söyledim. Adlarımızı mesut etsin diye. Radyosunda kutsasın ve daha ilk dakikasında dünyaya duyursun bizi diye. Evet, o kadar çabuk bizdik biz.  Adı, benim adımla ilk o radyo istek anonsunda bir ilişkiyle taltif edildi. İkimizde biliyorduk ki ve maksat da oydu ki; bir ilişkinin temel amacı birlikte yaratmaktır. İki kişi birbirini tamamlar ve boşa çarpan binlerce yüreğin çıkardığı kadar ses çıkarır. İstediğimiz cinsiyette bir meyvesi olmadı o ilişkinin. Yürekler her ne kadar boşluğa vuranlardan daha kuvvetli olsa da istenilen sonucu alamamıştım. Şöyle ki; ben radyocuya, sıra beklerken bulduğum küçük kadınım için, uzak yüreklerin buluşmasına aracılık da olsun diye ve haleti ruhiyemi de sıralayarak uygun bir şarkı istedim. Küçüğüm, şarkısını istediğimi söylediğimde radyocunun dediğini anlamamıştım ama istek anonsunda sağlıklı lakin dua ettiğimiz bir bebek yerine bize bir oyun havası bahşetti.
Falanca filanca için, abisi bilmem kim için, annesi çocukları ve bu radyoda gece yarısı çalışan aptallar için, ben de adını yeni öğrendiğim ve gerçekliğinden emin olmadığım sevgili adayım için sıradaki parçayı istiyorduk. En azından benim adımın geçtiği kısım yalandı. Sıradaki parçayı, sıradan bir kadın için isteyebilirdim ama asla küçüğüm için değil. Radyocuyu yeniden aradım ve o kadar abuk subuk adın arasına benim küçük kadınımın adını niye koydun demek istedim. Öndeki kamyon, yanımdaki kamyon çabucak hareket etti. Bir feribota sırayla atlamak zorunda kaldık. Radyocunun sesi önce cızırtılara karıştı, sonra da yok oldu.
Ben bir coğrafyanın kuzeyinden güneyine, o da batısından doğusuna doğru hareket etmiştik. Küçük sevgilim öyle söylediği için, ona inanarak bir marjla söylüyorum. Mesafe açıldıkça telefonda daha çok yazdık. Kim olduğunu söylemedi. Kim olduğumu sordu. Söyledim.
“O halde senden uzak durmalıyım,” dedi.
“O halde benden uzak dur,” dedim.
Daha az söylemeye başladı sevdiğini, onu daha çok arzuladığımı söyleyemedim. Bir pazartesi günüydü. Yağmur görüntüleri gönderdi, yaşadığı kenti seller götürüyormuş. Yalnız ıslandı. Evine gitti, telefonu kapadı ve uyudu.
Sabah telefonumdaki dokunduğum, ona ulaştığım tüm noktaları sildim. Aşık kalmak istiyordum. Sevmek, bilmek ve terk etmek değil. 



Mustafa Doğan
(her şey "ölü şairin defteri'nde yazılı aslında)

3 Eylül 2014 Çarşamba

En İyisidir Gitmek


İntihar etmeden önce iyi giyinmek gerektiğine dair bir inancım vardı. Hatta ondan da önce yıkanacak, temizlenecektim; ve mümkünse de hiç yaptırmadığım kadar itinalı bir tıraş için berberin yolunu tutmam gerektiğine iman ediyordum. İntiharın çok zor bir hazırlık evresi olduğunu söylüyorum. Bütün bu koşuşturmanın içinde en önemli husus da kapımı çalacak satıcılardan, dilencilerden ve binde bir ihtimaldir ki; ondan gelmeyeceğini bildiğim telefondan sakınmam gerekliliğiydi. Ruh halim ne olursa olsun satıcıları kapıdan çevirebileceğimi sanıyordum. Son deminde, o nevrotik ve kritik evre hariç, bir yolunu bulup, kapıdan gönderebilirdim satıcıları ama telefon gelirse işim biterdi. Ölmeye teşebbüs eden bir insanın bir telefondan bu kadar korkması düşününce bana da pek akıllıca ya da mantıkla izah edilir gelmiyor elbette ama gerekçesini bilince korkumda hiç de yabana atılır bir yan olmadığı çok belliydi.
Pazartesini salıya bağlamak üzere yatmış uyumuş bir sokaktan geçiyordum. Kargir evlerin cumbaları asfaltla öpüşecek kadar aşağıya sarkmış, tarih alçaldıkça, yol da medeniyetin yükselişine ayak uydurarak havalanmış, böylece handiyse buluşmuşlar sayılırdı. Başımı uzatsam her evin içinden biraz yorulmuş kavgalar, biraz parasızlık, biraz tekdüze sevişmelerin bitkinliği, biraz soluyan köpeklerin soluğu toplayabilirdim. Başımı ne yana çevirsem orada biraz mahzun ve sindirilmiş erkeler ve biraz da yırtık, cazibeli kadınlar bulabilme olasılığım vardı. Neyse ki herkes de, sokak gibi uyuyordu ve tahmin edileceği üzere intihara giden birinin bunlara ayıracak pek vakti olmazdı. Ölmeyi bilmek odaklanma, cesaret ve azim işiydi. Öylesine kopmaz bir odaklanma ki; arkamdan hacmimin bin katı, sesi arşa çıkmış o gelen hafriyat kamyonunu bile/dahi duyma şansım yoktu. Sokağı sarsa sarsa, sessizliği yırta yırta, karanlığı dele dele gelip arkamdan canhıraş yol talep edeiyordu. Usulca kenara çekilip, istediğinden daha fazla bir yolu ona terk ettim. Geçip gitti.
Elime çingene usulü toplanmış, karanlıkta bordo görünen ama aslı daha ziyade kızıldan türeme tuhaf çiçek demeti vardı. Gül olmasını isterdim, cesete harbiden iyi yakışırdı ama gül bu semtte pek bulunmadığından adını bilmediğim çiçeklerden almıştım. Alalı üç saati geçmiş, elimde sıktığımdan mıdır, yoksa susuzluğa dayanma gücü olmadığından mı anlamadım ama boyunlarını sağa sola büküp, solmaya başlamışlardı. Sanırım yaprakları da gittikçe seyrelmekteydi ve benimle birlikte üç saattir dolaşmaktan bitap düşmüş haldeydiler. Elimin orta yerinde solmakta olmalarının neden tamamen fiziksel, kimyasal, biyolojik yani fen biliminin konusu bir husustu ve benim tam zıttım bir durumdaydılar. Netice itibariyle, asıl solan ve az sonra yaşama tamamen veda edecek olan bendim ve benim akıbetimin aynı olmasına rağmaen gerekçem tamamen ruhiydi. Bana ne biyoloji, ne kimya ne de başka bir bilim açıklama getiremezdi.
Sonunda eve girecek cesaretim oldu ve artık elimdeki nebatata benim yapacak bir şeyim olmadığından onu mutfağın siyah mermer taşlarının üzerine bıraktım. Kendime son bir defa çay hazırlamaya giriştim ama maksat çay hazırlamaktan ziyade, kendimi hazırlamaktı. Her ihtimale karşı, o ihtimal yüzde bir bile olsa, gidip telefonun ahizesini kaldırıp kenara koydum. Ararsa, aramaz da, meşgul çalacaktı. Beş on dakika sonra yeniden deneyecek ve yine meşgul çalacaktı, sonra bir daha... Bu düşük ihtimal beni uzun süre ayakta tutmuştu aslında ve az sonra boynuma geçireceğim ipin göreceği işi geciktirip durmuştu. Banyoya girip duşumu aldım. Tüm dünya uyurken suyun sesi daha gürültülü çıkıyordu. Yeni esvaplarımı giydim. Parlak, ışıksız bir yerde bile kendini belli eden kumaş, ölü birinden çok sahneye fırlamış bir şarkıcının giysisi olmak için üretilmişti. Paraya artık gereksinimim olmadığı için aldığım, bizim semaverlere benzeyen şişesinin içinde sonbahar yapraklarının solgun renginde öylece duran parfümü kaba, kaba, bonkörce üzerime boca ettim. Kadın kokusuna da benziyordu meret ama en pahalısı olduğu için seçmiştim.
İpi boğazıma geçirdim. Ayakkabım biraz dar geliyordu. Rahat olmam gerekiyordu. Boynumdan çıkarıp iskemleden aşağı indim. Bağcıkları çözdüm. Biraz genişledi sanki.  Yeniden bağlıyordum ki telefon çaldı. Bu benim telefonum değildi. Gece sessizliğinde kulak kabarttım, üstten mi, aşağıdan birinin mi, anlamaya çalıştım. Biraz daha çalınca açıldı telefon. Biri yürüdü benim tavanda. Terlikler şıpıdık şıpıdık patavatsızca değiyordu döşemeye. Bu ses hiç olmamıştı, bu ses olmuşsa da ben bu kadar dikkat etmemiştim. Bir kadın sesi, bir erkek sesine eşlik etti önce, sonra bir kadın sesi ve farklıydı, onlara katıldı. İki kadın sesi benim tavanımda mütemadiyen kaldılar. Kapım çaldı.
Satıcı değildi, bu saatte, bu kentte, satılacak tek şey vardı ve o da benim yaşadığım yerde satılmazdı. Açtım. Siyah eşofmanlarını giymiş, siyah gözlük kafesine iri camlar yerleştirilmiş bir adam duruyordu kapımda. Ne istediğini soramadım, onun ne istediğini söylemesi lazım gelirdi bu gibi durumlarda.
“Kendini mi asacaksın,” diye sordu adam.
“Sizin telefonunuzu nereden biliyormuş ki,” dedim.
İçeri girdi, buyur etmeden. Kanepemin orta yerine kuruldu. İki elini, kanepenin iki yanına serdi. Kucağını açtı sanki.
“Otur.” Oturdum.
“Yarın erken kalkmam gerekiyor,” dedi adam.
“Biliyorum. Sizi tanıyorum.”
“Eşimi?”
“Eşinizi de tanıyorum.”
“Ölmek için iyi bir zaman değil.”
“Nedenmiş o?”
“E, hiçbir zaman ölmek için iyi değildir.”
“Ne yapayım peki?”
“Git.”
“Nereye?”
“Bilsem ben giderdim ama ben hiç ölüme bu kadar yakın olmadım.”
“Aslında bir yer var,” dedim. Gerçekten de ölmek yerine gidilecek bir yer olmalıydı. Düşündüm, haklıydı. Adamınuykusu kaçmıştı. Bana kızgın değildi. Bir işi konuşmaya gelmişti daha çok. Endişeli de değildi.
“Ne dedi peki telefonda?”
“Eşim konuştu, bilmiyorum ayrıntıları ama ölmeni istemediği ortada.”
“Toplanayım.”
“Toplan tabi, ben bekleyeceğim.”
“Gitmeni istesem.”
“Gidemem. Şu anı atlatırsan asla ölmek istemeyeceksin.”
“Peki...”
“Gideceğin yeri bana söyleyecek misin?”
“I ıh!”
“Yükünü götürecek misin?”
“Sanırım.”
“Oradan da git, yükün ağır gelirse.”

“Olur. Yeni bir yer bulurum.”

Mustafa Doğan


(her şey "ölü şairin defteri'nde yazılı aslında)