16 Aralık 2015 Çarşamba

istanbul; liberal değirmen (şiir)

 


istanbul, dev bir buldozerin ayakları altında çiğnenmeden
yol alamaz insanlık bu ve şu kıtada
kadim uygarlıkların mihenk taşı denen uydurmaca
heyhat yalanların dibi yok yeryüzü cehenneminde
şehir denen cehennem her daim varsıl işportacılarının elinde suratı asık bir gelin
ürkünç ve yasaklı ve yol yordam bilmez densiz
bir şehir
istanbul, ayyaş kendi halince saygıdeğer yerinde sözdür zaman içinde
lakin ona demek için ruhsuzluğun ayyuka çıkması icap eder
kız kulesinde inci boncuk satılır parasıylan
denize bakmak parasıylan üsküdar’dan
                                                         yıkılsın insan
barikatlardan çıkmak için bekleyen askerlerin
güdülmüş hasret soluklarını içinde kirletmekle meşgul
kuleli
istanbul, akortsuz seslerin bulutları göğünde acayip
dibinde zehirli sularıyla muzdarip
arasında nüfus öğütmekte olan kocaman liberal bir değirmen
yedikçe aç kalan mahsus yaratılmış bir canavar
istanbul, kahir ekseriye kadınların cünüp ve ahlaksız din sohbetlerinde teşne
ödülsüz bir despot mezarlığı
sanayi, emek, maalesef erkek bedenleri işlemiş ruhsuzluğuna
çırakları var, çakalları bey, gidilemez yolları inşa eder ne cehennem ama, ne cehennem, ne cehennem
istanbul, sabahları, öğlen arasına kadar ziftlenmeyeceklerinden mütevellit canları yananlarıyla
 birlikte
dindarlaştıkça akıbeti solan muhteşeme imar kuvözü
istanbul, gazapları kızgın yağ yemiş altı yüz yıl evvel, sur altlarında
tecavüz edilmiş kadınların çocukları sürüyor hükmünü şimdilerde şurada burada orada
urgan bağlıyorlar şehir hatlarında kaşarlı tost ve portakal sularının arasındaki hesaplanamaz boşluğa
gelir gelir gelmez de yenilir bir haletiruhiyedir pazar akşamları
boğazdan bin gemi geçer, içinde herze, içinde herzevekil, içinde
dışı miskinlik kokar sabahları gece yarılarına kadar
yanaşır parayla şişirilmiş eski bir yalının yanıbaşına gemiler, burada ruhsuz burada işvesiz, burada şehirli, burada vesait
pisler, pisler ve kaçar
istanbul, ağıza alınmayacak kadar ağır bir küfürdür merkezinde fuhuşun
namussuzluk üzre şarkı yazar ince oğlanları ve doyumsuz körpe kızları ilkin aşksız, nihayet aşksız
birbirinden yürütülmüş asırlık kalıplarla
“bir film şeridi gibi geçer” her ibnelik boydan boya
karadeniz bir yana
marmara ege’ye yanaşmış, kaçtı kaçacak
en leş gülüşleriyle iğrenç bir kabir halinde arşa yükselir pespayelik
bileklerinden küreklere sabitlenmiş milyonluk kürek mahkumu nüfusuyla
zalim bir güneşin içini oyduğu çürük bir balık mezarlığına benzeyerek
yavaşçacık sahneden çekilmeyi beklemektedir de durum müsait değildir
o vakit zamanı geldiğinde
metan gazıyla dolu ve üstü çöplerle örtülü kocaman bir kerhane olmaktan öteye hiçbir hevesi kalmamış şişirme bir deha olarak anılmaya başlayacaktır kitaplarda
istanbul, gülleri parayla, kokusuz ve şırfıntı
kancık bir köpek su içmektedir tekmelenmek için kaldırımlarında bir uğursuz vakitte
cehenneme doğru döşenmiş yol işaretlerinin arasında her harfinden bir parça işlenerek yaratılmış ışıltılara bakarak milyonlarca manyak yol almaktadır
istanbul kimin nasıl ağzına sıçtığını bildirmek ister de ve bilir de herkes
sanırsın ki; tepeden tırnağa asalet ve insanlık taşıyan mahlukat pis bir sırnaşıklıkla maaş günlerini beklemektedir yeniden yenilmek için
vasisi şeytan bir şehirdir mahcemaline şiir yazılır sırf bu yüzden
sırf bu yüzden
bir okulu alıp buradan ta şu bilmem neredeki şehre taşımak mecburiyeti hasıl olmuştur tarihin bir kaç yerinde içinde talebeleriyle
istanbul, geceyi sever, beslendiği her ne varsa kötülükten, şerden ve fesattan yana, çıkar bir akşam vakti, sönümlenir sabah kuş görünür olduğunda
herkes kavgalı,
herkes...
istanbul, bir incir ağacı yaparağından aşağı karga boku düşerken şehvetle kasılmaktadır altında
tanrı başını ne vakit uzatıp baksa, cehenneminden bir parça görmektedir
bu yüzden, yalnızca bu yüzden hiçbir tanrı, hiçbir gün cehenneminden umutlu değildir
istanbul başıboş bir şehirdir
tanrının el etek çektiği bir eşsiz cehennem

mustafa doğan - kurtuluş 1979
ölü şairin defteri 


27 Kasım 2015 Cuma

Hazır Olalım




Yıllarca mahcup, savunmada ve mağdur göründüler. Kendilerince tarif ettikleri din onları vicdanlı da kılmalıydı. Değil mi? Değilmiş! Devletin ideolojik aygıtlarına kondukça hiçbiri olmadıkları yavaş yavaş ortaya çıktı. Adaletsiz, hukuksuz, despot ve vicdansızlarmış. Şaşırdık mı? Hayır! Biliyorduk. Ciğerlerine kadar biliyorduk hem de. Elde ettikleri güç üzerlerindeki örtüyü sıyırdı. Ortada ve çıplaklar artık.
Şimdi Cumhuriyet gazetesine kadar geldiler. Bu yeni bir eşiktir. Bir savcının ve bir yargıcın öngörüsüz, dar ya da kindar kararı değildir. Bir histeri ile önlerine çıkan, düşman bellediklerine topyekun saldırıyorlar. İki gazetecinin tutuklanması istisnai de olmayacaktır. En güçlü duyumsadıkları anda Cumhuriyet'e saldıracak kadar şımarmışlardır. Yahudilere bilendirilen ve Yahudileri düşman ilan eden ari Alman ırkının benzeri, yönetici muktedirlerinin arkasında beyaz tül perdelerden kefenleriyle beklemektedirler. Bu ari ırk içeride ve dışarıda savaş çıkarmayı göze aldırabilecek kadar bilendirilmiş ve beyinleri yıkanmıştır. 
Heyhat, gayri gecedir.
Artık Ortadoğu coğrafyasının sırıtmayacak bir parçasıyız. Cumhuriyet'e saldırı şımarıklığına ulaşmaları bunun kanıtıdır. Ne yazık ki; Can'lar ve Erdem'ler hedef gösterilerek zindanlara alınmaya devam edecek. Muhalif olmak ve susmamak artık büyük bir cesaret işidir. Böylesi faşizan dönemlerde zor da bir iştir. Demem o ki; yeni bir döneme girdik. Çok ama çok zor bir dönem.
Ne yapacağız? Susacak, sinecek miyiz? Hayır! Elbette hayır! İnsan onuru bunu da yener; insanlığın binlerce yıllık tarihi bunun tanığı ve kanıtıdır. 
Hazır olalım. 

10 Kasım 2015 Salı

Otomatik Gülümseme (Öykü)


OTOMATİK GÜLÜMSEME

Tarlabaşı’ndaki yolu, boyumdan daha uzun seçilmiş, süslü, kapkara demir korkuluklarla ortadan bölmüşler. Böylece; iki taraflı, usta işi, yorgun binalar birbirlerinden hayli uzaklaştırılmışlar. Öncesinde aynı mahallenin çocuklarıyken artık iki ayrı şehrin aksi ihtiyarlarına benziyorlar. Birbirlerinden koparıldıkça, eskidikçe, kullanılmadıkça  paha biçilmez hale gelmişler. Yolun karşı yakasında birbirine yaslanmış o boş ve eski binalardan birinin üst katından aşağıya doğru siyah beyaz bir afiş sallanıyor. Yanında da albenili bir tabela asılı. Bilmediğim bir dilde yazılmış. Bu şehrin, bu ülkenin dili ama henüz bana yabancı. Tabela, rengarenk neon ışıklarından imal edilmiş. Üşüdükçe ona doğru bakıyorum. Bir süre gözlerimi o tabeladan alamıyorum. Ürpertim bir süre geçiyor.
“P-E-R-U-K”  tabelada bu harfler var.
Hızını alamamış bir rüzgar estiğinde, eski afiş kanatlarını havaya kaldırıp tabelayı hafifçe kapatıyor; ama anlık. O eskimiş afişte; takım elbislerinden ciddi birileri olduğunu anladığım iki adam eğreti bir yakınlık içinde el sıkışıyorlar. Beş dakika sonra koyu bir hasım olsalardı da yine böyle dururlardı. Ay küskün, caddenin ışıkları cimri; ama iki adamın afişte el sıkışmaları görülebiliyor. Günlerdir Tarlabaşı’ndan Taksim’e çıkan bu yolda onları izliyorum. Hiçbir sahicilikleri yok ve sanırım beni en çok cezbeden de bu. O afiş ve öpüştüğü neon ışıkları dışında her şey çok gerçek. Hele ki de şu soğuk.
Arabalar Tarlabaşı’ndan nafile kurtulma hevesiyle yol boyu dizilmişler, beklerken midelerindeki yakıtı boşaltıyorlar. İçleri, sonsuza kadar oturulacak olsa da, yine de bekleyebilecek sabırlı kadınlarla ve erkeklerle dolu. Hemen hepsi aç, karınlarını doyurmak için bir yerlere ulaşmaya çalışıyor. Epeyce de kirli, yıkanıp temizlenecek bir yere gereksinimleri olsa gerek. Eh! Yine de benim kadar uzun süre aç ya da kirli kalamazlar ya. Sanırım hepsi yalnız; ama başka bir yalnızlığın peşindeler. Metal ve plastikten yapılma araçlarda, o huzurlu yalnızlıkları bulabilecekleri mekanların düşleri ile bekliyorlar. Bakışlarını benden kaçırmazlarsa gözlerinde ne istedikleri yazıyor. Çok şey de istemiyorlar hani. Karınlarını doyurmak, sıcak yatacak bir yer ve soluklanabilmek için yalnızlık. Şimdilik, erken akşamda, Tarlabaşı’nda kilitlenmiş bir yol üstünde bekliyorlar. Müsterihler! Karınları elbet doyacak, sıcak bir yere başlarını elbet sokacaklar. Ben onlarla oturmuyorum. Camdan baktıkları kalabalık içindeyim. Bazen görünür oluyorum. Çocuk aklımla yalnızca bir izleyiciyim, bazen yaşamlarına anlık dokunup çekilen bir çocuk...
Ayrıksı durduğum muhakkak. Görüntüm de en az düşüncelerim kadar ayrıksı üstelik. Neyse ki; buralarda herkesin kendine özel bir ayrıkısılığı var. Bir bütünün o dem parçası olup yitiyorum. Ayağımdaki iki kat üst üste giyilmiş çorapları sokabilecek kadar iri, mavi bir terlik. Islak asfaltla aramıza giriyor. Üstüne ışık düşünce bana nazar boncuğu gibi gülümsüyor. Pazen bir tumanın altında aşüfte bir kadın edasıyla durdukları oluyor. Kırmızı gülleri eskidikçe ağıran pijamamın paçalarını çorapların içine sokuşturuyorum. Çıktıkça yeniden... Böylece, tanrı eğer yerden göğe doğru üflerse, soğuk soluğu bacaklarıma şiddetle değmiyor. O tumanın üstüne uzun bir etek de giymişim. Dizlerimi çok kırarsam yerleri süpürüyor. Seçimim değil; ne tumanım ne eteğim; lakin her ikisi de çok bana yakışmış. Benim yaşımdaki bir kız çocuğuna nasıl yakışmaz ki? Yere değen kısımları uyuz köpeklerin sidikleriyle kirleniyor. İşte bu moralimi bozan şey. Biraz da çamurlu. Birazcık... El örgüsü, Babil motifleriyle bir de kazağım var. Kazak tanrının karşıdan soğuk soluğu vurursa diye. Hepsinin üstünde de kapişonlu dar gelen bir mont. Önü kavuşmasa da annem üstüme geçirmiş. O afili bir şey değil. Hatta çirkince bir mont o. Bana hiç yakışmıyor. Sevmiyorum; ama daha az üşümemi sağlıyor.
Yolun üstündeyim, arabaların arasında... Afişteki amcalar gözlerini bana dikmişler. Kızgın bir halleri var. İstiklal tarafındaki kaldırımlarda, bacakları ve göğüsleri açıkta bekleşenler dikiliyor. Onlara da kızmış olabilirler. Yanlarından ayrışık kalabalıklar geçiyor. Birbirlerini görmüyorlar. Değiyorlar, çarpıyorlar, aynı yerçekimine direniyorlar ama birbirlerini görmüyorlar. Binalar gibi yaslanmıyorlar birbirlerine. Travestiler dahil kimseler buralı değil. Tarlabaşı kimsenin değil. Bazen de herkes Tarlabaşılı ve herkes buraya ait sanki. On bir yaşımdayım ve ben de bu ayrışık kalabalığa aitim. Yolun ortasında, demir yığını arabaların arasında, böğrümde yel estikçe şiddetlenen bir üşümeyle kıvranıyorum. Mavi bir otobüs duruyor önümde. Terliğimin mavisi kadar cafcaflı değil mavisi. Karşı binadaki afiş özgürce sallanıyor. Burun buruna geliyor üstündeki amcalar. Otobüsü önce, kocaman ağzı olan bir deve benzetiyorum. King Kong böyle bir şeydi; ama onun kapkara, içeri çökmüş burnu vardı. Öfkelenince kızaran gözleri. Otobüs hiçbir canlının olamayacağı kadar atalet içinde. Hava burada karanlık, ay kayıp. Caddeyi güvenlik için yarı aydınlatmışlar. Mavi otobüs biçim değiştiriyor. Homurdayarak ininde uyuyan bir canavar oluyor. Kımıldayacak yeri yok. Sığamadığı bir çokluğun içinden silkinip kaçmaya çalışıyor ama boşuna. Döşümü açıp egzozuna veriyorum. Babil motiflerinden içeri sıcak hava giriyor. Tanrının soğuk soluğunu yeniyor. Ciğerlerim ısınıyor. On saniye... On beş... Yirmi beş... Mavi otobüs hala kımıldayamıyor. Gayri böğrümde, üzerinde kestane pişirdiğimiz sobanın sıcaklığından... Sağ ol otobüs ağabey! Var ol otobüs ağabey! Dev, canavar... Trafik, karmaşa, beklemek, arabalar ve kalabalık. Hepinizi seviyorum. Isıtın beni! Önüne kattığını savuran soğuk fırtınalarıyla bir ovanın orta yerinde ailecek üşüyor olabilirdik şu an. Sağ olun!
Otobüsün homurtusu dumanında boğuluyor. Egzoz denilen kocaman ağzından kıvılcımlar saçılıyor. Bunlar ateş. Bana benziyor. Yok, hayır! Geceye ramak kala havai fişeklere benziyor. Hepsi tanıdık. Bu çıngılar, sobanın kömüründen fırlardı evimizde. Evimizde. Evimiz... Evim... Ev... “Çok ama çok uzakta,” deyiveriyor söz vaktinde açılınca annem.
Otobüs belli ki silkinecek ve birkaç adım ilerleyecek. Egzozunun başında biraz ısınınca bırakıp arkamda dehşet içinde bana bakan taksinin şoförüne koşuyorum. Burnumu soğuk camına yapıştırıyorum. Kirli ellerimle siliyorum buğusunu. İçinden kahverengi bir çift göz bana bakıyor. Şehla;  gülümsüyor. İçerisi sıcak olmalı. İnsan sıcakta gülümseyebilir. Ben soğukta da gülümseyebiliyorum. A ha! İşte şu! Gülümsüyorum. Yüzümde otomatik bir gülümseme. Daimi değil, lazım olduğunda. Taksinin aydınlanmış koltuklarındayım sanki, her yeri sıcak. Şu ön koltukta daha rahat oturabilirim girebilsem içine. Terliklerimi çıkarmam ayağımdan. Yitirirsem yenisini bulamam diye. Çoraplarım birazcık, -birazcık- ıslak, onları çıkarırım. Kulağımı okşayan bir tını var. Bir erişkin ritminde taksinin camını titretiyor.  Bu müzik tıpkı bizimkilere benziyor. Bizim televizyonlarımızda esmer, çakır gözlü, küçük burunlu, rujlarına gıpta ettiğim kadın böyle bir müzikte türkü çığırırdı. Müzik handiyse aynı müzik. Kulağımı da dayarsam eğer sesini açar belki; ben binerim, içine, ön koltuğa kurulurum ve başımı camın sıcak tarafına yaslarım. Ben binersem ve yaslanırsam, uzun sürmez uyurum. Ben biner, yaslanır ve uyursam bir rüya görürüm. Ben biner, yaslanır, uyur, bir de rüya görürsem; süet eldivenlerimle okulumun bahçesinde kartopu oynarım, yitik arkadaşlarımla. Orada da yine kıştır. Türkiye’de de kış, bizim kasabada da... Kış her yere aynı zamanda gelir. Yalancı bir muallim dünya denilen küreyi döndürüreken söyledi. Kainatın ne muhteşem ve sırlarla dolu bir yer olduğunu anlatıyordu. Milyarlarca yıldız, gezegen ve güneşten söz ediyordu yalancı muallim. Bir topa benziyordu dünya. Güneş bir yanına vuruyordu. Sonra güneşe yaklaşıyordu bu top. Sonra güneşten uzaklaşıyordu. Sonra kar yağıyordu. Her şeyi biliyordum. Her şeyi öğretmişti Hasan muallim. O sonsuzluk içinde kimsenin ömrünün iğne başı kadar önemli olmadığını söylüyordu. Yalancıydı. Sonra otomatik gülümsemeyi öğrendim. Buraya gelince... Üstelik; küreyi döndürüp, kışı ve yazı öğrettiklerinde bir işe yaramamıştı ama otomatik gülmeyi öğrenince karnımızı doyurmayı başarabiliyorduk. Tarlabaşı’nı da içine alan bu şehirde yeni bir muallim vardı; yaşam. O doğrucuydu. Hiç yalan söylemiyordu.
Arkamadaki kaldırımda yarı çıplak insanlar. Kokoş... Travesti demeyi öğrendim. Başka cinsiyetleri ve kadın cinsinin ne işe yaradığını... Caddeye kokuları yığılıyor kalabalığın. Ben otobüs egzozouyla bir gıdım yürüyorum. Koku caddeye yığılıyor. Başka insancıklar, insancıklar yarı çıplak. “Herkes elbiselerinin altında zaten çıplak.” Bunu söylerdi bir amca. O bir yerden okumuş. Belki okumamış da okuyan biri ona söylemiş. Herkesin çıplak bir hali olmalı. O vakit hepimiz eşit olabilirmişiz. Otobüsün mavisiyle, taksinin sarısı kardeş olabilirmiş o dem. Ben bir kalorifer peteğiyle kardeş olabilirmişim. Annem içi pilav dolu bir tencereyle... Otomatik gülümsüyorum.
Şimdi biraz pastane kokusu geliyor. Bu kalabalığın aromasına benzemiyor, en sevdiğim koku. Caddenin tam bu noktası hiç gitmeden bekleyebileceğim yer. Taksi beni yüzüstü bırakıp bir arpa boyu yol alıyor. Yerini bir otomobil alıyor, pastane kokusunun önünde. Cam açılıyor. Cam kendini kapının içine doğru gömüyor. Camın öteki yanı, başka bir dünya. Bunun içi taksiden de sıcak. İki çocuk arka koltukta oyuncak bir arabayı çekiştiriyor. Cam cidden açılıyor. Yüzüme sıcak vuruyor. Önde baba... Bu arkadaki çocukların babası. Benim babam kadar şişman, belki fazlası var. Çocuklar ise benden bile küçük. Henüz okuyup yazamazlar. Bir kürenin yörünge denilen değişmezlikte yürüyerek yaz ve kışı nasıl yarattığı öğretilmemiştir. Yalancı bir muallime henüz bırakılmamışlardır. Bunlar dünyanın döndüğünü bilmiyor. Güneşten uzaklaştığını ve canı isterse dünyanın güneşle kardeş olabileceğinden bile habersizler. Oyuncak bir arabayı paylaşıyorlar, kendi arabalarının içinde. Paylaşmayı öğretmiş şişko baba. Ben olsam oyuncağımı paylaşmazdım. Oyuncak arabalar belki paylaşılır, tamam ama benimki bir bebekti. Konuşkan, yaramaz ve güzel bir bebek. Onu hiç paylaşmaz, azar işitirdim. Saçları taranan bebek benim bebeğimdi. Paylaşmazdım. Beni herkesten çok severdi oyuncak bebeğim. Kırmızı elbisesi vardı. Kulaklarında altın rengi iğne topuzu kadar küpe. Asla paylaşmazdım. Dudakları hep beni öpmeye hazırdı. Ben onu paylaşmazdım. Babam beni haşlardı. Ben yine onu paylaşmazdım. Başkasını öpmesine izin vermezdim. Oyuncak arabalara benzemez bebekler, oyuncak bebekleri paylaşmak olmaz.
Oyuncaklarımı sınır denilen bir çizginin öte yanında, uzunca yürünerek gidilen toprak yol ucunda, göz alabildiğine uzayan bir ovanın ortasındaki bir köyde bıraktım. “İstanbul’a çok uzak bir şehrin yanıbaşıydı,” diyor babam. “Çok uzak...”  Adını en iyi babam biliyor. Şehrin adının bir manası yok. Ben de tam söyleyemiyorum zaten. Ben oyuncağımı o köyde bıraktım, adını benim bildiğim bir köyde.
Arka koltuğa oturmuş çocukların oyuncaklarını istemiyorum. Niye saklıyorlar ki? Ben babalarını da istemiyorum. Niye bana sinirlice bakıyorlar ki? Ben annelerini de istemiyorum. Korkuyorlar mı benden? Babaları korkuyor, görüyorum. Uzak ya da yakın bir gelecekte, soğuk bir kış akşamında, arka koltuğa yerleştirdiği çocuklarının bir otomobil camına yapışmış burunlarını görüyor olmalı benim yüzüme baktıkça. Güldürmek için şaklabanlıklar yaptığı çocuklarının, bir yol kenarında otomatik gülebildiklerini. Yemeninin altından fırlayan saçlarıma tutunarak vicdanını tırmandırıyor tanrıya doğru. Deri koltuğa yayılmış koca kıçını becerebilse toparlayacak. Gücü yetse, çocuklarının yanına oturtup bizim yaşımızdakiler için yaratılmış bir cennete götürüp teslim edecek beni. Şu an dünya denilen küre ezerek pestilini çıkarmasa yaşamından yaşam verecek bana. Yalnızca utanıyor. Kapının içine doğru gömülüyor arabanın camı. Babanın vicdanı soğuk havayı kokluyor, çocuklarının meraklı bakışlarında.
Korkmasın kimse! Benim annem de şurada. Hemen şu yokuşun başında. Bir meydan var. Birçok çiçekçi. Yanlarında polisler. Yanlarında kalabalıklar. Annem orada. Sırtında kardeşim. Kardeşim küçük. “Onu korumalıyız,” diyor annem. Beliyor. Bir daha beliyor. Beleğin içinde, sonra onun da içinde giysiler. “Ayakları üşür,” diyor annem. Ayaklarını da beliyor. “Başı üşür, başına dikkat et,” diyor babam. Başını da kapatıyorlar. Bir çift göz oluyor karanlıkta kardeşim. Bir çift gözden ibaret. Her yanı kardeşimin bez. Kat kat bez. Benim annem de var, ne yapacağım ki ben çocukların annesini? Çocuklar korkmuyor belki, yalnızca meraktan susuyorlar. Kıskanmasınlar da. Gerçi benim annem onlarınkinden bile güzel. Benim annemin kocaman memeleri var. Gece sarılıp yattığımda arasında sıcak bir soba yanıyor. Babam kadar çok seviyorum annemin memelerini.
Camı indiriyor şişko amca. Vicdanı dışarı çıkıyor. “Benim babam da şişko,” diyorum, bilmedikleri, anlamadıkları bir dilde. Otomatik gülümsemeyle mırıldanıyorum. Benim dilimi bir bilseler kızacaklar. Şişko dediğim için... Mırıldanıyorum. Benim dilimi bilmesinler. Benim gülümsememi görsünler; gülümseyen çocuklar kimsenin annesini, babasını almazlar. Buna inansınlar.
Hem ben otomatik gülümserim. Bir palyaçoya öykünürüm. Palyaço gibi gülümserim. Benim köyümden çok palyaço çıkmıştır. Biz ototmatik gülümsemeyi çok iyi öğreniriz. Şişko baba, ben gülümseyince demir para seçiyor elinin altında bir kutudan.  Başımı okşayacak, kapişonu düşürsem. Yemeniyi açıp saçlarımı öpecek. Kapişonumu düşürsem saçlarım dağılacak rüzgarda. Kulaklarıma soğuk soğuk soluyacak ulu tanrı. Üşüyeceğim. Biliyor. Parmaklarının arasından demir paralar akıyor. Ellerimi açıyorum. Ettiğim dualar şişko babanın vicdanıyla çarpışıyor. Ben otomatik gülümsüyorum.
“Adın ne?” diye soruyor şişko baba. Yalancı muallim bu dili hiç öğretmedi bize. Anlamıyorum. Savaş çıkar da demedi. Kıraç bir köyü paylaşmak için binlerce bomba yağar diye hiç demedi. Küreyi anlatacağına komşunun dilinden sözcükler söylese öğrenirdim. Muallimler de kolaycı. Muallimler de yalancı. Mekanik, yörüngesinden hiç şaşmayan bir dünya dışında işe yarar bir şey öğretmedi. Yalancıydı. Dünya yörüngesinden çıktı, biz ufku sınırsız köyümüzden Tarlabaşı’na düştük.
“Suriye,” diyorum.
Baba demir paraları avucumun içine bırakıyor. Elimin kiri bulaşmaz ki, diğer sürücülere benzemiyor, bulaşmayacağını biliyor. Tutsa, kocaman ellerinin içine alsa, ısınır. Biliyor. Yalnızca ısınır. Vicdanı biliyor. Aklı biliyor. Hem ben elimi mendillerle siliyorum ki. Çocuklarının öpücükleri kadar temiz. Kimse bilmiyor ki.
Çocukları şişko babalarıyla arabalarında bırakıp mavi otobüse koşuyorum. Egzozun mülteci kış çocukları için yapıldığını söylemedi Muallim, burada öğreniyorum. Çıngılardan biri anlıma değiyor. Burun ucumda patlayanları var. Ay yüzünü çevirince, on bir yaşında bir kız çocuğunun lunaparkı oluyor egzoz, teknoloji de bunu bilmiyor. Sobalı evi... Gereksiz bir korna sesi yükseliyor arkamdan. Gitmiyor işte, kimseler gidemiyor. Sakin olun, hele bir durun. Ben az daha ısınayım. Mavi otobüs duman çıkarıyor, homurtusunu ciğerlerinden rahatsız bir hastanınkine dönüştürüyor. Hırlaya hırlaya kalkıyor. Ben ayaklanıyorum. Bir arpa boyu daha gidiyor. Kırmızı lambaları yanıyor yine üstünde. Mavi, kırmızı ve beyaz, ayın yokluğunda, yarı aydınlık cadde ışıkları altında otobüs sıcak bir evin salonuna benziyor bu kez. Gayri ne dev, ne de canavar diyeceğim tam olarak. Tam olarak, pastane kokularının yanı, yanı mutfak, burası benim evim diyeceğim, hırıltısı artıyor. Otobüs, önünde bulduğu boşlukta, bir tünelin içine doğru kalkmaya yelteniyor. Gidip kurtulacak. Yürüyor, koşacak az sonra. Bırakıyorum; arkasından koşamam. Yeni bir otobüs gelir hem.
Bir korna sesi daha. Otobüsün arkasında şişko babanın vicdanı. Çocuklar burunlarını cama dayamışlar beni izliyorlar. Utanıyorum. Yanımdan geçiyorlar. Tahammülsüz kornalar çoğalıyor. Otobüsün açtığı boşluğa kendisini vurmak için itekleşip duran arabalar. Şişkonun yürümesini istiyor. Şişko yanımda duruyor. Otomobilin arka camı da açılıyor. Çocuklar arabalarını bana uzatıyor.
“Ben bebek seviyorum,” diyorum bilmedikleri bir dilde.
“Biz seni seviyoruz,” diyorlar bilmediğim bir dilde.

Yanlarında bir süre koşuyorum. Gücüm yettiğince, soluğum tıkanana kadar. Vicdan gaza yükleniyor. Vicdanın gücü motorun gücünü harekete geçiriyor. Tahammülsüz kornalar susuyor, şişko arabasını sağa döndürüp yok oluyor. Bir simit alıyorum, pastanenin önüne gelip beklemeye başlıyorum. Egzozu kim, ne için üretmiş çok bilmiyor kimse. Mavi bir otobüs geliyor. Sımsıcak egzozu. Ben otomatik gülümsüyorum. Elimde oyuncak bir araba. Adını vicdan koyuyorum.

E. Ünzile Şerbetçi - Kasım/2014 İstanbul 

4 Kasım 2015 Çarşamba

unutmak üzerine tuhaf bir şiir















ben çabuk unuturum
sanırım
şapkam yağmur dolu
misal 

o dem
aylardan zemheri 
yalan olmasın
belki o yüzden 

çabuk unuturum
emin olmuşluğum da yok 

belki demem ondan
yıllardan şimdi akşam
karanlık ve kıtlık var memlekette
belki
her şeyin müsebbibi o
karanlık ve kıtlık
kimse bilemez 

sen de bilmezsin
şu dağ eteğinde
kadınlar dizlerinde sallıyor
erken doğmuş süt bebeklerini 

bilmezsin
belki de "sebep o" der geçersin
ama ben 

çarçabuk unuturum vesselam
sen dahi göz bebeğine yaz 

unutulmasın
yıllardan ay tutulması 

o dem
her çocuk mülteci
erken öldürülmüş bir savaşı
belki 
oynuyorlar
belki
sırt ağrısında arıyoruz
küfürleri
gereksiz, mahzurlu, kıtipiyoz
küfürleri
küfürleri diyorum ve sen hiç oralı olmuyorsun
halin hal değil
bir sallanıyor ki dünya
şu yana doğru
gözümü belki
bir sallanıyor ki
karanlık bir yarasanın uçuşunda açıyorum
mağarası iğfal edilmiş
açıyorum gözümü ama
her yer zifiri karanlık
ben her şeyi 
cidden unutmuşum
tanrı hangi yoksulun acılarında
zafiyetini ölçüyor 
unutmuşum
belki sen de sendikacısın da
senin rengin sarı
yemin ederim öyle
yalıyorsun ama gün doğmuyor
yalıyorsun 
biliyorsun ama
insan unutur
belki
yerin sıcak
sırtın kavi
rengin de dedim ya
sarı
mutlu ve mamursundur belki
yine de
herkes bir kere ağlayabilir
sevdiği düşer aklına
yahut çöp batar 
gözleri dolu dolu
yeminle
belki
yürek bir saate inat
atmaktadır sessizlikte
tik tak, taktik
belki benden başka kimse
sevmiyordur
avuçlarının içini
belki bir sevgili düşer
kanunsuz
sıyrılır eski bir asker
kusursuzluğundan
belki
ben avuçiçime ağlarım
unutmuş da olabilirim
o yalın gerçeği de
herkes bir kere erken ölebilir
herkes bir kere ölebilir
herkes ölür
yalın gerçek belki
unutulmuştur
insanlık hali
belki
mevsimlerden yalnızca kuşluktur
herkes biteviye üşür
belki yine unuturum
şapkam yağmur dolu
bir kere ağlarım
ben avuçlarıma ağlarım üstelik 

o dem
sular denize koşar
yukarıda tanrı var
vakit
porselen bir lambanın
ışığını emerek
tükenmiştir
belki 
hiç unutmam
belki 
yer gök sen olursun
yemin ederim olursun
belki 
tanrı boş zamanında
mutedil bir gün yaratır
belki
hiç unutmaz
habersizce
sen gelirsin 

belki bir şiir yazarım 
belki 
belki de herkes gibi bir kere erken ölmem 
şuracıkta yaşarım 


mustafa doğan 1974 / bozburun

 (*) bir yarım yoksuzluk adlı şiir kitabından (ölü şairin defteri)
(**) şiirin yayını için izin alınmıştır.
(***) görsel http://ankakedisi.com/ankakedisi/yazilar/her-seyi-anlamsiz-kilan-olum/ den alınmıştır

19 Ekim 2015 Pazartesi

niye yaşıyorum - şiir / 1978


niye yaşıyorum 

ardıç ağacında iki sığırcık
şehir uzak
ben
şakıyorum
orta yerinde ormanın
güçlü bir nehir
şehir hala uzak
ben hala
akıyorum
benim cirmim
kainatta zerre kadar
niye çağırıyor şehir
ben niye
yaşıyorum

1978 – Bodrum / Arif Şekip Kermesoğlu




9 Ekim 2015 Cuma

Chronic - (Kronik) En İyi Senaryo Ödülü

Chronic – (Kronik)



Babamın, uzak bir şehirde, sabaha kadar öksürükten uyumadığını bildiğimden, üzülmemek için telefon açıp hal hatır soramıyorum. Aslında uğraştım. Ne yaptıysak işe yaramadı. Kronik bir öksürük, yakasını bırakmıyor. Çaresizlik canımı acıtmıyor ama nefret ediyorum. Aradığımda; “iyiyiz diyelim iyi olalım,” kalıp sözüyle geçiştiriyor. Bir kaç gün önce “psişik” yönü kuvvetli bir arkadaş Beyoğlu sinemasının önünde kuyruk başı yapıp beni zorla “Chronic” filmine soktu. Filmde umarsız insancıklar, aileden olmayan, “saplantılı” bir hasta bakıcının ellerine teslim oluyordu. Ve muhtaç ve mağdur o insancıkların yanında aileleri handiyse yok gibiydi. Sinema salonunda bir iki kez boğazımı temizledim. Öksürmemek için.
Aileler yoktu diyorum ya; gerçek manada yanında olmaktan bahsediyorum. Film boyunca, uzak şehirde sabaha kadar öksüren babamla kaldım. Benden daha fazla, o karanlık salonda, benim duyumsadıklarıma benzer bir halet-i ruhiye ile kalanlar olduğuna emindim. Nitekim, başroldeki aktör, hasta bakıcı rolünde bir kanser hastasıyla bu anlattıklarım çerçevesinde yaşama asılırken, orta yaşın üzerinde bir kadın hıçkırıklarla Beyoğlu sinemasının salonunu terk etti. Perdenin içinde, filmin tam merkezindeydi. Öyle öksürük, hıçkırık derken benim de bunun üzerine şu aile bağları meselesini Chronic’in anlattıkları ve anlatmak istedikleriyle ele almam şart oldu. Yazarsam hafiflerim belki diye düşündüm. 
Lie to Me dizisinin başarılı başrol oyuncusu Tim Roth, Chronic’te hasta bakıcı David rolünde. Bu arada dizi, özgün senaryosu ve Tim Roth’un yine sıradışı oyunuyla ortalamanın çok üzerinde onu da arada belirteyim. Neyse; filme gelirsek; filmin “saplantılı” hasta bakıcısının adı David, David kadar sade bir ad nereden bulunacak ki? Koyun çobanı peygamber. Bir yanıyla gerçekten de peygamber gibi bir hasta bakıcı David.


Baktığı hastalarla arasında, öyle uzun zamana da bırakmadan katastrofik neticelere evrilen bir ilişki kurmaya mahkum bir adam. “Saplantılı” ifadesini filmi izleyeceklere haddinden fazla “spoiler” vermemek için daha çok kurcalamam gerekiyor. İyi bir profesyonel hasta bakıcı olarak bile yapılamayacak kadar sınırları zorlayan düzeyde işini yapmayı seçmiş. Roth, oyunuyla başlangıçta bizi de hayranlık ve gıpta ile inandırıyor. Sonra gerçek ortaya çıkıyor; çıplak ve yardıma muhtaç vücutların uzun sahnelerde arındırılması, temizlenmesi mevcut düzen içinde “profesyonel bir hizmet sunumundan” öteye bir anlam taşımakta olduğu ortaya çıkıyor. Film ilerledikçe bunu keşfediyoruz. David’in her hastasında; işinden öte onlarla bir bağlılığı oluşuyor ve her hastasında gidermeye çalıştığı bir eksiği olduğunu anlıyoruz.
David, "işindeki" bütün kibarlığına karşın, hastaların aileleriyle hemen hemen hiç iletişim kurmuyor. Bu vurgu ta en baştan sonuna kadar özenle yönetmence de işleniyor. Aileler yok sayılıyor, öteleniyor. Birer anthichrist yaratılıyor. David, hastayı ellerinden alıyor, sahipleniyor. Mefhumu muhalifinden; aileler çaptan düşmüş, artık "yük" olmuş yakınlarını David'e gönüllüce bırakıyorlar. Sanırım senarist ve yönetmen -ikisi aynı kişidir- ortaklaşa şu kanaati DNA’larımıza nüfuz edene kadar işlemeye karar vermiş. Zaten aile bağları denilen şey tecimsel ve sistemin ürettiği şeylerdir. Bunu şimdi yazalım da UNUTMAYIN! Şimdi filmdeki o hüzüne bulanmış temayı şöyle iyice havalandıralım.
Bakıma muhtaç hale dönüşünce; işte o insan, -hatta ekonomik amortismanını tamamlayan o insan denilen nesne- aile ilişkileri zaviyesiyle nereye konumlanabilir? Daha çok, açık izah edelim. Mevcut düzen içinde yaşamını idame ettirmekte olan aile bireyleri, işe gitmekte, alışveriş yapmakta, başka şehirlerde çalışmakta, kısacası günlük yaşamda sistemin dayattığı görevleri bihakkın yerine getirmek için çaba göstermektedir. Evilik, çocuk gibi unsurlarıyla oluşturulan aile denilen kurumun temel işlevi mevcut düzenin idamesi için topyekün hizmet etmektir.
Çarklar dönecek!
Pekiyi, o kutsal sanılan kurumun içinden birisi çok yaşlanma, hastalık, sakatlık gibi nedenlerle aileyi öngürülen hizmeti vermekten alıkoyarsa, mazallah, ne yapılacak? Düzen bu işi de çözmüş; hemen başvurulması gereken tedbirler vardır. Hasta bakıcı tutmak bu tedbirlerden birisidir. Bakımevleri, kreşler, akıl hastaneleri gibi ilave tedbirleri bilmektesiniz. Film o tedbirlerden birinin öznesi David'i bize sunuyor. Hasta bakıcı David’i merkeze alıp, işine gücüne devam eden, kenarda kıyıda dolaşıp caka satan aileleri ise kör kuyulara atıyor. Aile bireyleri, "yaşam devam ediyor," deyip düzenin çarkını döndürmek için var güçleriyle çalışmaya devam ediyorlar. Netleştireyim:


Filmin bir sahnesinde; kızına metastaz (sıçrama) yapmış kanser sonuçlarını, “her şey yolundaymış,” diye haber veren annenin kızından aldığı yanıt bizi filmin aile bağları fenomeninde sonuca götürüyor. Siz ne yanıt almış derken ben komik bir şey söyleyeyim mi? Senarist (yönetmenle aynı kişi) en iyi senaryo ödülünü Cannes’da bu diyalog ile almış bile olabilir.
“İyi o halde, bu ay sonu gelmem gerekmeyecek.”
Bu umursamazlık değil, bu vefasızlık değil, vicdansızlık hiç değil... Böyle bir kuru düşünceye, ilkel duygu sömürüsüne ihtiyacı da yok filmin. Film kestirmeden diyeceğini çoktan demiş zaten. Konu duygular, bağlar, ilişkiler odaklı, bu tamam ama tartışılan bunları yapılandıran, belirleyen, ortaya çıkaran sistem. Filmin işi bütünüyle sistemle. 
Bütün suskun, dingin ama çığlık gibi akan olaylar olup biterken David, kanser hastası kadının kemoterapi yüzünden altına yapmış haliyle uğraşıyor. Tüm ayrıntılarıyla kadının kıçını temizlerken görüyoruz peygamberimizi. David her defasında elinde sabunlu bir bez ya da sünger ile büyük bir özveriyle hastalarını temizlerken mevcut sistemin cilasını solduruyor. Yönetmenin sistemin renklerini soldurarak sorgulama işi o kadar çok hoşuna gidiyor ki; dakikalarca David ile birlikte bir banyoda biz de sorgulamaya eşlik edip, selam çakıyoruz. Yönetmen ısrarla hastaları o en sönümlenmiş hallerinde bir yabancı tarafından temizlenirken vermeyi deniyor. Ve bilinçli bir vaiyette aileleri saklıyor. İzleyiciyi David’ten de ailelerden de tiksindirecek kadar David’in muhtaçlara sarılması yeğleniyor. David'in bunu para için yapmadığını ta en baştan ve kesinlikle artık anlayabiliyoruz.
Söyledim. Ölünce cenaze sahibi olacak kadar ileri giden bir saplantı David'inki. O, David'i peygamerleştiren spoiler’e yeniden değinmek istemiyorum ama filmin içinde bunun nedeni olarak sunulan olay kanımca yeterince inandırıcı değil. Senarist David’i baştan sona bir saplantıyla başkasına muhtaç hastaların, yaşlıların yanında tutacak sağlam bir gerekçe aramış ve bence bulamamış. Bulduğu şeyse, önemli bir eksikliği doldurabilmek için kullandığı saçma, - hadi haksızlık etmeyeyim- kolay bir dolgu malzemesinden öteye geçmiyor. Bu zayıf, cılız gerekçeyi yönetmen her ne kadar David’in dağılan ailesini eğreti bir biçimde akışa sokarak gerçekçi kılmaya çalışmışsa da bence imkansızı deniyor. Olsun! Senarist yine de işini eksiksiz yapmış. Odaklandığımız nokta da zaten David'in neden ailelerden daha fazla hastalarıyla ilgilendiği değil.
Senarist ya da yönetmen olarak Franco'nun filmde seçtiği “son” da yukarıdaki kertede değerlendirilmeli. Hangi senaryo grubuna verilirse verilsin, hangi yönetmen parmağını bu işe sokacak olursa olsun gördüğümüz sondan başka bir son sakil kalırdı. Evet bu klasiğimsi bir sondur ama izah ettim ya, çok da önemli değil. Hiç bir izleyiciyi alışılmadık bir “son” ile buluşturma görevi yönetmene verilmemiştir ki zaten. Değil mi efendim? O ana temayı vermekle mutlu ve tatmin olmuş vaziyettedir. Bu zaviyeden bakınca eleştirilecek şey yönetmen ya da senarist olmaktan çıkıyor. Klasik son –hatta klasik değil de mecburi son demeliyiz- için filme en iyi senaryo ödülü damgası vuran jüriye laf edebiliriz ancak. Bilmem anlatabildim mi?
Tema ne? Aile denilen mefhum, tam da mevcut düzen tarafından böyle, filmdeki gibi kurgulanan bir şey. Açıkça soruyor film; bebekliğinizde kıçınızdaki bokları silen annenizin size gereksinim duyduğu anda günlerce kıçını temizleyebilir misiniz? İsteseniz bile mümkün kılan bir sistem var mı? En başta kurulan ve tamamen içgüdüsel olan anne-bebek ilişkisinden yola çıkılırsa, kapitalist dünya düzenin oluşturduğu anne-evlat ilişkisi, anne-evlat ilişkisi midir? Filmin içinden ilerleyelim ve işin içine başka aile bireylerini de sokalım. Felç geçirip aniden yatağa mahkum kalan babanızla, günlerce en hoşlandığı şeylerden biri olan porno film izleme fikri sistemce formatlanmış iç dünyanızda nasıl bir kasırgaya neden olur?
Chronic, benim oturup izlediğim koltuğu bulup oradan izlerseniz, müthiş bir düzen eleştirisi. Başka koltuklardan izlemeye çalışırsanız arayı da beklemeden çıkma hakkı veriyorlar. Bu bir.
İyi ki telefon var; babamı arıyorum. Bu da iki.

Babam beş yüz kilometre uzaktan şöyle demeye devam ediyor. “İyiyiz diyelim, iyi olalım.” Bu da üç.

Yönetmen ve Senarist: Michel Franco 
Oyuncu: Tim Roth



Kitapsevenlerle - Ekim 2015

28 Eylül 2015 Pazartesi

bir şehir, bir kadın, bir erkek


bir şehir, bir kadın, bir erkek


gece bir tenha balkonda
nergisler kokutuyor kadın
elleri su şişesi, elleri hayat, elleri şehir
bir hüznü sağıyor can damarından
bakıyor karanlığa karanlığa
uzak, bir matematik probleminde
orta ikinci sınıftan beridir
yoğuruyor yağrını yağrını 

öteki yakasında dolunay
büyüyor yakamoz yakamoz
hayın bir pusudan uzanıyor 
muhitine
bir erkek
gözleri pul biber, gözleri kıvılcım, gözleri bir semt
görüyor düşleri düşleri
uzak, yalnız bir kadının
gitmelerinden beridir
yakıyor böğrünü böğrünü 

her şehir iki kişilik sevda
her şehir binlerce vuslata kabir
her şehir keşiçiyor, dibine dibine...

eylül, 1965 – bülbül deresi / adil barış ıssızoğlu


30 Temmuz 2015 Perşembe

İnsan Ölümsüzdür

Hayır!
İnsan ölümsüzdür
Kuşlar ölecek, balıklar da
Sürüngenleri yeryüzünün
Amenna
Bi cigara gibi yanarak tükenecek her şey
Üstünde dumanı kalacak sonra
Islak buğday sapının 
İnsan işi yangınından artakalan
Alışılmadık bi koku
O da bitecek, soluyarak binlerce ciğerin deviniminde
İnsan kalacak
Yağmurun çamurunda ağır aksak yürüyen 
Sis bulutlarının altında türkü söyleyen
Vatan için göğsünü siper eden
İnsan!
Hoyrat sevişmelerde ürperen bedeni
Kızıl bi toprakta çukura gömülürken
Kendi cenazesinde saf tutan
Yegane yaratılmış
Deli, sakat, varsıl, dindar
Envayi türlü şey
Hayır!
Beden ölecek
İnsan ölümsüzdür
Tarifsiz bi sonsuzluk içinde 
Küçücük geçmişiyle
Kendi yarattığı cennetinde
Yok hayır!
Düşlerinin sınırsızlığında inşa edilmiş cennetinde
Belkileri sevmek lazım gelir
Her ikisinde belki
Suimisal
Şu İzmir bakan kadın
Zihninde taşıyıp yeşerttiği aşk kadar
Geniş ve doyumsuz bi alemi çizecek
O dem
Hayır!
Her daim o tanrı
Elini eteğini çekmeden üzerimizden
Ölümsüz köleliğimizde sürecek saltanatını
Her insan kendi tahtı kadar inşa edecek
Öteki denilen dünyada 
Kendi cennetini ve cehennemini
Hayır!
İnsan ölümsüzdür
Köleler asla ölmezler
Sahipleri izin vermedikçe
Yaşam sonsuzdur
İçini rüyalarımızla doldurur
Izdıraplarımızla yaşarız
Hayır!
Hepimiz en az bir şair kadar
Günahkarız

Mustafa Doğan / İzmir Şiirleri / 1975
ölü şairin defteri

10 Temmuz 2015 Cuma

Okuma Ufukları - Prof. Dr. Bernhard Albert Bauhaus

Babası sofu bir Hristiyan olan Kierkegaard’ın dolaştığı düşler alemi ve sahip olduğu diyalektik onu melankoliye sürükler ama ahlak üzerine düşünmesinin temel nedeni ya da şöyle söylemek gerekir; asıl melankoliye hapsolmasının açıklaması, o sofu, kuralcı ve baskın adamın (babasının) annesiyle olan sorunlu ilişkisidir. Daha iyi bir anlatımla söylersek; dindar ve ahlaklı baba, katı kaidelerini kendi yaşamında tam anlamıyla uygulayamamış, “nefsine hakim olamayıp” evdeki hizmetçi ile evlilik dışı ilişkiye girmiştir. İşte yaşam aslında bu kadar “gerçekçidir.” Kierkegaard deli sorularla karşı karşıyadır gayri: Din nedir, dindar kimdir, ahlak nedir, ahlaklı kimdir? Babası iyi bir adam mıdır? Günahkar mıdır?
Sanırım bunları feylesof olmadan da çözebilirdi Kierkegaard. Ama feylesof olmak zorunda kaldı. Çünkü babasından da kalan çelişki mirası kendini başka, “tuhaf” bir ilişkiye sokmuştu. Regina... “Senin için bir kitap yazacağım,” diye yola çıkan aşıkın, bir süre sonra, “nişanlandım ben,” diye maşuktan haber alması her ne kadar “sade ve sıradan” bir aşk öyküsü gibi görünse de zekanın parlattığı bir adamı feylesof yapacaktır. 
Babası ile Regina bir araya gelip, -bu ikisi ailede yaşanan erken ölümlerden bile etkildirler- Kierkegaard’ı yaratmış olmaktadır.
Buraya kadar tamam mı? Bu öyküyle baktığımızda şu fikri kabullenmemiz ne kolay; Kierkegaard için nesnel doğruluk, akılcılık Regina’sının ya da ebeveynlerinin yarattığı travmayı sağaltacak, tatmin edecek, onları açıklayabilecek görüşler olmaktan çıkmıştır. Kierkegaard her ne kadar erkenden ölse de, zeka varsılı bir adam olarak o kadarcık yaşamak için bile daha bireyci bir felsefi görüşe gereksinimi vardır: Her bir birey kendi hayat yolunu kendi seçip takip etmelidir. Tıpkı babasının ve annesinin ve Regina'nın ve nihayet kendisinin yaptığı gibi... Böylece Kierkegaard özgürleşecektir. Tek çıkar yolu budur.

Ne demek istediğimi basite indirgeyerek berbat etmek istiyorum şimdi. Kierkegaard’ın ebeveynleri ve Regina ile olan sorunlu ilişkisi bizi sarih ve sahih bir gerçeğe götürüyor. Feylesof oldu, zeki bir adamın başka çıkışı yoktur. Yazdı, kusması gerekiyordu. Mahlaslarla yazdığını ve kendi kendiyle kavga ettiğini biliyoruz. Kendini sözcüklerin içine sakladı. Yazdığı gibi; “bir yazarın ruhu üslubuna girmelidir.” Anlattığımız bir yaşam öyküsüdür. “Mükemmel aşk, insanın mutsuz edecek kişiyi sevmesidir,” diyen bir zeki adamın öyküsü... Buraya kadar meramımızı anlatabilmişsek son darbeyi indirmenin zamanı. 
Okuyucu uyanık olsun! Kitapların içinde yazılanlar, görüşler, kurgular okuyucuya kurulan tuzaklardır. Yazarın kendi yaşam öyküsüne bakın. Gerçek oradadır. Ne kusuyor? bu bizi oyalamasın. Yazar aslında ruhunu özgürleştirmenin peşindedir. Yazarak kusar ve rahatlar. Okuyucu ilk feylesofundan varoluşçuluk dersi aldığını sanadursun, o okunan kitap çoktan Kierkegaard’ın terapi aracı olmuştur. Kusunca kim rahatlamaz?

Tatmin olunmadıysa başka bir örneklemeyle yazımızı berbat etmeyi sürdürelim.
Yıl 1774. Tarihin tam o yerinde Almanya’da intihar salgını başlar. Sokaklarda mavi fraklar, sarı yelek ve pantolonlarla dolaşanların sayısı artar. Nedeni Goethe’dir. Genç Werther’in Acıları yalnızca Almanya’da değil, salgın halde İngiltere, Fransa gibi pek çok ülkede okunmaktadır ve insancıklar kitapta yaratılan kurguyla öteki dünya seferlerine katılmaktan bile imtina etmezler. Okuyucu kitaba gömülmüş, uyumaktadır. Yazarın kustuğunun ayrımına kimse varmaz. Biz izah edelim.
Yılları geriye sarıyoruz. 1772-1774 arasına, Goethe’nin yaşamına dönelim. Deneyelim: Okuyucuya kitaba değil, yazara da bir bak kardeşim demeye gidelim. Bu tarihlerde Goethe önce nişanlı bir kadına tutulur, kadın başkasıyla (Goethe'nin de arkadaşıdır aslında) evlendiğinde yüzükleri gönderen Goethe’dir. Tanrım! Werther bile bu kadarını yapmamıştır. Goethe bey, derken on altı yaşında bir kadına – Brentanolar’ın anneleri- abayı yakar; ama o da Goethe ile değil yine bir başkasıyla evlenecektir. Dikkat; Genç Werther’in Acıları’nı anlatmıyoruz. Yazdığımız Goethe’nin özyaşamıdır. Bu tarihlerde bir de yakın arkadaşının bir evli kadına tutulup intihar etmesi hadisesi var ki; kendi yaşadıkları mı yoksa bu duyduğu haber mi daha kötüdür karar veremez.
Genç Werther’in Acıları kitabını okuyanlar, olay örgüsünün Goethe’nin yaşadıklarıyla tam anlamıyla örtüştüğünü bilecektir. Goethe hayranları bu ortaklaşalıkları kabul etmekle birlikte, bağlantının yetersiz olduğunu ve kitapta baştan sona sağlam bir kurgunun yazarın yeteneği olarak öne çıktığını söylemektedirler. Söylesinler... İyi de ederler. Bizim derdimiz de zaten okuru kitaba değil yazara bakmaya kışkırtmak değil miydi? Yazara bakmayı sürdürelim ve yaşamıyla yazdığı arasındaki illiyeti pekiştirmeyi sürdürelim.
Goethe’nin arkadaşının nişanlısına aşık olması ve onun yarattığı travma ile suçluluk duygusunu kolay aşması mümkün değildi. 18'nci yüzyıldan söz ettiğimiz unutulmamalı. Özgürleşmesi gerekiyordu. Zehirlenmişti. O da kustu. Kitap tam da budur. 
Bu öyküdeki üç temel karakter üzerinden gidersek okuyucu-yazar-olay örgüsündeki meramımızı daha iyi anlatmış olacağız; (1) Lotte aşık olunacak, güzel, alçakgönüllü, özverili kadın... “İyi” bir insan. O kadar iyi ki; kendisine annesinin bulduğu, bulduğuna da emanet ettiği nişanlısı sevgili Albert’i de, baloya giderken tanıştırılan Werther’i de kırmaktan çok çekinmektedir. (2) Albert kim? Lotte’nin tariflediği sözlerle açıklamakta yarar var: “Albert iyi bir insan, onunla nişanlı sayılırım.” (3) Ve elbette bu öykünün en mağduru, - nitekim intihar edenden daha mağduru olur mu?- iyilerin iyisi, aşık Werther. Öyküde herkes iyi de, çekilen derin acılar ve ölüm var. İşte bu kötü. Bunun sorumluluğu birinin üzerine yıkmalı. Yazar, Goethe, bunu yapmaya çalışıyor. Okuyucuyu yanına alıp Goethe'yi, -affınıza sığınıyorum Werther'i- aklayıp, masum kılıp, kutsayıp özgürleşecek. Yüklerinden kurtulması, kusması gerekiyor.
Tekraren... Goethe’nin ne yapmak istediğini anladık mı? “Sağlam kurgunun” şapşik okuyucuyu nereye doğru çektiğini peki? Kanımız o ki; kitabı okumalısınız. Hatta kitaba, kurguya değil de Goethe’ye odaklanmak için bir de Thomas Mann’in Lotte Weimar’da kitabını okumak şiddetle önerilir. Venedik’te Ölüm’ün yazarı. Goethe hayranı... İyice aydınlanmak için çok iyi bir yol olurdu. Thomas Mann'in sözcüklerini de yukarıdaki koşullarla okumak kaydı şartıyla elbette. Demem o ki; burada da kitaba değil Thomas Mann’e ve Goethe'ye hayranlığına dikkat edin. Sarmalı bilerek seçtik.
Aklınızın yeterince karışmadığını düşünerek son pisliğimizi de yapalım. Yukarıda yazdıklarımızı sizin için çöpe atabiliriz, hazırlanın. Kimsenin, hiçbir okurun öyle uzun uzadıya yazarı düşünmesine gerek yoktur. Şimdiye kadar yazdığımız saçmalık. Sanatçılar ya da yazarlarıyla yaratıları arasındaki bağ, bağlantı okuru asla ilgilendirmez. Tıpkı filmin senaristinin, yönetmeninin yaşamının filmi izlerken bir karede bile aklımıza gelmemesi gibi. Okur, yazara kanmak için kitap almaktadır. Yaşamından ona ne ki? Böyle bir düşüncenin çok revaç bulduğunu söyleyebilirim. Kurguda yuvarlanıp durun siz. Gerisi akademisyenlerin işi.
Daha da kafa karıştırmak için Sartre ile Beauvoir’in yaşamları ve kitaplarına vurgu yapıp “Özgürlük Aşıkları’nı” anlatacaktım ama bir daha ki sefere..


Prof. Dr. Bernhard Albert Bauhaus – National University of Singapore
Çev: Kitapsevenlerle
Not: Society for Tal Ha dergisinde yayınlanmıştır.