30 Temmuz 2015 Perşembe

İnsan Ölümsüzdür

Hayır!
İnsan ölümsüzdür
Kuşlar ölecek, balıklar da
Sürüngenleri yeryüzünün
Amenna
Bi cigara gibi yanarak tükenecek her şey
Üstünde dumanı kalacak sonra
Islak buğday sapının 
İnsan işi yangınından artakalan
Alışılmadık bi koku
O da bitecek, soluyarak binlerce ciğerin deviniminde
İnsan kalacak
Yağmurun çamurunda ağır aksak yürüyen 
Sis bulutlarının altında türkü söyleyen
Vatan için göğsünü siper eden
İnsan!
Hoyrat sevişmelerde ürperen bedeni
Kızıl bi toprakta çukura gömülürken
Kendi cenazesinde saf tutan
Yegane yaratılmış
Deli, sakat, varsıl, dindar
Envayi türlü şey
Hayır!
Beden ölecek
İnsan ölümsüzdür
Tarifsiz bi sonsuzluk içinde 
Küçücük geçmişiyle
Kendi yarattığı cennetinde
Yok hayır!
Düşlerinin sınırsızlığında inşa edilmiş cennetinde
Belkileri sevmek lazım gelir
Her ikisinde belki
Suimisal
Şu İzmir bakan kadın
Zihninde taşıyıp yeşerttiği aşk kadar
Geniş ve doyumsuz bi alemi çizecek
O dem
Hayır!
Her daim o tanrı
Elini eteğini çekmeden üzerimizden
Ölümsüz köleliğimizde sürecek saltanatını
Her insan kendi tahtı kadar inşa edecek
Öteki denilen dünyada 
Kendi cennetini ve cehennemini
Hayır!
İnsan ölümsüzdür
Köleler asla ölmezler
Sahipleri izin vermedikçe
Yaşam sonsuzdur
İçini rüyalarımızla doldurur
Izdıraplarımızla yaşarız
Hayır!
Hepimiz en az bir şair kadar
Günahkarız

Mustafa Doğan / İzmir Şiirleri / 1975
ölü şairin defteri

10 Temmuz 2015 Cuma

Okuma Ufukları - Prof. Dr. Bernhard Albert Bauhaus

Babası sofu bir Hristiyan olan Kierkegaard’ın dolaştığı düşler alemi ve sahip olduğu diyalektik onu melankoliye sürükler ama ahlak üzerine düşünmesinin temel nedeni ya da şöyle söylemek gerekir; asıl melankoliye hapsolmasının açıklaması, o sofu, kuralcı ve baskın adamın (babasının) annesiyle olan sorunlu ilişkisidir. Daha iyi bir anlatımla söylersek; dindar ve ahlaklı baba, katı kaidelerini kendi yaşamında tam anlamıyla uygulayamamış, “nefsine hakim olamayıp” evdeki hizmetçi ile evlilik dışı ilişkiye girmiştir. İşte yaşam aslında bu kadar “gerçekçidir.” Kierkegaard deli sorularla karşı karşıyadır gayri: Din nedir, dindar kimdir, ahlak nedir, ahlaklı kimdir? Babası iyi bir adam mıdır? Günahkar mıdır?
Sanırım bunları feylesof olmadan da çözebilirdi Kierkegaard. Ama feylesof olmak zorunda kaldı. Çünkü babasından da kalan çelişki mirası kendini başka, “tuhaf” bir ilişkiye sokmuştu. Regina... “Senin için bir kitap yazacağım,” diye yola çıkan aşıkın, bir süre sonra, “nişanlandım ben,” diye maşuktan haber alması her ne kadar “sade ve sıradan” bir aşk öyküsü gibi görünse de zekanın parlattığı bir adamı feylesof yapacaktır. 
Babası ile Regina bir araya gelip, -bu ikisi ailede yaşanan erken ölümlerden bile etkildirler- Kierkegaard’ı yaratmış olmaktadır.
Buraya kadar tamam mı? Bu öyküyle baktığımızda şu fikri kabullenmemiz ne kolay; Kierkegaard için nesnel doğruluk, akılcılık Regina’sının ya da ebeveynlerinin yarattığı travmayı sağaltacak, tatmin edecek, onları açıklayabilecek görüşler olmaktan çıkmıştır. Kierkegaard her ne kadar erkenden ölse de, zeka varsılı bir adam olarak o kadarcık yaşamak için bile daha bireyci bir felsefi görüşe gereksinimi vardır: Her bir birey kendi hayat yolunu kendi seçip takip etmelidir. Tıpkı babasının ve annesinin ve Regina'nın ve nihayet kendisinin yaptığı gibi... Böylece Kierkegaard özgürleşecektir. Tek çıkar yolu budur.

Ne demek istediğimi basite indirgeyerek berbat etmek istiyorum şimdi. Kierkegaard’ın ebeveynleri ve Regina ile olan sorunlu ilişkisi bizi sarih ve sahih bir gerçeğe götürüyor. Feylesof oldu, zeki bir adamın başka çıkışı yoktur. Yazdı, kusması gerekiyordu. Mahlaslarla yazdığını ve kendi kendiyle kavga ettiğini biliyoruz. Kendini sözcüklerin içine sakladı. Yazdığı gibi; “bir yazarın ruhu üslubuna girmelidir.” Anlattığımız bir yaşam öyküsüdür. “Mükemmel aşk, insanın mutsuz edecek kişiyi sevmesidir,” diyen bir zeki adamın öyküsü... Buraya kadar meramımızı anlatabilmişsek son darbeyi indirmenin zamanı. 
Okuyucu uyanık olsun! Kitapların içinde yazılanlar, görüşler, kurgular okuyucuya kurulan tuzaklardır. Yazarın kendi yaşam öyküsüne bakın. Gerçek oradadır. Ne kusuyor? bu bizi oyalamasın. Yazar aslında ruhunu özgürleştirmenin peşindedir. Yazarak kusar ve rahatlar. Okuyucu ilk feylesofundan varoluşçuluk dersi aldığını sanadursun, o okunan kitap çoktan Kierkegaard’ın terapi aracı olmuştur. Kusunca kim rahatlamaz?

Tatmin olunmadıysa başka bir örneklemeyle yazımızı berbat etmeyi sürdürelim.
Yıl 1774. Tarihin tam o yerinde Almanya’da intihar salgını başlar. Sokaklarda mavi fraklar, sarı yelek ve pantolonlarla dolaşanların sayısı artar. Nedeni Goethe’dir. Genç Werther’in Acıları yalnızca Almanya’da değil, salgın halde İngiltere, Fransa gibi pek çok ülkede okunmaktadır ve insancıklar kitapta yaratılan kurguyla öteki dünya seferlerine katılmaktan bile imtina etmezler. Okuyucu kitaba gömülmüş, uyumaktadır. Yazarın kustuğunun ayrımına kimse varmaz. Biz izah edelim.
Yılları geriye sarıyoruz. 1772-1774 arasına, Goethe’nin yaşamına dönelim. Deneyelim: Okuyucuya kitaba değil, yazara da bir bak kardeşim demeye gidelim. Bu tarihlerde Goethe önce nişanlı bir kadına tutulur, kadın başkasıyla (Goethe'nin de arkadaşıdır aslında) evlendiğinde yüzükleri gönderen Goethe’dir. Tanrım! Werther bile bu kadarını yapmamıştır. Goethe bey, derken on altı yaşında bir kadına – Brentanolar’ın anneleri- abayı yakar; ama o da Goethe ile değil yine bir başkasıyla evlenecektir. Dikkat; Genç Werther’in Acıları’nı anlatmıyoruz. Yazdığımız Goethe’nin özyaşamıdır. Bu tarihlerde bir de yakın arkadaşının bir evli kadına tutulup intihar etmesi hadisesi var ki; kendi yaşadıkları mı yoksa bu duyduğu haber mi daha kötüdür karar veremez.
Genç Werther’in Acıları kitabını okuyanlar, olay örgüsünün Goethe’nin yaşadıklarıyla tam anlamıyla örtüştüğünü bilecektir. Goethe hayranları bu ortaklaşalıkları kabul etmekle birlikte, bağlantının yetersiz olduğunu ve kitapta baştan sona sağlam bir kurgunun yazarın yeteneği olarak öne çıktığını söylemektedirler. Söylesinler... İyi de ederler. Bizim derdimiz de zaten okuru kitaba değil yazara bakmaya kışkırtmak değil miydi? Yazara bakmayı sürdürelim ve yaşamıyla yazdığı arasındaki illiyeti pekiştirmeyi sürdürelim.
Goethe’nin arkadaşının nişanlısına aşık olması ve onun yarattığı travma ile suçluluk duygusunu kolay aşması mümkün değildi. 18'nci yüzyıldan söz ettiğimiz unutulmamalı. Özgürleşmesi gerekiyordu. Zehirlenmişti. O da kustu. Kitap tam da budur. 
Bu öyküdeki üç temel karakter üzerinden gidersek okuyucu-yazar-olay örgüsündeki meramımızı daha iyi anlatmış olacağız; (1) Lotte aşık olunacak, güzel, alçakgönüllü, özverili kadın... “İyi” bir insan. O kadar iyi ki; kendisine annesinin bulduğu, bulduğuna da emanet ettiği nişanlısı sevgili Albert’i de, baloya giderken tanıştırılan Werther’i de kırmaktan çok çekinmektedir. (2) Albert kim? Lotte’nin tariflediği sözlerle açıklamakta yarar var: “Albert iyi bir insan, onunla nişanlı sayılırım.” (3) Ve elbette bu öykünün en mağduru, - nitekim intihar edenden daha mağduru olur mu?- iyilerin iyisi, aşık Werther. Öyküde herkes iyi de, çekilen derin acılar ve ölüm var. İşte bu kötü. Bunun sorumluluğu birinin üzerine yıkmalı. Yazar, Goethe, bunu yapmaya çalışıyor. Okuyucuyu yanına alıp Goethe'yi, -affınıza sığınıyorum Werther'i- aklayıp, masum kılıp, kutsayıp özgürleşecek. Yüklerinden kurtulması, kusması gerekiyor.
Tekraren... Goethe’nin ne yapmak istediğini anladık mı? “Sağlam kurgunun” şapşik okuyucuyu nereye doğru çektiğini peki? Kanımız o ki; kitabı okumalısınız. Hatta kitaba, kurguya değil de Goethe’ye odaklanmak için bir de Thomas Mann’in Lotte Weimar’da kitabını okumak şiddetle önerilir. Venedik’te Ölüm’ün yazarı. Goethe hayranı... İyice aydınlanmak için çok iyi bir yol olurdu. Thomas Mann'in sözcüklerini de yukarıdaki koşullarla okumak kaydı şartıyla elbette. Demem o ki; burada da kitaba değil Thomas Mann’e ve Goethe'ye hayranlığına dikkat edin. Sarmalı bilerek seçtik.
Aklınızın yeterince karışmadığını düşünerek son pisliğimizi de yapalım. Yukarıda yazdıklarımızı sizin için çöpe atabiliriz, hazırlanın. Kimsenin, hiçbir okurun öyle uzun uzadıya yazarı düşünmesine gerek yoktur. Şimdiye kadar yazdığımız saçmalık. Sanatçılar ya da yazarlarıyla yaratıları arasındaki bağ, bağlantı okuru asla ilgilendirmez. Tıpkı filmin senaristinin, yönetmeninin yaşamının filmi izlerken bir karede bile aklımıza gelmemesi gibi. Okur, yazara kanmak için kitap almaktadır. Yaşamından ona ne ki? Böyle bir düşüncenin çok revaç bulduğunu söyleyebilirim. Kurguda yuvarlanıp durun siz. Gerisi akademisyenlerin işi.
Daha da kafa karıştırmak için Sartre ile Beauvoir’in yaşamları ve kitaplarına vurgu yapıp “Özgürlük Aşıkları’nı” anlatacaktım ama bir daha ki sefere..


Prof. Dr. Bernhard Albert Bauhaus – National University of Singapore
Çev: Kitapsevenlerle
Not: Society for Tal Ha dergisinde yayınlanmıştır.

4 Temmuz 2015 Cumartesi

Yaşamda 10 Temel Kural - Hintli Prof.'tan

1. Gülmekten çekinmeyin: Göstere göstere gülün. Karşıdaki masada oturanlar size bakıp fısıldaşsınlar. Kimin umurunda? O kadar kolay gülün ki mutsuzluk sizden korksun.
2. Geriye dönüp bakmayın: Geçmişinizi yargılayacak yeterince çekemeyeniz vardır. Zamanını sizi konuşarak geçirenler de epeyce çok olabilir. Hatta inançlıysanız sonraki dünyada sonsuza kadar geçmişiniz sorgulanacak. Siz bugüne, şu ana bakın. Yalnızca şu ana...
3. Yaptığınız planlar yalnızca mutsuzluk demektir: Olur mu diye endişe, olmazsa diye peşin mutsuzluk, bu sırada anı yaşamaktan kendinizi alıkoymanız... Kaba olacak ama şunu bizimle birlikte söyleyin; "siktir et planı!"
4. Başkalarının düşüncesi elbette sizinkinden farklı olacak: Değilse siz de sıradan ve vasatsınız. İşte işin ironisi; herkes gibi düşünüp, başkaları için normalleşmek sizi kurtaracaktır. Onların ne düşündüğüne önem verin ve milyarlarca insandan biri olun. Kendinize değil başkalarına kulak verin. Kendi hayatınızı değil, o sıradan, milyarlarca hayattan birini eda edip toprağın altına çürümeye gidin.
5. Zamanın her şeyi yendiğini biliyorsunuz değil mi: Bunun ayrımına varmadıysanız boşa kürek çekmişsiniz demektir. Zamana direnmek kadar avanakça bir düşünce olabilir mi? Siz en iyisi onunla uğraşmak yerine zamanınızı değerlendirmeye bakın.
6. Değer vermeniz bir işe yaramadı: Kime değer vermişseniz elbette cezasını da çekmişsiniz demektir. Saygı göstermeniz ya da sevmeniz yeterliydi. İki taraf da mutlu olacaktı. Değer vererek onu borçlu hissettirdiniz, siz hayal kırıklığına uğradınız.
7. Unutmayın ki aşk tek kişiliktir: Bunu anlayacak kadar zekiyseniz sorun yok. Öteki türlü üç tarafın da yaşamı zehir olacaktır. Hem sizin, hem aşık olduğunuz kişinin ve hem de aşkı imkansız kılan üçüncü tarafın. Bunu anlamadıysanız fazlaca üzerinde durmayın zaten. Sizin için yapabileceğimiz bir şey yok. Şuna odaklanın; aşıksınız. Bu dünyanın tek başına yapılması gereken, yegane şeyidir. Aşkınızı yaşayın, bitirin ya da son soluğa kadar yüreğinizde taşıyın. Aman kimseyi musallat etmeyin. Bir işe de yaramaz zaten.
8. Geriye bıraktığınız yok olacak, çok böbürlenmeyin: Biriktirmek karıncanın işi, üveyik kuşunun ya da bir engereğin... İnsan yaşar ve yaşatır. Tüketir ve tükenir. Zaman nasılsa yok edecek. Hem de her şeyi. Tüm biriktirdiklerinizi. Kalıcı olmak kimsenin, hiçbir şeyin haddi değil. İlla ki geriye bir şey bırakmak istiyorsanız, boynunuzda taşıdığınız kolyenin içine bir şiir yazıp koyun.
9. Hayır demek sizi kötü yapmaz: Evet dediğinizde pişmanlıklarınız başlar. Çağdaş insan kolayca değil ama kibarca hayır demesini bilir. Özveri herkese açık bırakabileceğiniz, umuma açık bir kapı değildir. Siz şehrin ortasındaki park değilsiniz. Nadide eserlerin sergilendiği bir müzesiniz.
10. Ağladığınızı kimse görmesin: Farkı biliyorsunuz değil mi? Size ağlamayın demiyoruz. Hatta, kolaycacık ağlayabilir, acıyı dünyaya bırakabilirsiniz. Akıtın gitsin. Yalnızca bunu yaparken çevrenizde kimse olmasın.

Prof. Dr. Kunal Vinay Cabbie