Juliette Binoche benden on üç yaş kadar büyük. Otuz altı yaşındayken
oynadığı Çikolata filminde dükkanından içeri girenlerin hangi çikolatayı
beğendiğini şıp diye buluveriyor. Senaryo öyle. Juliette’nin gözlerinin içine
baktığınızda, insanların sevdiği çikolatayı bulma işinin bir tahminden çok daha
ötesi olduğunu keşfedebiliyorsunuz. Müthiş bir kendinden emin olma hali var ki;
imrenerek izlemiştim. Kalabalıklaşmış, envayi türlü adamların ve kadınların
yaşadığı büyük kentlerin eski semtlerinde bu türden nostaljik denemeler
yapılmıyor değil. Çoğu başarısız kalan –maalesef- bir sürü adım biliyorum. Ufak
bir lokanta, fazlaca iddiasız bir pastane ve ama bol sayıda kahvehane var.
Peki! Kitapçı? İçinde bin adet kitapla, edebiyat sevenlere kapısını açan küçük
ve sıcak dükkanlar var mı? Ben, büyük şehirlerde görmedim. Kanaat edip,
yaşamını kitaplarla dolduran ve kapı açılıp içeri girenlerin nasıl bir kitabı
beğenebileceğini söyleyebilen birileri neden çıkmıyor? Düşünebiliyor musunuz,
baktığınız raftan, elinize alıp incelediğiniz kitaptan, sorduğunuz sorulardan,
ettiğiniz sohbetten ya da giyim kuşamınızdan sizin ne tür bir kitap aradığınızı bilecek bir adam ya da
kadınla karşılaşsanız. Elbette sizin de kitap sevdiğinizi varsayarak söylüyorum
bunları. Şu üzerinde yaşadığımız topraklarda, bir yılda kırk binden çok kitap
basılıyormuş. Bunları basanların çoğu yeşile düşman, yaptıkları da boşuna kağıt
tüketimi...
Peki ya, onca çöpün içinden sizin için pırlanta olabilecek kitapları bulup
çıkarmak olası mı? Denersiniz ama bıkmak, vaz geçmek de var işin içinde. En
iyisi birkaç arkadaşınızla şöyle endamlıca edebiyat, kültür, kitap sohbeti
yapabilmek. Onun gördükleri, ötekinin duydukları, sizin seçebildiklerinizle
içinden okunabilecekleri bulup çıkarmak. Ya da... Ya da o sözünü ettiğim
kitabevinden içeri girmek, güzel ve bakımlı bir kadının – sanırım bir Juliette
beklemiyorsunuz - size uzattığı kitabı şöyle bir evirip çevirmek. Yazarının
önceki kitapları, çeviriyse kimin çevirdiği, yayınevinin titizliği üzerine
karşılıklı kelam edebilmek. Bu böyle olur. Bu kitap okunur. Aldın okudun, öteki
gelişinde daha sen içeri girmeden raftan uzanıp bir kitap alıp, eline
uzatılması... Daha da fazlası... Bir kitabın senin için getirtilmesi, rafta bir
yerde seni bekleyen kitabın olması. Şu, tabletten kitap okunması hadisesine hiç
girmeyeceğim. Bu anlatıda ona niyet etmedim. O iş, benim gibi düşünsel olarak yaşını
almış bir adam için fazlaca ucube bir şey. Anlattığım, düşlediğim şey, kağıdın
üstüne serçe ayak izleri gibi uzanmış harfler, kağıt kokuları, raflar,
kütüphaneler, ayraçlar... Ben başka bir dünya tarif ediyorum. Çikolatanın
hangisini beğenebileceğinizi söyleyen Juliette’in gözlerindeki emin olma
haliyle girdiğiniz kitapçıdan...
Bu işi kafaya taktığımda küçük çaplı bir kamuoyu araştırması yaptım. Çocuklara
kitap ya da kitapçı sorduğumda bana D&R’ı tarif ediyorlar. Büyüklere
sırnaşıyorum; ağızlarını arıyorum, kitapçı, kitabevi, dükkan filan diyorum ama
nafile... Onlar da hiç ses seda yok. Israr edersem çocuklar gibi onlar da
D&R diyorlar. Alış veriş merkezlerinde satış yüzeyi tutmuş, en büyük
kitapçı oymuş. Bir işletmeci, ekonomist arkadaş söyledi. Satış yüzeyi ifadesini
öğrendim. D&R’ı marka olarak biliyorlar. Israrla da kitapçı diyorlar oraya.
“Bu da bir şey,” dedi bir arkadaşım geçenlerde. Boyama kitapları ile
çocukları sevindirerek başlayabilir aileler. Sonra? Sonra yollarını çocuklar
kendisi çizecek. Şimdi büyükler için de boyama kitapları varmış; onlar da hele
bir girsin D&R’ın içine elbette yanında gözüne ilişen bir kitabı alıp
çıkacaklarmış. Ve sonra... Ve sonra çok sayıda okurumuz olacak. Heyhat! Buna
inanmamı istiyordu arkadaşım.
Bu aydınlatıcı ve ufuk açıcı kamuoyu yoklamasından sonra ben de asırlar
sonra bir D&R mağazasından içeri girdim. Herkesin yaptığını yapmak için.
Elbette Juliette’siz bir mekan... Gözümün içine onu gibi birinin bakmasını
beklemedim. Ben de herkes gibi çok satanlar ve yeni çıkanlar sütunlarında
dolaştım. Albenili kapakları olan kitapları aldım elime. Fotoblok –bu sözün
Türkçesi var mı bilemedim - yaptırılmış, girişte Juliette’den daha güzel bir kadın
karşılıyor. Uzaklaştım, çok
satanlardan birini aldım elime, kitabın içine, daha da çok arka sayfasına
baktım. Sonra, sonra da yeni çıkanları, çok satanları ve gözüme sokulanları
uzun süre kolaçan ettim. Bir iki tanıdık isme rastladım kitap kapaklarında.
Sonra da sohbet etmek için bilgisayar arkasına oturmuş arkadaşın yanına gittim.
Dedim ki; “Babam Nurullah Ataç... Kitabın adı bu; Meral, kızıdır o yazmış. Yapı
Kredi’den...” Benim gibi birinin –
bu sözü umursuyorum elbette - soracağı hemen hemen her kitabın D&R’da olmadığını
peşinen söyleyebilirmiş. Açık sözlüydü arkadaş. Uzatmadım, bulabileceğim ve
benim de almamı önerebileceği bir kitap var mıydı? “Abi,” dedi, artık samimiydik
ve ben o samimiyeti gerçekten sevdim. “Değişiklik olur, sen Olasılıksız oku.” Ben ne soracağım? “Herkes onu mu okuyor?
Diye sordum” Uzun etmeyeyim.. “Yok,” dedi; herkesin evinde mutlaka bir adet
Kürk Mantolu Madonna varmış. Çok popüler dedi, son günlerde. Sabahattin Ali’yi
sevmediğimi söylersem kızacak gibi geldi. Yanından uzaklaştım. Bir dron
fiyatı öğrenip oradan çıktım.
Kapıdan yayıncı bir arkadaşımı aradım; dedim ki, “şu son bastığın kitabın
adı ne?” Söyledi de ben burada yazmayayım. Deşifre olmasın. D&R’daki
samimiyeti artık iyice ilerlettiğim “arkadaşa” gidip o kitabı istedim. Benim de
alabileceğim kitapların olduğunu gösterecektim. Ben bir ucube değildim. Önce
bilgisayardan mağaza içinde bir yön tayini aldı. O yönde gidip yaklaşık on
dakika kadar rafı kurcaladı ve eli boş döndü. “Stoklarda var görünüyor.” Bu
sanırım beklersem kiatbın geleceği anlamına geliyordu. Bekledim. Bir koli
kitapla başka bir arkadaşı geldi, ipler kesildi, kaplama kağıt yırtıldı ve bir
hafta önce gelmiş kitap ortaya çıktı. Rafa konulması unutulmuş. Samimiyetimize
binanen söylediğine göre; “bir hafta daha arayan soran olmazsa koliyi açmadan
iade edeceklermiş.” Yayıncı arkadaşıma bu kısmı anlatmadım. Bildiği ile üzmek hoş
olmazdı. Koliyi açtırdım, samimiyetimize istinaden yayıncı arkadaşımın kitabını
yeni çıkanlara koydurdum. İki adet. Rafa dizildi. Ben de birini satın aldım.
Çıkınca yayıncı arkadaşımı aradım ve olan bitenin anlatılabilecek kısmını
anlattım. Dedim ki; “bu D&R para kazanmak istemiyor mu? Neden raflara
koymuyor kitaplarınızı?” İşte o dem vehametin daniskasını öğrendim. “Benden çok
kazanıyor, hatta ben zarar ediyorum,” dedi. Kitabın üzerinde yazılı fiyatın
yarısını alabiliyormuş yayıncı. Yani; dosya seçimi, editörlüğü, düzeltmesi,
kapak çizimi, basımı, dağıtımı, yazara telif ödemesi, akla gelecek her ne varsa
o her şeyi yapıp kitabı yarı fiyatına D&R’a veriyorlarmış, D&R dışında bir
de diğer dağıtımcılara... D&R rafa koyma bedeli olarak yayıncının aldığının
aynısını cebine indiriyormuş. Bunları duyunca yazarları aklıma geldi. “Ya
yazar?” Beni kızdırmak için söyledi sanırım; “Siktir et abi yazarı. Okurdan
çok,” dedi.
Şimdi proje yapıyorum; elimde üç kuruş var. Çocuklar musallat olmazsa bizim
semtte bir kitapçı açacağım. Bir dükkan. Juliette gibi masanın arkasında bekleyip
girenlerin gözlerinin içine bakacağım ve ona hangi kitabı beğenebileceğini şıp
diye söyleyeceğim. D&R korksun. Juliette tarzına yenik düşecek...
T.S.Bolulu - Kasım 2016 / İstanbul