25 Mart 2017 Cumartesi

MICHAEL LÖWY: TANIDIĞIM NIKOS PULANCAS




MICHAEL LÖWY: TANIDIĞIM NICOS POULANTZAS (Nicos Pulancas)

2015 yılı 16-17 Ocak tarihlerinde Sorbon Üniversitesi’nde Nicos Poulantzas’ın çalışmaları hakkında uluslararası bir konferans düzenlendi. Paris 8 –Vincennes- Üniversitesi’nde yedi yıl boyunca Nicos’un (Yunan-Fransız düşünür) asistanlığını yapan Michael Löwy ile yapılan mülakat yayınlandı.

Bize Nicos Poulantzas ile nasıl karşılaştığınızı anlatabilir misiniz?
 
1960’larda Brezilyalı arkadaşım Emir Sader Fransa’da sürgünde yaşıyordu. Kendisi Latin Amerika’nın hala yaşayan en önemli Marksistlerindendir.[1] 1969 yılında Fransa’ya taşınmamdan sonra Emir ile buluştuk ve bana ‘Şili’ye gitmek için ayrılmam gerekiyor,’ dedi. Bu, 1970’te Şili’de Salvador Allende’nin Unidad Popular’inin iktidara gelmesinden birkaç ay önceydi. ‘Vincennes Üniversitesi’ndeki Nicos Poulantzas’ın asistanlığına, benim yerime geçebilir misin?’ diye sordu. Ben de; ‘elbette, isterim,’ dedim. Böylece beni Nicos’la tanıştırdı, o da asistan olmamı kabul etti.
O tarihlerde Nicos benim kuramsal ve siyasi geçmişim hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Emir’in kefaleti olduğu için Nicos için endişelenecek bir durum da yoktu aslında. Fakat ikimiz de çok farklı bir Marksist ekole aittik: Nicos Althusseryandı, ben de Lukasçı. O yarı Maoist oldu ve arkasından da Avrupa Komünisti... Bense ilerleyen zamanlarda Troçkist olmuştum. Yine de o seneleri harika bir şekilde geçirdik. O yıllarda, Üçüncü Enternasyonel’in, ulusal meselelerin, Lenin ve Gramski’nin üzerine dersler verdik. Öğrenciler çok beğendi çünkü bu konular hakkında iki farklı görüşe dair noktaları duyuyorlardı. Küçük ikili çalışmalarımız birkaç yıl sonra bitti.

Nicos Poulantzas nasıl biriydi?

Sıcak bir insandı. Bir Yunanın olması gerektiği gibi, Akdeniz karakteri olan biriydi. Yüksek bir mizah duygusu vardı, çevresine hep şakalar yapardı. Öğrencileri arasında da çok popülerdi bu nedenle özellikle öğrencilere karşı olmak üzere yüce gönüllü biriydi. Derslere yüzlerce öğrenci katılır, sınıf ağzına kadar dolardı. Nicos Poulantzas, tamamıyla neşe dolu bir Marksist, bağnazlığın da tam karşıtı bir adamdı. Geriye, 1979 yılındaki intiharına bakılırsa, karanlık kişilikliymiş izlenimi verebilir ama asla öyle değildi.
1974 yılında, Luckas üzerine yazdığım tezimin savunmasına katılımını istedim. Bana destek verdi, söylediği bir sözü asla unutamayacağım: ‘Michael, senin gibi parlak bir adamın zamanını Luckas’a harcaması boşuna.’ Luckas onun gözünde dayanılamayacak bir ultra solcuydu.
Elbette tüm kitaplarını okudum ve hepsi çok ilginçtir ama bana kalırsa yine de bence çok Althuseryandır, çok yapısalcıdır. Sonlara doğru, görüşlerimizin daha da yakınlaştığını söyleyebilirim. Son çalışmasında, önceki yapısalcı tutumundan ziyade devlet ve toplumsal sınıfların sorunlarının çözümünü daha politik bir şekilde ele aldı.

Derslerin dışında da tartışma şansınız oluyor muydu?

Evet, özellikle 1970’lerin ortasında, New Left Review’deki (NLR) yoldaşlarımızın Londra’da bir tartışma için bizi davet ettiklerinde yakaldığımız fırsatı anımsıyorum. Nicos’un, NLR tarafından basılan en son muhteşem kitabı, Devlet, İktidar, Sosyalizm’deki ‘sosyalizme giden demokratik yol’ bölümüne dair bir sunum yapması gerekiyordu.
Her şeyden önce Nicos’un bu kitapta Rosa Luxemburg’un düşüncesini ele alma biçiminin özellikle yararlı olduğunu söylediğini anımsıyorum. Ben, kendi açımdan, her daim Lukesmburg taraftarı oldum. Rosa’nın vurguladığı temel nokta, -Nicos bu konuyu iyi işlemiş ve daha da ileri götürmüştür- hem temsili hem de doğrudan demokrasinin devrim süreci içinde birleştirilmesidir. Bu, günümüzde de hala çok önemli bir düşüncedir.
 
Nicos’un politik pozisyonu ve nasıl geliştiği yönünde sizin düşünceniz nedir?

Nicos’un politik duruşunu sınıflandırabilmek gerçekten imkansızdır. Yunanistan Komünist Partisi’nin aktif bir üyesiydi, Komünist hareketin bölünmesinde Avrupa Komünizmi tarafında yer aldı, Prag Baharı sırasında da Moskova’dan ayrıldı. Yunan Komünist Partisi’nin geçilen o süreçte Yunanlıların radikal sol partisi Syriza’nın geleneklerinin bir bölümünün oluşumunda yer aldığını söyleyeceğim. Bu bağlamda, Nicos açıkça komünisttir, ancak kimi söylemlerinde de reformist bir yan olduğu düşüncesindeyim. 1974’te Yunan demokrasisi, Constantin Karamanlis çevresince organize edilerek sağın korumasında yeniden inşa edildi. Yunan Komünist Partisi Karamanlis’i desteklemeye karar verdi. Sloganları da, “Karmanlis mi Tanklar mı?” Bu, Karamanlis’in diktatörlüğün karşısında tek seçenek var demek gibi çokça tartışmalı bir şeydi.
Nicos albaylar cuntasında yaşamadı, Paris’e taşınmıştı. Fakat Yunanistan’daki durumu yakinen takip etmeyi sürdürdü. NLB tarafından 1976 yılında basılan kitabı Diktatörlüğün Krizi, Yunanistan hakkında önemli bir tartışmayı içerir. Paris’te, öğrencilerinin de olduğu bir yerde Pasok üyeleriyle yaptığı bir tartışmayı anımsıyorum. O partiyi çok fazlaca tartışıyordu ve geçmişe baktığımızda, bu cephesiyle tartışmakta da çok haklıydı.
Bunlarla birlikte; Nicos’un –başka birçok kişinin olduğu gibi-  Maoizme ve Çin Devrimi’ne de sempatisi vardı. Bu nedenle, onun politik konumuna sui generis (kendine özgü) diyebiliriz.

Bu yıllarda aranızdaki temel görüş ayrılığı nedir?

Az önceki sözünü ettiğim, NLR tarafından düzenlenen tartışmada ben klasik Leninist konumlanmayla devlet aygıtının yok edilişini içeren bir devrim süreci yürütülmesini savundum. Bu noktada onun çekinceleri vardı. Farklı toplumsal güçlerin mücadelesiyle ortaya çıkan devlet yapısının bir kısım parçalarının devrim süreci boyunca korunabileceğini söyledi.
Yunanistan’da diktatörlüğün bitişiyle devlet aygıtları sorununa ve devrimci güçlerin bu aygıta karşı nasıl hareket edeceğine dair görüşünde farklı bir noktaya geldi. Diğer unsurlar da onu önceki Leninizm görüşünden uzaklaştırdı. Fransız Birleşik Solu (Komünist, Sosyalist partilerle radikal solun seçim ittifakı, ilk dönemi 1972-77 arasında sürmüştür) Troçki’nin Rus Devriminin Tarihi’nde çözümlediği ve Rus Devrimi’nde “ikili iktidar” düşüncesi olarak tanımladığından ayrı, “toplumsal dönüşüm” kavramını vurgu yapıyordu. Sol Birlik, sosyal demokrasi ile yani Sosyalist Parti’yle de farklı bir ilişkiye vurgu yapıyordu. Portekiz’de 1974’teki Karanfil Devrimi ve ayrıca 1970-73 arası Allende’nin Şili’si de Nicos’un gelişimini etkiledi. 1970’lerin ortalarındaki stratejik durum artık Dünya’nın dört köşesini içine almış, karşı konulamaz  68 Mayıs’ı sonrasındaki devrim dalgasına benzemiyordu.

Poulantzas’ın sizin de önceden üyesi olduğunuz Ligue Communiste Revolutionnaire (LCR)[2] içerir çalışmasını okudunuz mu? Grup içinde onun düşünceleri tartışıldı mı?

Daniel Bensaid onun düşüncelerin çok ciddiye aldı, Daniel’in yazdığı sitede, Poulantzas’a ithafen pek çok makale ya da Nicos’a ait Avrupa komünizmi eğilimli polemik bulabilirsiniz. Sosyalist Parti’ye girmeden önce Henri Weber Poulantzas’ı okudu ve LCR’ın kuramsal dergisi Critique Communiste’te 1977 yılında bir söyleşisi yayınlandı.[3]  Fakat, LCR’ın çevresi kadar genişçe aktivist çevrelerde okunduğunu sanmıyorum.

Paris 8’deki birlikte çalışmalarınız 1970’lerin ortasına kadar sürdü...

Evet, bu doğrudur. Paris 8’de görevi sürdüremedim ve bu nedenle 1977 yılında CNRS’e gittim. Üniversite yönetiminin sosyoloji bölümü bana ders verebilmem için saat ayırmadı ben de bıraktım, çalışmamızın sonuna gelmiştik.
Ve çok fazla sürmedi, 1979’da Nicos kendini öldürdü.

Bu konudaki düşünceniz nedir? İntiharının politik bir yönü var mı? O günlerin devrimci hareketlerinin politik yenilgisinin bir etkisi olmuş mudur?

Nicos bir yıldan fazladır depresyondaydı. 1978’te bir kaza geçirdiğini söyledi, bazılarımız bir intihar girişiminden kuşku duymuştuk. Ben solun kaybettiği duygusunun intihara sürüklediğine inanmıyorum, kişisel görüşüm bu intiharın politik yenilgi gerekçesiyle açıklanamayacağı yönündedir. Gerçekten Sol Birlik’te dikkatini o yöne verdiği bir kriz vardı, ancak bu hiçbir zaman geri dönüşsüz, trajik bir şey değildi.

İntihar ettiğinde, çok iyi bir arkadaşı olan, ayrıca benim de iyi bir arkadaşımdır,  Constantin Tsoukalas yanındaymış. Söylediğine göre; Nicos önce kitaplarını camdan aşağıya fırlatmaya başlamış. Fırlatırken kendi yazdıklarına ‘değersiz bunlar’ diyormuş. Kuramsal çalışmalarını başarısız olarak nitelemiş. Sonra da kendini pencereden aşağı bırakmış. Bu sebeple kişisel bir başarısızlık duygusu vardır. Ne ki; asıl sebebi kimse bilemeyecek, bu açıklanamayacak bir trajedidir.

Bu süreçte, bir yanda Marksizmin farklı türlerini temsil eden öğretim kadrosu bir yandan da Michel Foucault, Gilles Deleuze ve Jean Fraçois Lyotard gibi düşünürlerle Paris 8’de çok özellikli bir durum vardı. Sizin ikinizin bu entelektüel çevreyle bir etkileşimi var mıydı?

Pek sayılmaz. Farklı disiplinlerin kendi içine çekilmesi yerleşik bir durumdu, biz sosyoloji bölümündeydik ve onlar da felsefe... Bazen bölümlerin dışında birbirimizle karşılaşırdık. Örneğin, tüm üniversitede kurumsal sorumluluk alan François Chatelet gibi... Fakat bizim teorik ve politik tartışmalarımız ilkesel olarak sosyoloji bölümünde yapılırdı. Diğer meslektaşlarımızdan ziyade öğrencilerimizle bu tartışmaları yapardık. Bu dünyanın çok farklı yerlerinden gelen öğrencilerle, uluslararası çevrede ve heyecan vericiydi.
Söyleyeyim; son kitabında belirgin olarak gördüğümüz üzre  Nicos, Marksist olmayan toplum bilimcileri ve felsefecileri çok ciddiye alırdı. Örneğin; Max Weber konusunda görüş  alış verişimiz olmuştur. O benim olduğumdan çok daha fazla eleştirieldi. Nicos, devleti tanımlayan unsurlardan biri olarak şiddetin –meşhur ‘devletin yasal şiddetinin tekeli’- yanlışlığını ısrarla savunuyordu. Weber konusunda aynı şiddetle cevabı verdim; devleti tanımlayan şiddet üzerindeki devlet tekeli değildir, doğrusu meşru şiddet tekeliydi. Başkaca dendiğinde Weber temel olarak meşruiyet meselesini ortaya atmaktadır.

Poulantzas seninle Althusseryanların kendi içlerindeki tartışmalar –örneğin Balibar’la ya da Althusser’in kendisiyle- konusunda konuştu mu hiç?

Hayır, benimle konuşmadı. Söylediğim gibi biz farklı ekollere sahiptik. Dahası, ben Althusser hakkında eleştirel makaleler kaleme alıyordum. Bu yazdıklarımı da olduğu gibi okuması için ona veriyordum. Benim eleştirel performansıma saygı duyardı, tabi ki; kabul etmezdi.

Poulantzas çalışmaları hakkında diğer ülkelerde ve özellikle Avrupa dışında yapılan eleştiriler konusunda bilgi sahibi miydi?

Kesinlikle! İngiltere’de ‘New Left’ içindeki yazıları okuyordu. Özellikle Ralph Miliband ile yürütülen polemikte kapitalist devletin doğası üzerine Marksist tartışma önemli bir an olarak söylenmeye değerdir. Daha uzaklara bakınca, aynı düşüncede değilim. Yazdıkları Latin Amerika’da etkili olsa da bu kıta dışındakiler konusunda Şili deneyimi hariç, düşünmekten uzaktı. Oysa, daha sonradan Brezilya başkanı olacak Fernando Henrique Cardoso, Poulantzas’ın düşüncelerine yönelik makaleler yazmıştır.
Nicos, kendi bakış açısıyla Avrupa koşulları üzerine çok kafa yormuştur. Avrupa bağlamında toplumsal değişimin koşulları üzerine düşünmüştür.

Sizin çalışmalarınızın üzerindeki Poulantzas etkisi nedir? Siz ayrıca Poulantzas’n tam tersi bir noktada olan Lucien Goldmann’ın  öğrencisiydiniz.

Poulantzas Althusser’i keşfetmeden önce ilk dönem düşünceleri Goldmann ve Sartre’e yakındır. Dolayısıyla Ernst Bloch tarafından adlandırmayla Marksizm’in sıcak akımına tamamen yabancı değildir.
Yaklaşık on yıl önce Poulantzas’ın çalışmaları hakkında düzenlenen bir konferansta Brezilya Porto Alegre’de, Nicos’un temsili ve doğrudan demokrasi bileşiminin örneği olarak söylediği “katılımcı bütçeleme” deneyimi konusunda bir sunumum oldu. Ben hala bu konuda haklı olduğumu düşünüyorum. Son zamanlarda Olivier Besancento’la birlikte küçük hacimli yazdığımız Marksizm ve anarşizm bağlantısını içerir düşünceye geri döndüm.[4] Gerçekten de bu kitapta doğrudan demokrasiyle ilgili anarşist fikirleri tartıştığımız bir bölüm var ve burada uygulamada anarşistlerin delegasyon veya temsil biçimlerini her zaman kullandıklarını gösteriyoruz.

Bugün Bolivarcı Latin Amerika'da doğrudan ve temsili demokrasi türlerinin bir karışımı var...

Bu çok doğru! Özellikle toplumsal hareketlerin gücünün Evo Morales'in MAS hükümetini taban demokrasisi biçimleri oluşturmaya yönlendirdiği Bolivya'da görülüyor. Bu bağlamda, daha önce bahsettiğim Emir Sader'in Bolivya başkan yardımcısı ve hükümetin önde gelen teorisyeni olan Álvaro Garcia Linera'ya yakın olduğunu belirtmek ilginç. Şüphesiz, şu andaki Latin Amerika bağlamı, 2. Dünya Savaşı sonrası 30 yıllık sürecin sonunda Avrupa’nın geldiği ve Nicos'un düşünmekte olduğu durumdan çok farklıdır. Fakat yine de şunu söyleyebiliriz ki, dünyayı anlamaya ve dönüştürmeye yönelik bu girişimler arasında 'seçici yakınlık” vardır.


Çeviren: Kitapsevenlerle




[1] Brezilyalı sosyolog Emir Sader (d. 1943) Şili’ye dönmeden Paris’te sürgündü ve 1968-69 arasında  Poulantzas’ın asistanlığını yaptı.
[2] Troçkist Fransız Komünist Partisi
[3] L’État et la transition au socialisme. Interview de Nicos Poulantzas par Henri Weber’, Critique communiste (the Ligue Communiste Révolutionnaire journal), no. 16, June 1977 translated to English as 'The State and the Transition to Socialism', in The Poulantzas Reader, ed by James Martin (Verso, 2008) pp. 334-360.

[4] Olivier Besancenot and Michael Löwy, Affinités révolutionnaires. Nos étoiles rouges et noires, pour une solidarité entre marxistes et libertaires, Paris: Mille et une nuits, 2014.

19 Mart 2017 Pazar

o an gelir - (mustafa doğan'dan)
















ozana sözcükleri
emaneten verir melekler
yeryüzünü ahengiyle büyülesin diye
bin gece okunur dizeler
arşın yücesinde
dilberler, huriler çağıldar sesiyle
o an gelir
şiir muhtaç bir yüreğe üflenir
kimi zaman ikindiye
ötekisinde yatsıya denk gelir
an ana benzemez
şuncacık merhamete
sadakate
ve aşka
merasimle yol verir

ozan şiiri kanından yazar
tüketir mecalini
vurur manasına manasına
ve bekler
sabır yüklenmiştir
ve uçar, ve koşar, ve yüzer
okyanusta bir adaya varır
bir solukluktur tüm mesafeler
her dize bin arşın
sonsuz dalga kırımlarının
tam da orta yerinde
yalnız ve aşıktır
bitkin ve terk edilmiş
onun için
kanar şiir

ozan ince bir kurdele bağlamıştır
mahrem kutusunun üstüne
kırmızı, ıslak ve kördüğüm
kımıl kımıl bir dokunuş çözer ancak
içinden taze kokusu gelir
mahrem kutunun
yükte hafif, sözlerde pahalı
dörtlüklerin
enfes kokuları yayılır
ağılından bir kuzu kaçar
sarılır memesine anasının
o an geldiğinde
şiiri bariton bir erkek sesi okur
kendi müziğinde
kurdeleli kutu
fırtınada bir ağaca tutunur
on iki saniye
sonra göğe uçar
bir kadın kalır şiirin orta yerinde
habis bir aşk
okunur, okunur, okunur
mekan okyanusun tam da orta yeri
bir kişilik dünya

ozan, gözleri bulutsuz
ruhu ilkyaz sürüncemesinde
eksik bir sözcüğü postalar
adı cebarrut olan bir fırtınanın arkasından
oturur, yaprakları taze iki gürgen gölgesinin arasına
açar mendilini
meleklerden sözcük dilenir
bitsin diye acısı

ozan, bir çağı kapatıp
ötekini şiirle açmıştır
öz yaşamında
sükûnetle beklerken ölümü
ardından kendi kafiyeleri bağırsın istemez
tükenmiş bir aşkı
aradığı ferle yakmaya yeltenmektedir
her akşam üstü
eski bir istanbul semtinde

ozan da herkes gibi ölmek ister
mümkünmüş sanır
lakin
şiirleri vurur yüreğine
her dokunuş bin acı
kendi kalemiyle renklendirilir
her kadim ozan
kendi cenazesini
o an gelir
emaneti sırtlayıp
vakitsizce
meleklere götürür
yeryüzü
bıraktıklarının ahengiyle
çoktan büyülenmiştir.

mustafa doğan – ölü şairin defteri’nden
“o an gelir"
1981 – kızıltepe 

3 Mart 2017 Cuma

Zihin Müzesi

Zihin Müzesi

Önceki devirleri, zaman aktıkça zihin donduruyor, lakin olduğu biçimiyle de bırakmıyor.  Zaman, tüm pürüzleri yavaşçacık törpülemeye ve yok etmeye çabalıyor. Tıpkı bir rüzgarın kayayı sabırla yontmaya yeltenmesine benziyor her şey. Kaya, önce kaba yerlerinin kum tanelerine dönüşmesine seyirci kalıyor ve köşeli, çıkıntılı parçacıklarını yitiriyor. Sonra  da oval, yuvarlak, köşesiz parçalardan birine, sıradan ama albenili bir taşa dönüşüyor. Bir insan yaşamı esas alındığında, yavaştan da öte, asla makul kabul edilemeyecek bir süreçtir sözünü ettiğim kaya metaforu. Zihin, rüzgara göre daha hızlı hareket ediyor. Hatıraların acılı çıkıntıları, iç tırmalayıcı pürüzleri, köşeli yanları kuma dönüşüp yitip gidiyor. Geriye, tıpkı kaya parçalarında olduğu gibi hayal mahsulü, dondurulmuş bir heykelcik kalıyor. Oval, yuvarlak, pürüzsüz bir geçmiş... Anlatacaklarım da bu sahteciliğin farkındalığı muvacehesinde kaleme alınmıştır. Evet! Sahtecilik! Zaman, köşeleri, sertlikleri, pürüzleri tesadüfi gerçeklikten arındırıp, kalan her neyse onu mutlak güzellik olarak kafatası müzesine yerleştirilmiş oluyor. En dramatik hatıraların bile, zamanın baş edilemez aşındırmasıyla, farklı, özlenen bir mertebeye taşınmasıdır sözünü ettiğim. Başlıyoruz!
19. yüzyılın bir yerinde; romantik bir adam Paris’le yetinmeyip İstanbul’a gelir. Taksim’deki bir mezarlıkta kahkahalarla eğlenen bir kalabalığı görür. İşte! Gautier’in lisanını anlamaktan yoksun olarak izlediği Karagöz gösterisiyle, gösterinin mekanı mezarlığa dair notlarındaki karşıtlığı ben her sabah yeniden yaşadım. Senelerce... Yine de; onca yıl, böylesi bir karşıtlığı hissettiğim halde, asla ona tek söz de etmedim. Gautier’in  notlarında, mezarlıktan yansıyan karanlık gölgeler, Karagöz oyunun rengarenk ve cıvıltılı hengamesiyle çarpışır dururdu.  Notları daha elime ilk aldığımda, hüzünle birlikte tango yapmaya kalkışmış neşenin beni tasvir ettiğine emin olmuştum. Notlardaki karşıtlık, hemen hemen her gün, İstanbul ayarken orada, o vuslat sokağında benim içimde ve çevremde zuhur ederdi. Dikelmekte olduğum mezar taşları tarlasının gizler aleminden, çocuklu kadınlı ruhlar ayağa kalkar, artık rahat uyuyamayacaklarını bildikleri için, onları rahatsız eden her melun kadar gelip benim de bedenime şöyle bir dokunur, beni acayip ürpertirdi. Bazen, o ürpertiyle tereddüt etmeden, ruhlarla öpüşürdük. İstirahatinden kaldırılmış ruhlarla, sabırla sevgili bekleyen birinin öpücüklü temasından ortaya çıkan manzara aşağı yukarı yontulmuş ikili heykel kucaklaşmasıydı. O anlarda eğilmez, bükülmez, korkmaz ya da sevinmezdim. Bir taşa, taşın soğukluğu sinmiş bir ruha, sıkıca sarılıp öpüşerek öylece sevgilinin gelmesini beklerdim. Brancusi’nin sarımtırak “Öpücük” heykeline benzerdi son enstantane. O anlarda, tıpkı Gautier’in Karagöz temaşası ile mezarlık kasveti karşıtlığı misali, benim de kararsızlık ve şaşkınlığa –çok fazla olmasa da- yenik düşmüşlüğüm vardır.

Arkamdaki Sur’a ait bir gedikten yalın yapalak işçiler, telaşlı arabalar hızla gelip  yanımdan duraksamaksızın geçer, sabah mesailerine doğru koştururdu. Ruhlardan ziyade onlara, yanımdan geçenlere yabancılaşırdım. Derken bir bakardım; gözüme ilişen uzak bir siluet büyüyerek yaklaşır, yaklaşırken ben de ummanın ve vuslatın ürpertisiyle kadim bekleme seansımı sürdürürdüm. Her siluet elbette ona ait olmazdı, umut, siluetin yabancılığının anlaşılmasına kadar sürer, sönüşünde de çocukça ya da anlamsız kabul edeceğim bir hüzne boğulurdum.
Orada, o bekleme müddetince, giren, çıkan insanlara yabancılaşır, yoksulluktan eşitliğe doğru kaçışın kapısında bir tür görevli sayardım kendimi. Beklerdim, beklerdim ve sonra doğru siluet yaklaşıp ona dönüşürdü ve her şeyi unutup gülümsemeye başlardım. Birinin beni gülümsetebilmesi, hem de bu mezarlık ortasında, hem de bu yoksulluğun hüznünde, mutlu olmamı sağlardı.
Sur’un korunaklığına sığınmış ve sabahları insana dönüşüp üzerime yürüyen o yoksulluk hala İstanbul’un tam orta yerinde tüter durur. Ve Sur, açılmış gediklerinden yoksulların uykulu ya da yorgun bakışları arasında hala insancıkları sabahları yolcu etmektedir. Tan yeri ağarmaya başladıktan sonra, her gedik saatlerce insan kusardı. Hala kusar! Tanrı şahidimdir ki; yoksulluğun ve Karacoğlan deyişiyle yoksuzluğun hüznü sessizce bu Sur kuytularında sonsuza kadar sinip duracak.
Akşam, Sur’un içine yolculuk yapanların, bendeki yazma güdüsüyle depreşmiş hissiyata birebir sahip olduklarını sanıyorum.  Bu yüksek duvarlar, onlara da, bana olduğu gibi, hala tuhaf bir hapsolunma hissi vermeyi sürdürüyor. Sur’dan dışarı doğru sabah yolculuğu da umutsuzluk içerse de, derin bir rahatlama... Ve o rahatlama hali de aynı bendeki depreşenlerle örtüşüyor. Bu içerden dışarı ve dışarıdan içeri geçişlerde, hüzünden ferahlamaya uzanan hislerin temel müsebbibi, önce devasa, geçilmez taş duvarlar ve sonra da onlardaki gedikler; yani “kapılar” olsa gerekti. Sahile doğru inerken sırayla dizilmiş olan bu gedikler ya da kapılar, orijinal işlevlerini yitirmeden hala ayakta bekler. Devasa kapıların arasında da, tarihsel tüm motifleri yemiş yutmuş, üstüne ruhların isyankar kokusu sinmiş taştan bir soğukluk asılı durmaktadır.
Senelerce, sabahları erken kalkıp, o gedikler, kapılar, yüksek taş duvarlar üstüne vuslatı, beklemeyi, hüznü ve aşkı işledim. Her şey bittiğinde de yalnızca işlenmiş, beni mutlu eden zihnimin sahtekarlığı kaldı aklımda. Zaman aktı; içimde büyütemediğim, hatta saklayamadığım kırgınlıklarım, aldatılışım, ötekileşmemi kavrayamayışım, verdiğim mutsuzluğun farkına varamayışım, yarattığım mutsuzluk... hepsini törpüyle sildiğimi keşfettim. Hepsi, tüm o kum taneleri hatırlarımdan sıyrılıp deniz kıyısında sonsuzlukla buluşmuşlar. Geriye, “Öpücük,” heykeli kalmış: Ruhlarla sarmaş dolaş olduğum. Mutluluğun resmi. Bir gün, mutlaka istedim ki; törpüleyerek güzelleştirdiğim hatıraların dışında yitip giden kum tanelerini de zihin müzemde toparlayayım. Bulması zor, zahmetli ve mutsuzluk veren tüm o denize koşan kum tanelerini... Onları da zihin müzeme katarak; fanilerin farkına varmak istemedikleri mutluluk teşhirlerini yerle bir edeyim. Kendi zihin müzemde bunu yapabilirdim. Yollarını denedim. En iyi yol olarak da aklıma edebiyat düştü.
Yazmak; mekanı da, zamanı da yaratıcının uhdesinden çalmak demekti. Yazmak; yaratılan yaratıcıyı öldürmek demekti. Yazdım! Zamanın tek efendisi olan edebiyat: Zihnimde donuklaşan, iyiden ve güzelden yana yontulmuş kaya parçası hatıratımı bir kenara itekledim. Kum tanelerini, sabırla yerine koydum. Dönüşsüz bir yolu seçtim. Mekanı yeniden yarattım; edebiyatı insan doğasından türeme kabul eden, ögesi de insan olan yazarlar, şehrin bu soluk, yoksul ve ruh üşütücü karşıtlığı içinde kendilerini çok göstermeden gezmeyi severlerdi. Yazarak o mekana yolculuk yaptım. Zamanı ve mekanı kendim yarattım. İstediğimce. Kendi yarattığım zamanda, kendi yarattığım bir mekanda yürüyüşe çıktım. Kum tanelerini toparladım alaca karanlıkta.
Orijinal hikayeyi buldum: Zihin müzemi inşa ettim.
Vardın, öldün...
Vardım, öldüm...

e.büyükata
okutman
ingiliz dili ve edebiyatı