25 Aralık 2018 Salı

yol











benim yolum bu
yolcusu benim
bir ortasında peyda oldun
gidecektin bir ortasında
ufukta iki çıplak ayak
iki ruh
bir beden
hepsi matematik bunların
düşlüyorum yalnız yürüdüğümü
yarısı matematik
arkam sıla, önüm gurbet
matematik de yok artık
n'olacaksa gayri
girdin çıktın
yol da benim
yolcu da...

bağdat eylül' 1975
sadık halmali 
- şiir arapça aslından 'kitapsevenlerle' tarafından çevrilmiştir.

mevsim kuşkusuz güzdü



intiharıma giden yolun başlangıcındaydım. herkes konuşuyordu. kapı aralığından, maş kırpıklarından, sulu sepken yağmur tasvirleriyle dolu kitap seçkisi arasından geliyordu sesler. yalnızca kadın sesleriydi sanki. biliyordum, emindim; içerde kadından çok erkek vardı ve kulak memelerime yalnızca kadınların sesi çarpıyordu.  bölünüyorum, istemeye istemeye... çarpan tuvalet kapısı. kovboy filmlerindeki barların kapısına benziyor. daha seslisi... biri sifonu çekiyor ve yanımdan geçip kalabalığın içine doğru yürüyor. ben, intihar edeyim diye arkasında gül suyu kokusu bırakıyor. gül suyu benden habersiz. kesif kokma icaraatında.
içerden gelen seslerden birisine aşinayım. porselen bir tabağı çizen bıçak sesinin dişlerimi kamaştıran hoyratlığı var. “ölme!” diyecek biraz sonra. gül suyu kokusundan kaçıp yanıma gelecek. yitirmediğim elimi avcunun içine alacak ve öpecek. kalın kaşlarının altındaki kapkara gözleri gözümün içinde eriyecek. tanrısı olacağım bir an. bir an yakaracak. onlarca kadın sesinin içinden gelen aşina sesle yakaracak demiyorum. gözlerimin içine bakarak yakaracak. “ölme!” diyecek bir solukta. ben o tek sözcüğü bir vahiy kadar yüceltilmiş, kutsanmış ve tartışılmaz kabul edeceğim. “ölmem,” diye fısıldayacağım eğilip yüzüne karşı. ve bu benim ona söyleyip söyleyebileceğim tek yalan olarak ilişki tarihimize yazılacak. sonra intiharımı derin bir huzur, çelikten irade ve muhteşem bir zamanlamayla gerçekleştireceğim.
avcunun içine, bir elim daha olsaydı eğer, onu da bırakıverirdim. hem de bana yakarmadan ve erimeden gözleri gözlerimde. mütekabiliyettir bu, yeni kuşaklar bilmez. misal, kızım... o bilmez. bir insan kini pekiştirmesinin, bir dış işleri geleneğine dönüşüp mütekabiliyet olabileceği konusunda şuncacık fikri yoktur. ben sol kolumun dirseğimden aşağıda kalan kısmını böyle bir alış-veriş esnasında yitirdim. elimi, bileğimi velhasıl dirseğime kadar sol kolumun hepsini verdim. bu veriştir. karşılığında, iki yıllık bir hukuk ceremesi neticesi birazcık para, bolca tedavi, bana acıyarak bakan sevgili karımı aldım. alış-veriş. 
avcunun içinde ısınan sağ elimi kendime aldım. sesin sahibini, henüz bakışlarının ve bakışlarımın etkisi geçmeden geldiği yere, kalabalığın içine gönderdim. o içeri girerken de başımı uzatıp seslerin sahiplerini kolaçan ettim. istemeden de olsa herkesi susturup kendime baktırabilmiştim. en arkadakiler varlıklarını gizlediklerini sanarak öndekilerin ensesine bakıyorlardı. en arkadakiler, tanrının bile kendilerini göremeyeceği kadar silikleştiklerini tahayyül ediyorlardı. en arkadakiler, en öndekilerin şanssız birer perde parçası olduğuna iman etmişlerdi. onun içindir ki; başımı içeriye uzattığımda gayret ettim ki; en arkadakilere görüneyim ve onları göreyim ve onlar da benim önce yarısı yanmış suratımı ve bir kırık dal parçası kadar serbest salınan sol kolumun kalan kısmını görsünler. 
intiharımın hemen öncesi, başımı uzatmamla birlikte sesten cisme dönüşen o kalabalığı ortasından yara yara geçip salondan çıkabilirdim. yüzümün yanık kısmıyla bile gülümseyebildiğimi de gösterirdim ama yapmadım. uzattığım gibi başımı geri çektim. kapıya doğru döndüm. elimden geldiğince her şeyi normal, akışında göstererek yürüdüm. arkamdan koşup gelecek ve gitme diyecek birisini beklemediğimi söyleyemem. intiharımı erteleyecek, beni on beş yirmi dakika kadar oylayacak bir dışarı sohbetini ummadım değil. olmadı. sağlam yüz ve tam bir kolla aynı yatağın içinde terlediğim kadın bile gelmedi. 
kapıdan çıktım. merdivenleri tırmandım ve şehrin karanlığını kucaklayacak terası buldum. evlerin ışıklarının üstünü kirli bir karanlık, karanlığın üstünü de denizden karaya doğru esen bir rüzgar kapatıyordu. ben rüzgarın da üstündeydim. şehrin tepesinde, yaralı bir tanrı kadar hırçın beklemeyi seçtim. intihar, sabırla bekleme sanatıdır, kimse bilmez. boğan su, boynu kıran ip, kafayı delen mermi, mideyi parçalayan zehir... hiçbiri bilmez: intihar, koyu bir sabırsızlıktır. 
teras demirlerine bana kalan elimle sarıldım. kendimi yukarıya çektim. şehrin tüm günahlarını aşağı kaldırıma topladım. bilmediğim bir tanrıya dua etmeyi seçtim. bilmediğim bir tanrıya, bilmediğim bir dilde, bilmediğim bir şekilde yalvardım. içimi boşalt, kalbimi boşalt, beynimi boşalt, ruhumu ye tanrı! ye ve doy!
yaşamın sonuna gelmiştim. ölüyordum. ölünce her şey ölüyor. ağacın yaprağı, toprağa saklanmış karınca, biçimsiz beyaz bulutlar, yarım aşklar, devrimci mücadele, yonttuğum heykeller... yontabildiğim heykeller... eskizlerim... solak bir adamın düşleri...
içine sıkışıp kaldığım otobüsün benzeri geçiyordu apartmanın önünden. ezilmiş kolumu kurtaran itfaiye geçiyordu arkasından. karım yürüyordu kaldırımda. yanık yüzümden korkuyordu vitrin camlarında yansıyan yüzüne bakarken. karım kocaman bir branda geriyordu düşeceğim yere. kırmızı kalpten bir yastık koyuyordu başımı çarptığımda ezilmesin diye...
bir terastan atladı yorgun düşlerim. bir gece vakti. henüz tanıdık seslerin sahipleri binayı terk etmemişti. rüzgarı geçtim, karanlığı, şehrin ışıklarını... beyaz bir kaldırıma çarptı düşlerim. mevsim kuşkusuz güzdü. 

mustafa doğan - 1987
paris

bir vapur gelip alsın istedim





bir vapur gelip alsın istedim beni. son kez onu ve son kez vapuru görecektim.
ışınkılıç’tan bir sabah vardı sefer, bir de akşam üstü. durum o ki; ya sabah veda edecektim ya da akşam. önemli değil ki; hangi vakit olursa olsun fark etmez, veda edecektim. onu gözlerinden öpecektim, izin verirse. arkasında ihtiyar bir konak, üstünde yazdan kalma bir güneşle bırakıp koşar adımlarla iskeleye yürüyecektim. böylece sağ ayağımı sürüklediğimi fark etmeyecekti.
aradım. masum bir görüşme oldu. sözcükleri hangi cümlelerin içine yerleştirmemiz gerektiği sanki önceden söylenmişti. başı, sonu belli bir konuşma oldu. biz değil, başka bir kadınla başka bir erkek, başka bir kasabada, başka bir zamanda ayrılığa gitmek için ifadeler seçseler, işte tam da bunları seçerlerdi. bizimkinin bize dair bir yanı yoktu.
son görüşmemizin de herkesinki kadar sıradan olmasını istemedim. oysa, ayrıcalıksız, şatafatsız, alelusul bir son, gelişigüzel bir veda daha az can yakabilirdi.
iki poğaça aldım, birisinin içinde göstermelik zeytinleri olan. severdi. iki çay söyledim, sandalyeleri altımıza çekmeden önce, açık çayı da severdi. iki kere baktım gözlerine, gözlerinde kalmamı severdi.
poşeti masaya bıraktı, hemen önüne. eliyle itekledi bana doğru. masa örtüsü toplandı ucundan, düzeltti. kucağıma aldım, ağzını açtım, içine şöyle göz ucuyla bir baktım. açıp bakmadan envanterini çıkarabilirdim. ne vermiştim ki bugüne kadar? yüklüce bir aşk, uykusuz bırakacak kadar acı, en mutlu olmamız gereken anda dahi üstümüzde dolaşan hüzün... poşetin içinde başka ne olacaktı ki; ben ona güneşi yakalayıp veremedim, rüzgarla doldurmadım ağzını burnunu, saçlarına sigara dumanı sinmedi benimle. üç beş yaprak, bir iki kozalak, kurutulmuş çiçek ve en büyük çılgınlığımız: sertensel olterbeanteni’in kış uykusu kitabının kapağı. birlikte yırtıp çaldık mantentale’de...
vapur görünür görünmez balıkçı tekneleri kaçtı iskeleden. ihtiyarlar oltalarını topladılar hazırlık için. yere serilmiş malzemeleri arasına birer tabure koyup sohbete başladılar. bizim, çaylar gelince bile başlayamayan sohbetsizliğimiz de üzerine eklenecek olsaydı, bu yeryüzünde yapılacak 23.987.459.982.124.346.435.987.436,17’nci sohbet olurdu. virgülden sonraki 17 felç geçiren savarstanley beyin yarıma bile erişemeyen sözcüklerinin ilavesiyle bulunmuştur. ben eski yunan’da bulutlar tanrısıyken kattırdım sohbetler hesabının içine. virgül olsun istedim. hassas olsun istedim. hesaplar hassas olmalı! sohbet hesapları kılı kırk yararak çıkarılır. bulutlar tanrısıyken ben koydum kuralı.
vapuru görünce ayağa kalktım. ayağa kalkınca o da ayağa kalktı. o da ayağa kalkınca bir martı konmuştu ayak yolu üstündeki ceviz ağacının çıplak dallarına, çığlık attı. martının çığlığı kediyi korkuttu. ben elini tuttum. ve ona ne kadar sevdiğimi söylemedim. içimde tuttum.
gözlerinden öpmek için atıldım, elimi bırakıp beni kendinden uzaklaştırdı. onun içinde tuttuklarını söylemesini ister miydim? hayır! gözlerinden öpecektim yalnızca.
maltrantesten tarafındaki yoldan bir kemancı peyda oldu. anlaştığımız gibi çalıyordu konçertoyu. pyotr İlyiç, bir sabah, rengarenk koruda yazmış bunu. severdi. duyunca dönüp arkasından, maltrantesten’den gelen yolda çalarak yürüyen küçük kemancıya baktı. ilk teklif ettiğimde evlenseydik bunun yaşında bir kızımız olabilirdi. ya da oğlumuz... pyotr İlyiç kadar evliliğe düşmandı. istemedi. ve evlenseydi benimle; henüz ilk gecede bile tiksindiğini söyleyecekti benden bana.
makası aldım poşetin içinden. bir doğum gününde ve ben çok parasızken götürmüştüm. onun evine doğru yürüyordum, kıştı. karın üstüne çöp kutusundan düşen parçalardan biri de bu makastı. gazete kağıdına sarıp uzatmıştım, hediye olarak.
saçını tuttum, anladı, kıpırdamadı. bir parça kestim, artık benim olan poşetimin içine attım saçlarını. saçları renksizdi. belki de onun için  gözlerinden öptürmedi. döndü ve kemancı çocuğa doğru yürüdü. döndüm ve vapura doğru koşmaya başladım. sağ ayağımı sürükleyerek... vapur ışınkılıç iskelesinden halat çözdü. ben hala koşmaya çalışıyordum, sağ ayağımı sürükleyerek. kemancı sustu. anladım ki beni merak ediyor. anladım ki içinde yetişebileceğime dair bir umut var. iskeledeki ihtiyarlar, çımacı ve saçından parça aldığım kadın... birlikte ve tüm ışınkılıç sustu.
vapur bir insan boyu iskeleden uzaklaştı. ben bir insan boyu kadar vapura yaklaştım ve atladım. balıkçı teknesindeki kadının ağlayarak bağırması kaldı kulağımda. bulutların tanrısı sesi yuttu. 


mustafa doğan
kış 1978 - maltrantesten