İrice bir incir yaprağıydım, güzün öldüreceği.
Güneş alnıma eskisi gibi vurmamaya başladığında anladım, sonumun geldiğini.
Tutunduğum daldan bana can taşıyan, kurumaya yüz tutmuş damarlarım, öksürüklü
bir ihtiyarın tırtıklı ellerine benzeyerek kabarmışlardı. Su değmiş ve çekilmiş
kağıtlara öykünüyordu yaprak yüzüm. İncirin altında bekleşen insanlardan
öğrendim ihtiyar elleriyle, solan yaprakların birbirine yakıştırılmasını. Bizi
mi yoksa ihtiyarları mı acınası kılıyorlardı, belki de hepimizi, bilemedim. Gölgemizde
bastona dayanmış, uzunca yolun başındaki yılgın ihtiyarın, suyu çekilmiş
ellerini ağacın kuru yaprağına benzeten bizzat yine insanlardı. Onların
söylediklerini tekrarlamaktan imtina etmedim.
Rengin solmuş dedi, eylülün ortasında, üstümdeki
yapraklardan, kardeşlerimden biri. Gölgesini hiç esirgemedi yaz boyu ve önce o
soldu. İlk de o baş vermişti, bağlandığı dalın kıyısından. O; rengin solmuş
derken, rüzgar vuruyordu üstümüze üstümüze, sandım ki; eski şarkılarından
birini mırıldanıyor sabah vakti. Boynumu aşağı doğru büktüm, uçları artık
rüzgarı eskisi kadar duyumsamayan cüssemle bir kez daha kulak kabarttım. Koro
halinde tüm yapraklar, incir ağacının dallarına tutunmuş her kardeşimden aynı
terane duyuluyordu; rengin solmuş... Rengimiz epeyce solmuştu evet ve kimimiz
çoktan tüketmiştik, yaprak damarlarımızdan akan yeşil boyayı.
Biz, incirin yaprakları bir bütünün parçalarıydık.
Vakti gelmişse; toprağa dönmeye başlamışsa rengimiz, bu bir kaza bela olmadığı
sürece yalnız benim sorunum değildi, son demlerine yaklaştığımızı anlardık
ömrümüzün. Bir koro halinde, güz için bestelenen şarkıları mırıldanıyor
sanılıyorduk ama değildi; hepimiz ötekimize, rengin solmuş, rengin solmuş
diyorduk. Hepiniz, hepimiz sararıyoruz, yemişleri topluyorlar görmüyor musunuz,
demem gerekirdi. Demedim. Hesap yapmaya başladım. Yeşili bedenime işleyen, beni
taze tutan bahar ve yaz bitmişti. Artık güz mevsimiydi ve ben, diğer yaprak
kardeşlerimle birlikte sona doğru yaklaşıyordum. Rüzgarlar duyumsatıyordu o
gidişatın sona doğru olduğunu en çok. İçgüdüsel, bilgiye hiç de dayalı değil
ama rengim solgun, tat vermez, göçüp gitmekte bir yaprak rengine dönmeye
başlamışsa sert rüzgarlar daha acımasız gelecekti. Hatta bir zamanlar, ne kadar
güçlü yüzümüze çarparsa çarpsın, dallara sıkı sıkıya tutunarak alay ettiğimiz
rüzgar, bitkin halimizi, dönmekte olan rengimizi görüp üzerimize daha güçlü esecekti.
Güzü de bahane edip, hayasızca saldıracaktı her birimize. Celladımız rüzgarı ve
rüzgarın babası fırtınayı boşuna tanrı yapmamışlardı insanlar. Korktukça
tanrılaştırmış, sırrı çözdükçe aşağılamış ve kullanmışlardı her şey gibi
rüzgarı da... İnsanlar gibi olmadık, istedik mi, hayır ama olamadık.
Rüzgara incirin dirençli gövdesi, sağa sola
dağılmış dalları dayanabilirdi. Bize can veren, renk veren, direnme gücümüzü
bileyleyen dallar ve gövdeye güz için yardım talebi açmayı düşündüm. Düşündüm
de bir imkansızı isteyecektim, parçası olduğum ağaçtan. Bana diyecekti ki;
nasıl yaparım, biliyorsan yolunu söyle, senin için ne gerekiyorsa yapmaya
hazırım. Ve aslında ben bulabilsem imkansızlığa çözümü, gövdeme döner dilerdim
ne dilenecekse ve diğer yapraklar da girerdi sıraya. Bilmiyordum, imkansızdı
bir kış güvdeye sarılıp, kar, buz aşabilmek. Ve zati, incir ağacı, bütün kanını
yemişlerini olgunlaştırmak için tükettiğinden rüzgarın ölümcül darbelerine
karşı koyabilecek gücü bulamayacaktı. Her şeye evet derdi, iri gövdesine
güvenerek ama biz yapraklar ona yalnızca; bize sıkı sıkı sarıl diyebilirdik.
Yapabileceğin bu. Rüzgar cümlemizi yatırıp kaldırırken onu da söylemedik; bize
sıkı sıkı sarıldığını bildiğimizden. Bir yaz ve bir bahar kokusunda
duldalanmış, içimize saldığı ateşle dalgalanmıştık. Yeterdi. Kısa ve özlü.
Avunduk.
Bir yaprak, ölümlü bir nebat bilir ki; başkasından
yapamayacağı asla istenmez. Bencilliktir. Yapabilecekleri de istenmez, isterse
yapar. Bir incir ağacı, yaprakları, kökü ve dallarıyla kocaman bir bütündür ve
hiçbir zerresinde bencillik yoktur. Vakti gelecek incirin gövdesi de toprağa
doğru yaslanamadan, ayakta öylece ölüp gidecek. Kökleri yardımına koşamayacak,
istese dahi. Bizim birbirimizden isteyebileceklerimiz bellidir bu manada; dalın
incirin gövdesinden, yaprağın daldan, koca gövdenin, toprağa beslenmek için
gerilip dağılan kökten... Ama hiç istemedik. Ne muktedir olabildiklerimizi, ne
imkansız olanı. Elimizden geleni yaptık, zamanında ve canımız pahasına. Biz
insanlara benzemiyorduk ve hiç birimiz, diğerinden yapamayacağı şeyleri
istemiyordu. Biliyorduk ki hem; biz canlıların en sessizi, en garibi, en
çalışkanı, var gücümüzle zaten yeteneğimiz kadar verebilmek üzerine
kodlanmıştık. Nebat bencillik yapmaz. Soluklanması ve beslenmesi için kuşa,
kurda, karıncaya ve dahi insana ve dileyen herkese, her canlıya ömrünü tüketene
kadar varını yoğunu verir.
İstemedim. Gücü yettiğince gövdem ve kollarım ve
kökümle sonuna kadar verilecekti, verilebilecek. İncirimin gövdesi kollarına,
kolları da bana doğru taşıdığı yaşam suyunu yavaşçacık kesti. Her eylül günü
biraz daha azaltarak. Gövde dallarına; yavaşlayan ben değilim, dedi. Dallar
yapraklara bir kabahatleri olmadığını söyledi. Büyük bir azimle ağacın en ince
dalına yapışıp bekleyen vücudum ağır gelmeye başladı. Sıkıca sarılan sapım
kuruyordu. Kırılmak için kuruyordu.
Rüzgar durumdan istifade etmeye hazırdı. Bir gece
yağmurları beklerken; yağmurdan da önce en sert haliyle vurmaya başladı.
Karanlıkta tutunduğum dalı göremiyordum. Dalım, beni kendisine bağlayan sapın
ucuna sıkıca tutundu. Bırakmayacaktı. Ölse bırakmazdı. Rüzgar bu büyük
mücadelede yenik düşmemek için daha sertleşti. Ağzını kocaman açtı ve
ciğerlerinde ne kadar biriktirdiği esinti varsa, onu fırtınaya dönüştürüp
gönderdi üstümüze. En büyük, en erken başını güneşe uzatan yaprak kardeşim pes
etti önce, sonra öteki, öteki... O gece, karanlık nihayete erene kadar rüzgara
direnmeye çalıştık ama çoğumuz pes etmişti. Hava aydınlanıp, rüzgarın soluğu
kesilince gördüm ki; dalların ucunda tek tük, birbirimizden ırak bekleşiyoruz.
Dallar kahir diyebileceğim ekseriyetimize sahip çıkmaya çalışırken yenik
düşümüş. Ağlaşmadık, halimiz zorunlu bir son mucibince böylesiydi. Ve bir
sonraki rüzgar saldırısına ya da hele hele bir fırtınaya dayanamayacaktık.
Fırtınanın bizi dövdüğü en hüzünlü gecenin
sabahında incirin altına beyaz bir araba geldi, yerleşti. Homurtularından
korktuk, rüzgardan sonra o sallayacak, kalan son direncimizi de bizden alacak
diye. Arabanın önünde iki beyaz gözü vardı ve ağacımın gövdesine dikmişti beyaz
koca gözlerini. Sağıma soluma bakındım. Artık fırtınanın kopardıkları,
ayrıldıklarımız, aynı gövdenin beslediği kardeşlerimin bazılarını hiç göremiyordum.
Birlikte koca bir bahar ve yaz şarkı mırıldandığım çoğu yaprak görünmez
olmuştu. Arabanın altında düşen arkadaşlarımın bir kısmı hepten yitip gitmişti.
Bazılarının altında canhıraş karıncalar çalışıyordu, korunaklı. Kışa
hazırlanıyorlardı. Neden bizim de kışı hazırlanıp geçirebileceğimiz bir
yaradılışımız yoktu k? Buna hayıflanmalı mıydım? Hayır. Diğer yapraklardan,
dalımdan ve ağacımdan çok uzağa gitmek istedim o an. Yaşadığım hüznü onlara
yaşatma hakkım yok diye düşündüm. Belki bendim direnemeyen ve belki ben olmasam
direnecekler olacaktı. Dalımdan gelen, bedenime taşınan suya karşı koydum. Ölmeye
yattım. Herkesten, tüm yapraklardan daha hızlı soluyordum o gün. Bir günde kalan
yeşilim de hüzün rengine dönüştü. Artık kolaydı.
Akşam esintisi çıktığında hazırdım, kendimi
bırakmaya. Dal sevdasından vazgeçmemişti. O tutunuyordu. Kendi kanından paylaşarak
tutunuyordu. Bildim ki ben olmasam güneşe doğru daha hızlı koşacak, irileşecek.
Belki bir güz daha çok yaşayabilecek. Tutunan sapım kurumuş, kırılmayı
bekliyordu. Rüzgar daha azmadan bırakacaktım kendimi. O an, göçten arta kalmış
bir sığırcık kondu, başımdan yukarı, azıcık üstüme. Kardeş bir dalın ince
bedenine sarıldı ayak parmaklarıyla. Hiçbir yaprağı incitmek istemiyordu,
incinmişti. Esintiyi yüzünde duyumsuyordu. Kimsesizdi. Bir kanadı ötekine
nazaran daha ağır geliyordu küçük bedenine. Sorabilsem, kanadındaki yaradan söz
ederdi. Duyduğumu bilse, anladığımı dilinden; geride bırakılmasının gayet
olağan olduğunu anlatırdı. Annesinin bile bırakıp gittiğine kahretmediğini
dinlerdim. Mavi bir yumurtadan çıktığını söylerdi.
Esinti, bir tüyünü daha kopardı yara bağlayan sağ
kanadından. Tüy benden de hafif, başladı aşağıya doğru dans ederek inmeye.
İncir ağacımın gövdesine sürtündü, yolunu değiştirdi. Bana gülümsediğini
sandım, bıraktım ben de bedenimi yer çekimine ardından. Kırık bir kanada olmasa
da, canı çekilmiş bir ağaç dalına aittim. Gövdem baş aşağı doğru yörüngemi
tayin ediyordu. Bir yanıma doğru şöyle azıcık kıvrıldım, sonra öteki yanımı
verdim esintiye. Sığırcığın kanadından kopan gri benekli tüyün ağır çekim
inişine, kendi cüssemce eşlik etmeye başladım. Rüzgar her ikimizi de beyaz
arabanın kara, çirkin bir plastikten yapılma silecek kollarına götürdü,
bıraktı. Tüy, uçacak mecali kalmamışçasına gelip tutundu döşüme. Yapıştı kaldı,
uykusu vardı sanki. Yaralı bir kanadı terk ettiği için suçluluk duyuyordu.
Sıcaklığıyla ısındım. Kalabalıktaydık... Başımın üstünde direnmekte olan
kardeşlerim... Henüz yeşili tam bozulmamış, akranlarım... Arabanın altında,
Burdurlu bir emekçinin küreğine doldurulmayı bekleyen ötekiler... Çok
kalabalıktık ve birlikte yok oluşumuzu izliyorduk. Sığırcık döşüme tutunan
tüyüne doğru hiç bakmadı. Kırık kanadı onun değildi, kopan benekli gri tüyleri
hiç ona ait olmamıştı.
Birine yalvarmak istedim. Arabanın sahibi
olabilirdi. Tüyle birlikte yalvarırsak belki daha kuvvetle duyardı kainat
sesimizi. Birlikte dua etmeyi önermiyor muydu tüm dinler? Buradan götürseydi,
dört tekerine zerre ağırlığı olmayan ikimizi, olmadı arabaya yalvarsaydık. Ne
tüy, yaralı kanada, bir yanı düşmüş yalnız sığırcığa; ne ben incir ağacına,
düşen ve son demlerini yaşayan yapraklara daha fazla bakmak istiyorduk. Rüzgar en çok gereksinim duyduğumuz
anda terk etti çevremizi. Şimdi gelseydi, fırtına şimdi olsaydı, bıraksaydık
bedenimizi boşluğa, vurup savursaydı bir çöpün içine ikimizi de.
O an bir mucize oldu. Beyaz arabanın kapısı
açıldı, şişman bir adam kucağında bebeğiyle gelip oturdu arabasına. Bebek ön
camına yapışıp kalan bizi gördü, el salladı. Güldü. Ben de gülümsedim, sarımtırak
rengime son bir su katıp yeşillendirerek. Sanırım benden çok, gri benekli tüye
gülümsüyordu ya da dans etmeye hazır bir çift gibi duruşumuza. Şişman adam bebeği
arkasındaki süslü bir kaba otutturdu. Parmaklarıyla burnunu okşadı. Döndü
önüne... Bizi görmüyordu, görse önemser miydi bilmiyoruz. İnsanlar belli
olmuyor, demişti ihtiyar; yaz gecesi ağacın altında kendisini dinlemek zorunda
bıraktığı bir çocuğa. Bir serviyi,
bazen bir kaplumbağa yavrusunu, yeri geldiğinde, saksıdaki menekşenin yaprağını
kaale alırdı insan ve aynı insan Ruanda’da ya da Filistin’de paslı bir bıçakla
oyardı kara gözlerini bebeklerin.
Adam
bir müzik açtı, öyle hafif bir şey. Bir kadın sesiydi, mutluluk üzerineydi
sözleri. Bebek elini uzattı cama. Yetişemedi. Biz uzanmak istedik içeriye,
arabaya... Cam önümüzü kesti. Araba hızlandı, hızlandı. Rüzgar, bu rüzgar
başkaydı, dildi attı ikiye bedenimi. Tüy, son bir hamleyle sarıldı sağlam
yanıma. Dayanamadı, uçtu. Ben de tutunamadım, deneyemedim bile. Bedenim ortadan
ikiye ayrılırken güçtü ona da sahip çıkmak. Göğe doğru gidiyordu. Arkadan gelen
arabalar görmediler. Bir apartmanın camına yapıştı bu kez. Pencere açılırsa
içeri girecekti. Bir daha da göremeyecektim ve söyleyemeyecektim ikimiz de
öleceğimiz için sığırcığa, sonunu.
Beyaz araba gaz kesmedi. Bebek, önündeki zili
sallıyordu, tutmanın ne kadar keyifli bir şey olduğunu öğrenerek. Ben sileceğe
sarılı ve yalnız devam ediyordum yoluma. Yolların dışına çıkamıyordu araba.
Dallarını göğe doğru savuran incir ağacına hiç benzemiyordu arabalar. Dar bir
yolu geçti, bir polis karakolunun önünden kıvrıldı, altından deniz geçen bir
köprüye geldi. İncir ağacının köklerini uzattığı toprak uzakta bir yerde
kalmıştı artık. O kadar yüksek bir yerdeydim ki; her incirin en tepesinde
konuşlanmış yaprak kardeşlerimden bile fazlasını görüyordum dünyanın. Üçe
ayrılmıştı yaşadığımız ve tutunduğumuz gezegen. Aşağıda deniz, örtemediği
toprak ve hepsine bulutlarıyla selam veren gökyüzü. Hala yemyeşil ağaçlar
vardı, hala sımsıcak kokan toprak... Son kez gördüm yaşadığım ve yaşattığım
gezegeni.
Üstünden geçtiğim denizin kendi rüzgarları varmış,
deniz rüzgarları en güçlü olanlarmış, vurdu sileceğe. Çekti aldı altından beni.
Savurdu camdan. Bebek el salladı. Bebeğe gülümsedim. Bir vapurun bacasından
içeri düşmekteydim kadınlar yan yana dizilmiş taburelerinde çay içerken.
İncirin yaprakları olacaktı yine ve hep...
Mustafa DOĞAN
(ölü şairin defteri)