OTOMATİK GÜLÜMSEME
Tarlabaşı’ndaki yolu, boyumdan daha uzun seçilmiş, süslü, kapkara demir korkuluklarla
ortadan bölmüşler. Böylece; iki taraflı, usta işi, yorgun binalar
birbirlerinden hayli uzaklaştırılmışlar. Öncesinde aynı mahallenin
çocuklarıyken artık iki ayrı şehrin aksi ihtiyarlarına benziyorlar.
Birbirlerinden koparıldıkça, eskidikçe, kullanılmadıkça paha biçilmez hale gelmişler. Yolun
karşı yakasında birbirine yaslanmış o boş ve eski binalardan birinin üst
katından aşağıya doğru siyah beyaz bir afiş sallanıyor. Yanında da albenili bir
tabela asılı. Bilmediğim bir dilde yazılmış. Bu şehrin, bu ülkenin dili ama
henüz bana yabancı. Tabela, rengarenk neon ışıklarından imal edilmiş. Üşüdükçe
ona doğru bakıyorum. Bir süre gözlerimi o tabeladan alamıyorum. Ürpertim bir
süre geçiyor.
“P-E-R-U-K” tabelada bu harfler
var.
Hızını alamamış bir rüzgar estiğinde, eski afiş kanatlarını havaya kaldırıp
tabelayı hafifçe kapatıyor; ama anlık. O eskimiş afişte; takım elbislerinden
ciddi birileri olduğunu anladığım iki adam eğreti bir yakınlık içinde el
sıkışıyorlar. Beş dakika sonra koyu bir hasım olsalardı da yine böyle
dururlardı. Ay küskün, caddenin ışıkları cimri; ama iki adamın afişte el
sıkışmaları görülebiliyor. Günlerdir Tarlabaşı’ndan Taksim’e çıkan bu yolda
onları izliyorum. Hiçbir sahicilikleri yok ve sanırım beni en çok cezbeden de
bu. O afiş ve öpüştüğü neon ışıkları dışında her şey çok gerçek. Hele ki de şu
soğuk.
Arabalar Tarlabaşı’ndan nafile kurtulma hevesiyle yol boyu dizilmişler,
beklerken midelerindeki yakıtı boşaltıyorlar. İçleri, sonsuza kadar oturulacak
olsa da, yine de bekleyebilecek sabırlı kadınlarla ve erkeklerle dolu. Hemen hepsi
aç, karınlarını doyurmak için bir yerlere ulaşmaya çalışıyor. Epeyce de kirli,
yıkanıp temizlenecek bir yere gereksinimleri olsa gerek. Eh! Yine de benim
kadar uzun süre aç ya da kirli kalamazlar ya. Sanırım hepsi yalnız; ama başka
bir yalnızlığın peşindeler. Metal ve plastikten yapılma araçlarda, o huzurlu
yalnızlıkları bulabilecekleri mekanların düşleri ile bekliyorlar. Bakışlarını
benden kaçırmazlarsa gözlerinde ne istedikleri yazıyor. Çok şey de istemiyorlar
hani. Karınlarını doyurmak, sıcak yatacak bir yer ve soluklanabilmek için yalnızlık.
Şimdilik, erken akşamda, Tarlabaşı’nda kilitlenmiş bir yol üstünde bekliyorlar.
Müsterihler! Karınları elbet doyacak, sıcak bir yere başlarını elbet sokacaklar.
Ben onlarla oturmuyorum. Camdan baktıkları kalabalık içindeyim. Bazen görünür
oluyorum. Çocuk aklımla yalnızca bir izleyiciyim, bazen yaşamlarına anlık
dokunup çekilen bir çocuk...
Ayrıksı durduğum muhakkak. Görüntüm de en az düşüncelerim kadar ayrıksı
üstelik. Neyse ki; buralarda herkesin kendine özel bir ayrıkısılığı var. Bir
bütünün o dem parçası olup yitiyorum. Ayağımdaki iki kat üst üste giyilmiş
çorapları sokabilecek kadar iri, mavi bir terlik. Islak asfaltla aramıza
giriyor. Üstüne ışık düşünce bana nazar boncuğu gibi gülümsüyor. Pazen bir
tumanın altında aşüfte bir kadın edasıyla durdukları oluyor. Kırmızı gülleri
eskidikçe ağıran pijamamın paçalarını çorapların içine sokuşturuyorum. Çıktıkça
yeniden... Böylece, tanrı eğer yerden göğe doğru üflerse, soğuk soluğu
bacaklarıma şiddetle değmiyor. O tumanın üstüne uzun bir etek de giymişim. Dizlerimi
çok kırarsam yerleri süpürüyor. Seçimim değil; ne tumanım ne eteğim; lakin her
ikisi de çok bana yakışmış. Benim yaşımdaki bir kız çocuğuna nasıl yakışmaz ki?
Yere değen kısımları uyuz köpeklerin sidikleriyle kirleniyor. İşte bu moralimi
bozan şey. Biraz da çamurlu. Birazcık... El örgüsü, Babil motifleriyle bir de
kazağım var. Kazak tanrının karşıdan soğuk soluğu vurursa diye. Hepsinin
üstünde de kapişonlu dar gelen bir mont. Önü kavuşmasa da annem üstüme
geçirmiş. O afili bir şey değil. Hatta çirkince bir mont o. Bana hiç
yakışmıyor. Sevmiyorum; ama daha az üşümemi sağlıyor.
Yolun üstündeyim, arabaların arasında... Afişteki amcalar gözlerini bana
dikmişler. Kızgın bir halleri var. İstiklal tarafındaki kaldırımlarda,
bacakları ve göğüsleri açıkta bekleşenler dikiliyor. Onlara da kızmış
olabilirler. Yanlarından ayrışık kalabalıklar geçiyor. Birbirlerini
görmüyorlar. Değiyorlar, çarpıyorlar, aynı yerçekimine direniyorlar ama
birbirlerini görmüyorlar. Binalar gibi yaslanmıyorlar birbirlerine. Travestiler
dahil kimseler buralı değil. Tarlabaşı kimsenin değil. Bazen de herkes Tarlabaşılı
ve herkes buraya ait sanki. On bir yaşımdayım ve ben de bu ayrışık kalabalığa
aitim. Yolun ortasında, demir yığını arabaların arasında, böğrümde yel estikçe
şiddetlenen bir üşümeyle kıvranıyorum. Mavi bir otobüs duruyor önümde.
Terliğimin mavisi kadar cafcaflı değil mavisi. Karşı binadaki afiş özgürce
sallanıyor. Burun buruna geliyor üstündeki amcalar. Otobüsü önce, kocaman ağzı
olan bir deve benzetiyorum. King Kong böyle bir şeydi; ama onun kapkara, içeri
çökmüş burnu vardı. Öfkelenince kızaran gözleri. Otobüs hiçbir canlının
olamayacağı kadar atalet içinde. Hava burada karanlık, ay kayıp. Caddeyi
güvenlik için yarı aydınlatmışlar. Mavi otobüs biçim değiştiriyor. Homurdayarak
ininde uyuyan bir canavar oluyor. Kımıldayacak yeri yok. Sığamadığı bir çokluğun
içinden silkinip kaçmaya çalışıyor ama boşuna. Döşümü açıp egzozuna veriyorum.
Babil motiflerinden içeri sıcak hava giriyor. Tanrının soğuk soluğunu yeniyor.
Ciğerlerim ısınıyor. On saniye... On beş... Yirmi beş... Mavi otobüs hala
kımıldayamıyor. Gayri böğrümde, üzerinde kestane pişirdiğimiz sobanın
sıcaklığından... Sağ ol otobüs ağabey! Var ol otobüs ağabey! Dev, canavar...
Trafik, karmaşa, beklemek, arabalar ve kalabalık. Hepinizi seviyorum. Isıtın
beni! Önüne kattığını savuran soğuk fırtınalarıyla bir ovanın orta yerinde
ailecek üşüyor olabilirdik şu an. Sağ olun!
Otobüsün homurtusu dumanında boğuluyor. Egzoz denilen kocaman ağzından
kıvılcımlar saçılıyor. Bunlar ateş. Bana benziyor. Yok, hayır! Geceye ramak
kala havai fişeklere benziyor. Hepsi tanıdık. Bu çıngılar, sobanın kömüründen
fırlardı evimizde. Evimizde. Evimiz... Evim... Ev... “Çok ama çok uzakta,”
deyiveriyor söz vaktinde açılınca annem.
Otobüs belli ki silkinecek ve birkaç adım ilerleyecek. Egzozunun başında
biraz ısınınca bırakıp arkamda dehşet içinde bana bakan taksinin şoförüne
koşuyorum. Burnumu soğuk camına yapıştırıyorum. Kirli ellerimle siliyorum
buğusunu. İçinden kahverengi bir çift göz bana bakıyor. Şehla; gülümsüyor. İçerisi sıcak olmalı. İnsan
sıcakta gülümseyebilir. Ben soğukta da gülümseyebiliyorum. A ha! İşte şu!
Gülümsüyorum. Yüzümde otomatik bir gülümseme. Daimi değil, lazım olduğunda.
Taksinin aydınlanmış koltuklarındayım sanki, her yeri sıcak. Şu ön koltukta
daha rahat oturabilirim girebilsem içine. Terliklerimi çıkarmam ayağımdan.
Yitirirsem yenisini bulamam diye. Çoraplarım birazcık, -birazcık- ıslak, onları
çıkarırım. Kulağımı okşayan bir tını var. Bir erişkin ritminde taksinin camını
titretiyor. Bu müzik tıpkı
bizimkilere benziyor. Bizim televizyonlarımızda esmer, çakır gözlü, küçük
burunlu, rujlarına gıpta ettiğim kadın böyle bir müzikte türkü çığırırdı. Müzik
handiyse aynı müzik. Kulağımı da dayarsam eğer sesini açar belki; ben binerim,
içine, ön koltuğa kurulurum ve başımı camın sıcak tarafına yaslarım. Ben binersem
ve yaslanırsam, uzun sürmez uyurum. Ben biner, yaslanır ve uyursam bir rüya
görürüm. Ben biner, yaslanır, uyur, bir de rüya görürsem; süet eldivenlerimle
okulumun bahçesinde kartopu oynarım, yitik arkadaşlarımla. Orada da yine
kıştır. Türkiye’de de kış, bizim kasabada da... Kış her yere aynı zamanda
gelir. Yalancı bir muallim dünya denilen küreyi döndürüreken söyledi. Kainatın
ne muhteşem ve sırlarla dolu bir yer olduğunu anlatıyordu. Milyarlarca yıldız,
gezegen ve güneşten söz ediyordu yalancı muallim. Bir topa benziyordu dünya.
Güneş bir yanına vuruyordu. Sonra güneşe yaklaşıyordu bu top. Sonra güneşten
uzaklaşıyordu. Sonra kar yağıyordu. Her şeyi biliyordum. Her şeyi öğretmişti
Hasan muallim. O sonsuzluk içinde kimsenin ömrünün iğne başı kadar önemli olmadığını
söylüyordu. Yalancıydı. Sonra otomatik gülümsemeyi öğrendim. Buraya gelince...
Üstelik; küreyi döndürüp, kışı ve yazı öğrettiklerinde bir işe yaramamıştı ama
otomatik gülmeyi öğrenince karnımızı doyurmayı başarabiliyorduk. Tarlabaşı’nı
da içine alan bu şehirde yeni bir muallim vardı; yaşam. O doğrucuydu. Hiç yalan
söylemiyordu.
Arkamadaki kaldırımda yarı çıplak insanlar. Kokoş... Travesti demeyi
öğrendim. Başka cinsiyetleri ve kadın cinsinin ne işe yaradığını... Caddeye
kokuları yığılıyor kalabalığın. Ben otobüs egzozouyla bir gıdım yürüyorum. Koku
caddeye yığılıyor. Başka insancıklar, insancıklar yarı çıplak. “Herkes elbiselerinin altında zaten çıplak.”
Bunu söylerdi bir amca. O bir yerden okumuş. Belki okumamış da okuyan biri ona
söylemiş. Herkesin çıplak bir hali olmalı. O vakit hepimiz eşit olabilirmişiz.
Otobüsün mavisiyle, taksinin sarısı kardeş olabilirmiş o dem. Ben bir kalorifer
peteğiyle kardeş olabilirmişim. Annem içi pilav dolu bir tencereyle... Otomatik
gülümsüyorum.
Şimdi biraz pastane kokusu geliyor. Bu kalabalığın aromasına benzemiyor, en
sevdiğim koku. Caddenin tam bu noktası hiç gitmeden bekleyebileceğim yer. Taksi
beni yüzüstü bırakıp bir arpa boyu yol alıyor. Yerini bir otomobil alıyor, pastane
kokusunun önünde. Cam açılıyor. Cam kendini kapının içine doğru gömüyor. Camın
öteki yanı, başka bir dünya. Bunun içi taksiden de sıcak. İki çocuk arka
koltukta oyuncak bir arabayı çekiştiriyor. Cam cidden açılıyor. Yüzüme sıcak
vuruyor. Önde baba... Bu arkadaki çocukların babası. Benim babam kadar şişman,
belki fazlası var. Çocuklar ise benden bile küçük. Henüz okuyup yazamazlar. Bir
kürenin yörünge denilen değişmezlikte yürüyerek yaz ve kışı nasıl yarattığı
öğretilmemiştir. Yalancı bir muallime henüz bırakılmamışlardır. Bunlar dünyanın
döndüğünü bilmiyor. Güneşten uzaklaştığını ve canı isterse dünyanın güneşle
kardeş olabileceğinden bile habersizler. Oyuncak bir arabayı paylaşıyorlar,
kendi arabalarının içinde. Paylaşmayı öğretmiş şişko baba. Ben olsam oyuncağımı
paylaşmazdım. Oyuncak arabalar belki paylaşılır, tamam ama benimki bir bebekti.
Konuşkan, yaramaz ve güzel bir bebek. Onu hiç paylaşmaz, azar işitirdim.
Saçları taranan bebek benim bebeğimdi. Paylaşmazdım. Beni herkesten çok severdi
oyuncak bebeğim. Kırmızı elbisesi vardı. Kulaklarında altın rengi iğne topuzu
kadar küpe. Asla paylaşmazdım. Dudakları hep beni öpmeye hazırdı. Ben onu
paylaşmazdım. Babam beni haşlardı. Ben yine onu paylaşmazdım. Başkasını
öpmesine izin vermezdim. Oyuncak arabalara benzemez bebekler, oyuncak bebekleri
paylaşmak olmaz.
Oyuncaklarımı sınır denilen bir çizginin öte yanında, uzunca yürünerek
gidilen toprak yol ucunda, göz alabildiğine uzayan bir ovanın ortasındaki bir
köyde bıraktım. “İstanbul’a çok uzak bir
şehrin yanıbaşıydı,” diyor babam. “Çok
uzak...” Adını en iyi babam
biliyor. Şehrin adının bir manası yok. Ben de tam söyleyemiyorum zaten. Ben
oyuncağımı o köyde bıraktım, adını benim bildiğim bir köyde.
Arka koltuğa oturmuş çocukların oyuncaklarını istemiyorum. Niye saklıyorlar
ki? Ben babalarını da istemiyorum. Niye bana sinirlice bakıyorlar ki? Ben
annelerini de istemiyorum. Korkuyorlar mı benden? Babaları korkuyor, görüyorum.
Uzak ya da yakın bir gelecekte, soğuk bir kış akşamında, arka koltuğa
yerleştirdiği çocuklarının bir otomobil camına yapışmış burunlarını görüyor
olmalı benim yüzüme baktıkça. Güldürmek için şaklabanlıklar yaptığı
çocuklarının, bir yol kenarında otomatik gülebildiklerini. Yemeninin altından
fırlayan saçlarıma tutunarak vicdanını tırmandırıyor tanrıya doğru. Deri
koltuğa yayılmış koca kıçını becerebilse toparlayacak. Gücü yetse, çocuklarının
yanına oturtup bizim yaşımızdakiler için yaratılmış bir cennete götürüp teslim
edecek beni. Şu an dünya denilen küre ezerek pestilini çıkarmasa yaşamından
yaşam verecek bana. Yalnızca utanıyor. Kapının içine doğru gömülüyor arabanın
camı. Babanın vicdanı soğuk havayı kokluyor, çocuklarının meraklı bakışlarında.
Korkmasın kimse! Benim annem de şurada. Hemen şu yokuşun başında. Bir
meydan var. Birçok çiçekçi. Yanlarında polisler. Yanlarında kalabalıklar. Annem
orada. Sırtında kardeşim. Kardeşim küçük. “Onu
korumalıyız,” diyor annem. Beliyor. Bir daha beliyor. Beleğin içinde, sonra
onun da içinde giysiler. “Ayakları üşür,”
diyor annem. Ayaklarını da beliyor. “Başı
üşür, başına dikkat et,” diyor babam. Başını da kapatıyorlar. Bir çift göz
oluyor karanlıkta kardeşim. Bir çift gözden ibaret. Her yanı kardeşimin bez.
Kat kat bez. Benim annem de var, ne yapacağım ki ben çocukların annesini? Çocuklar
korkmuyor belki, yalnızca meraktan susuyorlar. Kıskanmasınlar da. Gerçi benim
annem onlarınkinden bile güzel. Benim annemin kocaman memeleri var. Gece
sarılıp yattığımda arasında sıcak bir soba yanıyor. Babam kadar çok seviyorum
annemin memelerini.
Camı indiriyor şişko amca. Vicdanı dışarı çıkıyor. “Benim babam da şişko,” diyorum, bilmedikleri, anlamadıkları bir
dilde. Otomatik gülümsemeyle mırıldanıyorum. Benim dilimi bir bilseler
kızacaklar. Şişko dediğim için... Mırıldanıyorum. Benim dilimi bilmesinler.
Benim gülümsememi görsünler; gülümseyen çocuklar kimsenin annesini, babasını
almazlar. Buna inansınlar.
Hem ben otomatik gülümserim. Bir palyaçoya öykünürüm. Palyaço gibi
gülümserim. Benim köyümden çok palyaço çıkmıştır. Biz ototmatik gülümsemeyi çok
iyi öğreniriz. Şişko baba, ben gülümseyince demir para seçiyor elinin altında
bir kutudan. Başımı okşayacak,
kapişonu düşürsem. Yemeniyi açıp saçlarımı öpecek. Kapişonumu düşürsem saçlarım
dağılacak rüzgarda. Kulaklarıma soğuk soğuk soluyacak ulu tanrı. Üşüyeceğim.
Biliyor. Parmaklarının arasından demir paralar akıyor. Ellerimi açıyorum.
Ettiğim dualar şişko babanın vicdanıyla çarpışıyor. Ben otomatik gülümsüyorum.
“Adın ne?” diye soruyor şişko baba. Yalancı muallim bu dili hiç öğretmedi
bize. Anlamıyorum. Savaş çıkar da demedi. Kıraç bir köyü paylaşmak için binlerce
bomba yağar diye hiç demedi. Küreyi anlatacağına komşunun dilinden sözcükler
söylese öğrenirdim. Muallimler de kolaycı. Muallimler de yalancı. Mekanik,
yörüngesinden hiç şaşmayan bir dünya dışında işe yarar bir şey öğretmedi.
Yalancıydı. Dünya yörüngesinden çıktı, biz ufku sınırsız köyümüzden
Tarlabaşı’na düştük.
“Suriye,” diyorum.
Baba demir paraları avucumun içine bırakıyor. Elimin kiri bulaşmaz ki, diğer
sürücülere benzemiyor, bulaşmayacağını biliyor. Tutsa, kocaman ellerinin içine
alsa, ısınır. Biliyor. Yalnızca ısınır. Vicdanı biliyor. Aklı biliyor. Hem ben
elimi mendillerle siliyorum ki. Çocuklarının öpücükleri kadar temiz. Kimse
bilmiyor ki.
Çocukları şişko babalarıyla arabalarında bırakıp mavi otobüse koşuyorum.
Egzozun mülteci kış çocukları için yapıldığını söylemedi Muallim, burada
öğreniyorum. Çıngılardan biri anlıma değiyor. Burun ucumda patlayanları var. Ay
yüzünü çevirince, on bir yaşında bir kız çocuğunun lunaparkı oluyor egzoz,
teknoloji de bunu bilmiyor. Sobalı evi... Gereksiz bir korna sesi yükseliyor
arkamdan. Gitmiyor işte, kimseler gidemiyor. Sakin olun, hele bir durun. Ben az
daha ısınayım. Mavi otobüs duman çıkarıyor, homurtusunu ciğerlerinden rahatsız
bir hastanınkine dönüştürüyor. Hırlaya hırlaya kalkıyor. Ben ayaklanıyorum. Bir
arpa boyu daha gidiyor. Kırmızı lambaları yanıyor yine üstünde. Mavi, kırmızı
ve beyaz, ayın yokluğunda, yarı aydınlık cadde ışıkları altında otobüs sıcak
bir evin salonuna benziyor bu kez. Gayri ne dev, ne de canavar diyeceğim tam
olarak. Tam olarak, pastane kokularının yanı, yanı mutfak, burası benim evim
diyeceğim, hırıltısı artıyor. Otobüs, önünde bulduğu boşlukta, bir tünelin
içine doğru kalkmaya yelteniyor. Gidip kurtulacak. Yürüyor, koşacak az sonra.
Bırakıyorum; arkasından koşamam. Yeni bir otobüs gelir hem.
Bir korna sesi daha. Otobüsün arkasında şişko babanın vicdanı. Çocuklar
burunlarını cama dayamışlar beni izliyorlar. Utanıyorum. Yanımdan geçiyorlar.
Tahammülsüz kornalar çoğalıyor. Otobüsün açtığı boşluğa kendisini vurmak için
itekleşip duran arabalar. Şişkonun yürümesini istiyor. Şişko yanımda duruyor.
Otomobilin arka camı da açılıyor. Çocuklar arabalarını bana uzatıyor.
“Ben bebek seviyorum,” diyorum bilmedikleri bir dilde.
“Biz seni seviyoruz,” diyorlar bilmediğim bir dilde.
Yanlarında bir süre koşuyorum. Gücüm yettiğince, soluğum tıkanana kadar.
Vicdan gaza yükleniyor. Vicdanın gücü motorun gücünü harekete geçiriyor.
Tahammülsüz kornalar susuyor, şişko arabasını sağa döndürüp yok oluyor. Bir
simit alıyorum, pastanenin önüne gelip beklemeye başlıyorum. Egzozu kim, ne
için üretmiş çok bilmiyor kimse. Mavi bir otobüs geliyor. Sımsıcak egzozu. Ben
otomatik gülümsüyorum. Elimde oyuncak bir araba. Adını vicdan koyuyorum.
E. Ünzile Şerbetçi - Kasım/2014 İstanbul