Alıntı: Umudun İnsana Nefreti(*)
“...Bugün uyuşmalar
yüzümden, yanağımdan aşağı doğru sinsice yayılıyor.”
Bembeyaz bir köpek
eniği, çinko tasın içinde kılçıkları temizlenmiş balığı izliyor. Kuyruğu güdük
ama salladığını sanıyor iffetsiz. Gözlerini kapatıp açması ihtiyar bir huzurevi
sakininkiyle neredeyse aynı zamanda. Direkten aşağı düşen sarı ışık üçgen
kulaklarında patlıyor. Eniğin altında cüssesinden daha büyük gölgesi, sanki
ondan bağımsızmış gibi ileri geri hareket ediyor. Sokak tenha, bu saatte dolu
olacak değil ya. Yağmur, karlıydı, en son bu taşları yıkayalı iki saat oluyor.
Öylesine, basit bir temizlik yapmak için yağdırdı tanrı. Ben de cama düşenlerin
sesindeki ritme tutularak izledim. Geride Kuğulu’dan bu yana bir esinti
bırakarak, sulusepgine benzeyen yağışını da alıp gitti. Şimdi, ben üçüncü katın
penceresinden ayakta dikilip bakarken tanrıyı da, yağmurun kalıntılarını da ve
aslında kıytırık kıytırık esen yeli de duyumsamıyorum. Olmuş olduklarını
varsayıyorum. Olup olmamaları da çok umurumda değil. Aslına bakılırsa aşık
olmasaydım, içip içip böyle cam dibinde şafak vaktine kadar böğürmeyecektim. Hatta
az sonra karşımda göğe bakabilmek için bırakılmış iki apartman arası boşluktan
burnunu çıkaracak olan güneşin doğuşunu da uykusuz beklemeyecektim. O eski
halim olsa, başım, ayaklarım, gövdem ve hırıltım döşekle yorgan arasında
bastırılmış uyumaktaydım. Takribi bir saat sonra burnumun ortasına yumruk atar
hissi veren kurulmuş cep telefonu alarmıyla zor bela kalkıp don atlet duşa
girerdim. Islanmış iç çamaşırlarımı sabunlayıp yıkar, kaloriferin üstüne
sererdim. Haftada bir tıraş oluyordum ki; adına kirli sakal denilen uyuşuklara
mahsus bir yüzle kovulduğum işyerime gidiyordum. Aşık olmasaydım, mesaisinde
bir enayi olarak dolap beygirliğimin devam etmesi kuvvetle muhtemeldi. Ben de aşık
oldum.
Uyanılacak gayri diye
kaloriferleri harlamış Angara
kapıcısı aşağıda birazdan görünecek diye ayakta dikilmeye devam ediyorum. Lüküs semttir hele, Ayrancı kıçını geç
kaldırır ama kapıcı sektirmeden erken kalkıyor. Çöpün yanından geçip gidecek az
sonra. Eşortmanının üstüne palto
çekiyor hep, ayaklarında da kazan dairesi için giydiği topuklarına basılmış
eski bir iskarpin. Görmüşlüğüm var, markalı bir şey, o çöpe atılınca mallık
eylemiş. Ayağından çıkmasın diye yerlerde sürüyor. Her sabahın köründe yolcu
ettiği en büyük kızı Ebruli. O da çıkacak ardından. Sokağın başına kadar
gidiyorlar ve sektirmeden her defasında altıyı üç geçe beyaz bir servis
minibüsü almaya geliyor. Ebru niye dememişler de Ebruli olmuş adın diye
sorduğumda bu apartmana yeni taşınıyordum. Ayran getirdi, açık ayran... Beni yükleri
taşıyan adamların kahyası sanıp ilk bardağı bana ikram etti. Aldım, içtim,
çiçekli tepsinin içine bırakırken dedim ki; sana aşık olacağım. İçimden tabi. O
iki sene evvelki olay. Güzelliğine, sesine, kokusuna vurulmuşluğum yok, ayran,
Ebruli ve ben... Buradan da biredenbire bir aşık olma, vurulma ahvali
çıkarılamaz zaten. Çıkarılır da, kadın ruhundan anlayan yazar işidir, pek
gerçekçi olmaz. Benim ki; tasarlanmış bir aşktı. Kapıcının kızına aşık olma
fikri filizlendiğinde apartmanda bile oturmuyordum. İki düzine yıl öncesinden
beridir kurguladığım bir sevda. Ebruli de, babam beni bu deyyusların içine niye
gönderdi demiş. İçinden tabi. Bana sonradan aidat toplamaya geldiğinde söyledi.
Güneş çıkmadan Ebruli kapıcının
peşinden sokağa indi. Önce eniğin yanına gidip elindeki yemek artıklarını
bıraktı. Yetişmek için de babasının ardından seyirtti. Köpek kulağında dolaşan
sabah ışığı Ebruli’nin uyanmamış gözlerine düştü. O da başını kaldırıp üçüncü
kata, yani bana baktı. Ben de o baktığı anda her zamanki gibi cigaramı yaktım. Dumanı sokak başına
varıncaya kadar ciğerlerimde tutup, servise binerken koyverdim ki görsün. Ayak
parmak uçlarıma kadar dolaşan duman şakaklarımdan fırladı neredeyse. Bu tadı,
sabahları daha çok sevmeye başlamıştım. Sağ elimin orta parmağı anejo blanco yazısını kapatmış, şişeyi
kafama diktim, o yazıyı okumadan içersem uğursuzluk getiriyordu. Kustum. Hep
kusuyordum, sabahları. Akşam uyanınca da temizliyordum. Doktor temizliğe dikkat
et, demişti, ben de sektirmeden hergün temizlik yapıyordum zaten. Yatağın
başucuna kadar yürüdüm. Paris Caddesi, Ebruli ve tanrı dışarıda kalmıştı.
Şişenin ucuna baş parmağımı dayadım, eğdim. Dilimle yaladım, başparmağımın
ucunu, rom tadı tuzla karışmıştı sanki. Defterin kapağını açıp son sayfaya
yazdım. Kırk üçüncü gün. Altını doldurmam gerekiyordu ama aklıma hiçbir şey
gelmedi. Aklıma gelenlerin de yazılacak bir yanı yoktu. Kalemin kıçını kulağıma
sokup biraz karıştırdım. Kulak deliğimden içeri giren metal canımı yakınca
yazacak şeyler aklıma gelecekti muhakkak.
“Evet dostlar, kimseniz
artık, dün yine atak geçirdim. En son bir ay önce geçirmiştim. Doktorun
söylediği her şey bir bir gerçekleşiyor; bu aşk üzüntüsünü yenemezsen aldığın
kortizonların bile yararı dokunmayacak. Kalemle bir şey yazdığı yoktu, yüzüme
bakmamak için kullandı onu. Aşk olunca ilaç umar olmaz diyordu. Sanırım.
Ne yapayım, diye sordum,
bin kere sorduğum halde. Ötele, dedi. Bin kere dediği halde. Nasıl, diye sordum
bin kere sorduğum halde. Bunu psikoloğa sor dedi, bin kere dediği halde. O işe
yaramıyor, dedim yine. Aşk unutulabilir dedi yine. Unutamazsam dediğim de, aynı
sözleri bulup getirdi. Yerlerini bile değiştirmedi. Ömrünü daha da
kısaltırsın.”
Sağ bacağımı
çekiştirerek kalktım. Banyonun ışığı yanınca aynada daha sağlam bir adam
bulabileceğim umuduyla bastım anahtara. Bu umudu hiç ötelemiyordum. Suretim
ağzıma sıçtı. Umut aşkla aynı tümcede kullanılınca distopya oluyordu. Bir
yumruk yedi elektrik anahtarı. Şak. Kendimi karanlığa...
(*)
Refik Kamuran Ezginsoy – Umudun İnsana Nefreti yayınlanacak öykü kitabından (788 sözcük) alınmıştır.