Olmasaydı...
Diyelim ki öldüm. Tam omuzumun altında, boynuma doğru çıkan bir ağrı peydah
oldu aniden. Sırtımdan yukarı doğru bir bıçak saplandı sanki. Ağrıyla yere
uzandım, ağzımdan köpükler çıkmaya başladı. Varsayalım, bir iki derin hırıltı
ve pat diye gittim. Hepsi gerçek kadar soğuk ve ürpertici. Hepsi gerçek. Öldüm.
Oysa az önce telefonda bir arkadaşımla konuşmuş, ondan TBMM’de çalışan bir
akrabasına ulaşmak için yardım istemiştim. Her şey alışıldık, bildik ve
sıradandı. Her günden biriydi. Bu kez öldüm.
İşin kötüsü, beni kimsenin
tanımadığı kalabalık bir yolda yürüyordum. Kaldırıma bir iki kere inip çıktım.
Son adımı atıp, yeniden çıkacakken oldu her şey. Boşluğa, yerçekimine bıraktım
kendimi ve ölmek hiç aklımın ucundan bile geçmedi. O pis ve dayanılmaz acıyla
kıvranıp kaldım bir sokak köpeği gibi inleyerek. Sevgili okuyucu, derdim
ölümümü anlatmak değil; şikayet etmek, vah vah diye üzülmek de... Yalnızca hazırlıksız
yakalandığımı söylemek istedim. Oysa geride cenazeme dair neler umduğumu
anlatan bir vasiyet bırakmayı isterdim hep, onu atladım. Hiç öleceğim aklımın
ucuna gelmemişti. Bana göre vasiyet hazırlamak için bile bir vakit vardı ve
daha pek de erkendi. Bilsem dem o demdir, ölürsem bir isteğim olacaktı kalan
dostlarımdan. Çok geç artık ve bu yükü sayın okuyucunun üzerine yüklemek
istiyorum, elbette kabul buyuranlara... Cam bir şişeye konmuş, okyanuslar aşıp,
sizin oturmakta olduğunuz kıyaya vuran mektubu ciddiye aldığınız kadar lütfen
benim bu vasiyetimi de o ölçüde kaale alın. Gerçekliğini kabul edin. Kim okursa,
bu yazıyı kim görmüşse ona sesleniyorum. Ölümüm sonrası tamamlanmamış ve beni
öteki alemde rahatsız eden küçük bir eksikliği gidermenizi istiyorum sizden. Topu
topu da bu... İhtiyatlı davranmış, bu vasiyetimi önceden hazırlamış olsaydım,
ölürken ceketimin iç cebinden çıkarıp elimin içinde tutacak, yerde yığılı
yatarken bileklerime kolonya sürmek için, öteki yana gitmekte olan ruhumu
döndürmeye çalışan sıcak bir elin içine bırakacaktım. Ve o vakit sizin elinize
geçmiş olsaydı cenazeme de katılır, orada bu isteğimi, mümkünü de varsa belki
yerine getirmeye çalışırdınız ama sanrım onun için geç kaldığımı artık siz de,
ben de biliyorum.
Bir kadeh şarap doldurur, küçük bir dilim peynir koyup sıkılmadan okumayı
sürdürürseniz, vasiyetimi, son isteğimi açıklayabilirim. Sizden, bir okuyucu
olarak bana borcunuz da var, tek istediğim aşağıda yazılı küçük metni sahibine
ulaştırmanız. Yerini, yurdunu tarifleyeceğim. Kolay erişilebilir bir mekana
kadar gideceksiniz. Ulaşmakta asla zorluk çekmezsiniz, çok bildiğiniz bir yer
ama onu, mesajı ileteceğiniz kişiyi geniş bir kalabalıkta tanımanız azıcık zor
olabilir. Bu kısmı da kolaylaştırmam gerekiyor.
İşte tam da bu nedenle size onun kısaca tanıtayım ki gördüğünüzde kesinliği
kuşku götürmez bir biçimde doğru kadına mesajımı iletmiş olun. Evet, o bir
kadın. Çok da güzel bir kadın. Saçlarını örük yapasınız gelecek, tee o kadar
güzel ve diri. Dudakları kalın, ağzı beklediğinizden biraz daha büyük ama o cam
gibi bakan gözlerin altında muhteşem duruyor. Anlamış olmanız gerekiyor, bulmak
için, bulduğunuz anda tanımak için onun cam gibi gözlerine bakacaksınız. Bu
mesajı bekliyor, biraz fütursuz davranabilir ama sizin azıcık mahcup, utangaç
bakmanızı istiyorum. Birini aradığınızı, bir mesajı iletmek için kendi
kendinize görev üstlendiğinizi anlatan bir bakış olsun gözlerinizde. Elinizde,
sarı, eski bir zarf... İçinde de aşağıdaki mesajımın bir kopyası... Ağır ağır
kalabalığın içine doğru yürümelisiniz. İnanın bana, gözlerinize bakınca, elinizde
kendisi için taşınmakta olan bir mesaj bulunduğunu şıp diye anlayacak. Ama
bilmediği çok önemli bir şey var. Lütfen duyarlı olun. Bu mesajın neden kendisine
o güne kadar gelmediğini bilmiyor, neden bu denli gecikti haberi yok. Ölümümden
çok sonra haberi olacaktı zaten, epeyce bir zaman önce bu dünyada birlikte var
olma kavlinden vazgeçmiştik. Aman yanlış anlamayın. Sizden ölüm haberimi ona
vermenizi istemiyorum. Bu sizden basit, sıradan bir şey isteme sınırını çoktan
aşar ki; pek az okuyucu buna yeltenir, cesaret eder. Böylesi netameli bir halde
beni hiç tanımayan, tek derdi iyi bir kaç satır okumak olan zat-ı alinizi
bırakmaya hakkım olmadığını biliyorum. Sizden tek istediğim, elinizi azıcık
kaldırıp zarfı o kalabalığa göstermeniz. Cam gibi gözleri olan kadın yanınıza
gelmek için kalabalığın içinden size doğru küçük bir hamle yapacak. Bu istemsiz
bir harekettir. Ardından aklını başına toplayıp, çevresini kolaçan edecek ki;
kimseler sizden o mesajı aldığını görmesin. Yanınıza gelene kadar sizi
tanımıyormuş gibi yapacak. Yavaş yavaş yürüdüğü, başı öne eğik olduğu için onu
tanıyacaksınız. Elinde eski bir fotoğraf albümü taşıyor, içi boş. İçini
göremezsiniz ama görebileceğinize odaklanın; o kalabalıkta başka kaç kişi eski
bir fotoğraf albümünü kollarının arasında sarıp sarmalamış taşır ki? Yanınıza
gelip gülümseyene kadar bekleyin sayın okuyucum.
Daha şurada yazayım ki; asla tehlike içinde değilsiniz. Siz bir elçisiniz.
Madem okumak gibi müşkül bir işi kendinize meşgale seçtiniz, bu kadarcık
öykünün içinde yer almak da hakkınız, aman telaş etmeyiniz. Zarfı, fotoğraf
albümünün içine bırakın ve kadının gitmesini sakın engellemeyin. Onunla
konuşmaya çalışmanızı da istemiyorum. Bu büyük bir düş kırıklığı olur. Yanıt da
alamazsınız. Onun sesini duymanızı da kabul edemem. Ayrımındasınızdır siz benim
de sesimi duymuyorsunuz ve elbette sizin okuyucu olarak seslerle ilginiz,
ilişkiniz yok. Sizin gözleriniz var, harfleri yanyana görünce sözcükler okuyan tuhaf,
endişeli, tatminsiz gözler. Onlar kafi. Üstlenmeniz gereken rol hala ve devamla
okuyuculuk. Fazlasına yeltenmeniz sizi çok sıkıntılı bir hale de sokabilir. Bir
işe de yaramaz.
Kadın, bir kralın armağanı, varak yazıları parıldayan ve muslukları onlarca
yıldır akmayan bir çeşmenin yanı başında duracak. Albümün kapağını açıp benim
fotoğrafıma baktıktan sonra sizin verdiğiniz zarfı okşaya seve açacak. Biliyorsunuz
okuduğu aşağıdaki vasiyetimdir. Albüm koltuk altından sıyrılıp düşüverecek
yere. Muhtemeldir ki fotoğrafım fırlayacak, esen rüzgara kapılıp kiremit rengi
duvarları olan kiliseye doğru uçacak. O an, beni daha, bir daha asla
göremeyeceğini okuduğu andır. Yavaşça
yere çöküp sırtını çeşmenin taş kurnasına dayayacak ve göğe bakacak. Bulutları
çok sever, beyaz bulutların arasında rüzgara kaptırdığı fotoğraftaki gözlerin
kendisine bakıp bakmadığını arayacak. Ölüm haberimin vereceği acı kadar, hiç
kavuşamayacak olmanın kederinin de sona ermesi demektir ki, garip bir huzur
olacak yüzünde.
Şimdi sıra sevgili okuyucum sizdedir. Mavi bir yazma çıkarıp arka
cebinizden, albümün arasına bırakıp mısır, kestane ve simit satan seyyar
satıcılara doğru yürüyüp arkanıza bakmadan yitip gidin. Eskide kalan sevgiliniz
için bir kadeh daha şarap için ve beni de merak etmekten vazgeçin. O tek
soruluk hakkınızı kullanıp, ne zaman orada olacağım diye soruyorsunuz. Tüm
günahlardan arınmak için sabaha kadar dolaşıp dua edilecek bir gündür, bilmeniz
gerekiyor. Yeri de ziyadesiyle tarifledim.
İhsan Sadi Bektaş - Kadırga - 1986
(*) Yazar, şair ve felsefeci İhsan Sadi Bektaş 1988 yılında Viyana'da geçirdiği bir kalp krizi sonrası vefat etmiştir. Bu öykü oğlu Cem Bektaş tarafından yayınlanması için bize gönderilmiştir.