yedisine yeni girmiştim. küçük bir kız
çocuğuyken boşluğun rengi maviydi. uçsuz bucaksızdı ve içinde çağıldayan görülmez
suyun şiir okuyan sesi vardı. bunca yıldan ve yaşadıklarımdan sonra o boşluk,
orada, öylece, hala duruyor. rengi şimdilerde koyu gri ve boşluk sığ ve
tertipsiz olduğu için, belki, sesi kesildi.
boşluğumun suyu yolunu yitirdi. evvelden, o vakitler belirsiz bir yerden
doğan kaynak, güçlenip büyür, gürül gürül, adını bilmediğim bir denize
boşalırdı. bıkıp usandı şimdilerde. ses yitip gidince benim de mücadele etmeye
takatim kalmadı. tersini söylediğim de oluyor; takatim kalmadığından su sesini
yitirmiş olabilir. kadim arkadaşlarım da aynı şeyi terennüm ediyor; -evet,
kadınlar arkadaşlarının söylediklerini umursar- benim takatim kalmadığı için
suyun sesi tükenmiş. bilebildiğim tek şey, o gri boşluğun yanı başında, şu
tentürdiyot kokan hastane odasında, bir aydan fazladır yalnız yattığımdır.
hastaneler, kuralları kesin ve kavi olan
yerler. yaşlılar için esneklik payı da kalmıyor bu sürüngen mekanlarında.
misal, ruj sürmeme izin vermiyorlar, yüzümü bile yıkamam gözlerine batıyor. bir
tüp oksijen dışında hiçbir şeye ihtiyacım yokmuşçasına davranıyorlar. oysa,
hepsi tertemiz, beyaz, yeşil ya da mavi formaları içinde bakımlılar ve sürekli,
umursamadan, olur olmaz şeylere gülüyorlar. ben de önce kendime, sonra bu
güruha katlanıyorum. manzara bu. gönüllü ya da iyi huylu olduğum için katlanmıyorum
elbette. kimseyi kırıp dökmeden yarını ve sonraki günü bitirmem gerekiyor. bir
çarşamba ve bir perşembe...
içlerinden birisine, muhtemelen göl mavisi
formayla fink atanlardan olacak, muhtemelen yarın sabah, muhtemelen dolaptaki
eskimiş çantamı isteyerek, muhtemelen en çok yıpranmış siyah beyaz
fotoğrafımızı göstererek, tekerlekli sandalyeme oturtup beni fizan’a götürmesi
için ricada bulunacağım. her şey muhtemelden ibaret ve uzun süredir muhtemel
bir hayata biletli yolculuk ediyorum.
muhtemeller uzatılabilir... muhtemelen,
göl mavili kız, hastane kurallarına aykırı diyecek ve yüzüme dahi bakamadan
odadan sıvışacak. yaşlıların ve çocukların gözlerine bakmamayı öğrenmişler.
sahici ve reddedilmez oldukları içindir, muhtemelen. ricamın kifayetsiz
kalacağını biliyorum ama doğrudan yalvarma aşamasına geçemem. her kozumu
oynayacağım tabi. kuşkusuz... sıradanlığa mahal vermeden, amacıma ulaşmamı
sağlayabilecek her yolu deneyeceğim. şu hayatta önemsediğim başka bir şey
olmadığına göre... şu hayatta önemsediğim başka bir şey kalmadığına göre...
en nihayetinde, para vermek sorunumu
çözer. göl mavisi giyenlerin paraya teşne bir halleri olduğunu tecrübe ettim. üç
kuruş maaşa sabahın köründen gece yarılarına kadar koşuşturup duruyorlar. geçen
yıl, yılın bu ayında, yine fizan vakti de gelmişken ricayla işimi halletmiştim.
tekerlekli sandalyeyi sırtlayan üç genç, yaptıkları iyiliğin verdiği iç
rahatlamasıyla mutlu uzaklaşmışlardı yanımdan. ben fizan’ın tepesinden yarısını
sis bürümüş şehri izlerken kıkırdayıp durmuşlar ama saygılarını hiç eksik
etmemişlerdi. başlarını, istemeyerek de olsa, nasıl bir derde sokmaya
çalıştığımın farkında olamadılar. tekerlerin frenini boşa aldırmak için azıcık çene
yordum. derken... bu sözü seviyorum: derken. derken, elimle uçuruma doğru
döndürdüm sandalyemi ve ebleh gibi bakarlarken deh ettim. tekerlekli sandalye,
fizan tepesinden aşağı doğru inmek için önce nazlandı. bir iki çukura girdi
çıktı ve en sonunda tam gaz ölümüme doğru beni sürüklemeye başladı. soğuk bir
rüzgar çarpıyordu yüzüme. gözlerimi kocaman açmış, son görüntüm olsun, retinama
yapışıp kalsın diye çelimsiz bir güvercine odaklanmıştım. bulutsuz bir
gökyüzünde olan bitenden habersiz, kendi rutininde uçuyordu. kim bilir, dedim
içimden. yuvası nerededir? evet! uçuruma doğru giderken aklımdan geçen tam
olarak buydu: çelimsiz bir güvercinin yalnız uçuşu.
her şey ters gitti. muhtemelen, her şeyin
ters gidebileceğini de düşünmüştüm. sandalyenin sağ tekeri hesaplayamadığım bir
taşa vurdu. sandalye beni üzerinden attı ve hedefime yalnız gitmeyi yeğledi.
ben yerde yuvarlanırken dahi güvercini nasıl görebildiğime takılı kalmıştım.
bir de, şu kurtulmayı yeğlediğim yaşama takılıp kaldım. yaşıyordum. yine...
yarın, muhtemelen öyle olmayacak. fizan’ın
en makul kısmından başlayacağım sandalye koşusuna. ellerimi havaya doğru
açacağım ve gözlerim bu defa sıkıca kapatılmış olacak. gökyüzünde seğirten
hiçbir kuşu görmek istemiyorum: ne güvercin, ne kumru, ne sığırcık. hiç, hiç
birini...
- hemşire hanım, sizden bir ricam olacak.
- buyurun!
- yarın, şu pespaye hayatta, beni sevebilmeyi
başaran tek adamla buluşacağım. son kez muhtemelen. muhtemelen, gelecek yıl, bu
vakitler, bir yıldönümü daha göremeden göçmüş olacağım. beni ona götürür
müsünüz? bir dakika yeter. bir kez ve hatta gerekirse çok uzaktan görmem kafi.
- denemeden durmayacaksınız değil mi?
- biliyorsun demek.
- evet! biliyorum.
- gidelim o halde...
- umarsız ve ölümsüzsünüz küçük hanım.
bu tepenin adını fizan koyduğumuzda ben
yirmi bir yaşındaydım. boşluğun rengi hala maviydi. tuhaf mavisi... biraz
koyulaşmış bir mavi... içinde kara, uzun yılanların seğirttiğine benzer
gölgeler dolaşan bir mavi... o olsaydı ve görseydi görebildiklerimi, boşluğun
rengine lacivert derdi. sıla kuşunun göz rengidir bu derdi. sen gözlerin
kapalıyken gökyüzünde kumrular görebilirsin derdi.
yazan: mustafa doğan
görsel: kitapsevenlerle
not: lütfen kaynak vererek yayınlayınız. teşekkür ederiz.