Yen; Craft'ta |
Oyunun yazarı genç kadının özgeçmişine
baktım. İngiliz Anna Jordan’ın oyunculuk, yönetmenlik, oyun yazarlığıyla dolu
geçmişine sıkışıp kalmış küçük bir cümle vardı.
‘Phone Credit for Refugees and Displaced People’ (PCRDP) diye bir organizasyonda
gönüllüymüş. Yani? Yeryüzünde birçok yerde, o yerlere ait olmayan birileri
yabancı, mülteci, yurdundan uzak ya. Bu insancıklar, geride, memleket dedikleri
başka başka yerlerde, sevgililerini, çocuklarını, eşlerini, akranlarını ve
anılarını bırakıp gitmişler, kaçmışlar ya da gönderilmişler ya. Birileri,
bazen, onların da karınları doysun, üşümesin, susuz kalmasın diye yardım eli
uzatmaya çalışıyorlar ya. Hah işte! Muhtemelen siz duymadınız; Anna Jordan ve başka
birileri de, bu PCRDP ile mülteci, yurdundan edilmiş kadın erkek, çocuk, yaşlı
insancıklar, sevdiklerinden bir haber alabilirler mi diye çaba harcıyor. Geçici
bir gönül ferahlığı, sağ olduğu haberinin yaratacağı eşsiz mutluluk bir
telefonun ucunda. Keşfetmişler, umut vermeye, yersiz yurtsuz on binlerce insana
gönül ferahlığı, mutluluk yaşatmaya çalışıyorlar. Telefonun insanlık için
kullanabileceğini deşifre ediyorlar.
İşte, bu Anna Jordan gibi densizler, azla yetinmeyi
de bilmiyor. Dünyayı kendilerine dert ediniyorlar. O ve onun gibiler, başka
türlü toplumsal sorunlara da duyarsız kalmıyorlar. Bir kere duyarsız kalmamaya
başla, arkası çorap söküğü zaten. Anna Jordan, oturuyor bir de oyun yazıyor. Muhtemelen
pek çoğumuz kafa patlatmadık ama Anna Jordan yeryüzünün birçok yerinde, başka
çocukların, yetişkinliğe adım atarken şiddetin, pornonun biçimlendirdiği
kimliklerini kuşanmaya hazırlanmasına tanıklık etmiş, tanıklık etmemizi istiyor.
Televizyonlar, internet, oyunlar benliklerini kuşatmış, çocuklarımızı ele
geçirirken sessiz kalamamış, sessiz kalmamamızı istiyor. Anna Jordan, o bu, şu
derken, bu soruna da kafa patlatmış; YEN’i yazmış. İçine oyunculuk ve
yönetmenlik deneyimi de kattığından ortaya olağanüstü bir tiyatro eseri çıkmış.
‘Ben yazdım, gerisi oyunculara ve yönetmene...’ demiş.
İzleyici Salona Girerken Dönüşmeye Başlıyor |
Biliyorum, bu uzun bir girizgah; öyleyse de
nedeni YEN. On üzerinden on puan almayı, her türden övgüyü, tanıtımı, ilgiyi,
hasılı tüm güzellik dolu sözleri hak ediyor. Anna Jordan’ın yazdığı oyunu Kadıköy’de
küçük bir sahnede izledim. YEN’i unutulmaz anlar, anılar arasına çoktan
yerleştirdim bile.
Sürekli, televizyon ekranında şiddet
içeren oyunlar oynayan ve bilgisayarda porno izleyen iki ergen kardeşin
yaşamından bir kesit veriyor YEN. Şiddet ve seks izleyici salona alınırken
başlayıp, bitmez bir tedirginlik yaşatarak oyunun taaaa sonuna kadar devam
ediyor. Oyunun en başından en sonuna kadar, bazen bir gerilim, bazen hüzün ve
bazen de bir humor dengesizce suratlara çarpılıyor. ‘Ara vermeden!’ Oyunun Türkçede,
Avrupa’nın epeyce doğusunda, bu sanat ve estetik yoksulu kılınmaya çalışılan
tuhaf ülkesinde böyle oynanabileceğini hiç düşünemezsiniz. Adamlar elinde balta
Atatürk heykeline saldırıyor anam babam. Aynı devlet sınırları içinde bir yerde
Yen oynanıyor. İşte bu çok şaşırtıcı.
Oyunda, orijinal tekste sadakat için
epeyce cesur davranılmış. Kanaatimce, sıradan, çekingen ya da kolaycı bir
yönetmen elinde YEN hiçbir şeye benzemezdi. İzleyici bulurdu bulmasına da,
sıradan tiyatro gösterilerinden biri olarak unutulur giderdi. Ancak öyle
olmamış. Öyle olmasına da izin verilmemiş.
Bir kerre YEN, usta, cüretkar, agresif bir
yönetmenin eline düşmüş: Çağ Çalışkur. Kendisini tanımam. Mülayim biriyse; kitapsevenlerle@gmail.com adresine
küçük bir not yazsın. Lütfen. ‘Craft’a bu oyun cuk oturur arkadaş,’ demiş
olmalı. ‘Ben Craft’ı niye açtım ki, aha da bu oyun oynanmayacaksa?’ diye kendini
gaza getirmiş olmalı. İçeri konuşmaları yalnızca varsayıyorum biliyorsunuz
değil mi? Zira, dediğim gibi Çağ arkadaşla oturup sohbet etmişliğim yok. Koca
bir aferin için bunlar.
Yönetmen hanımın sahibi de olduğu Craft’taki
sahne, iki yanlı oturmuş izleyicinin tamı tamına ortasında. Oyun boyunca küfürlerden,
alkolden ve sigaradan nasibini alan bir izleyici kitlesi, -epeyce bir kıç da
izliyor- akışta başına gelebilecek bir musibet olursa şikayet etmemesi
gerektiğini ‘o dakka’ anlayıveriyor. Tevekkül eylemiş oluyor. Başına ne
gelecekse kabul ediyor. Oyuna göre izleyici olmayı kabul ediyor, sarsılmayı
kabullenmiş izleyiciye evriliyor. Tüm bu yazdıklarım ne zaman mı oluyor? Tam da
salona alınırken.
Dekor, icap ettiği gibi rahatsızlık verici.
Tıpkı oyunun, oyuncuların, yazarın ve yönetmenin hedeflerine uygun: Rahatsızlık
verilecek. Ver! O eski püskü yatak olmazsa oyun da olmazdı ki zaten. Yerdeki
çöp, tavan ışıklarına yapıştırılmış kağıt parçaları ve çocukların esaret hapı
televizyon ve internet... Azlık dekoru, çokluk ruhuna bürünüyor. Not: Oyun
boyunca, pencere önündeki küçük masa kırıldı kırılacak diye aklım çıktı.
YEN’in orijinalinde, iki ergen kardeşten
küçüğü 13 yaşında ve siyahi. Böylece, iki kardeşin babalarının ve yaş farkının
olduğu ta en baştan ortada. Craft’taki YEN, bu gerçekle bizi epeyce sonra
buluşturuyor. Ama buluşturuyor. İki müthiş adam, ağabey-kardeş statüsünü de çok
başarılı işleyerek orijinalinde yer alan yaş farkı meselesini kolayca
unutturuveriyor. Hele bir yerde; köpeğin adı niye Taliban diye soruluyor da
cevaben...[1]
deniyor ya işte orada gerçekten ‘ergen bunlar’ deyiveriyorum kendi kendime.
Berker Güven |
Yönetmen, yazar, dekor tamam da, dünyanın
en iyi yönetmeni, yazarı ya da dekoru dahi olsa bu oyunu yükseltecek ya da
düşürecek olan asıl etken kuşkusuz oyuncu kadrosu. YEN özelinde, oyuncu
kadrosunun, gösterinin yüzde doksanı olduğunu söylemeliyim. Bora Akkaş ve
Berker Güven oyunculuk kariyeri denilen bir uzun maratonu kat edeceklerse eğer
zirveye erkenden varmışlar. Berker’e,
baya baya dayak yiyen bir hiperaktif olacaksın, bedensel ve arada bir de sesler
çıkaran tiklerin olacak, bu arada teksti de es geçmeyeceksin denmiş. Berker, bu
zor işin üstesinden gelebilmek için kanımca gerçek bir tourette sendromlu,
hiperaktivite sorunu olan ergene dönüşüyor. Engelli ya da sorunlu karakter
canlandırması istenen oyuncular, hele de ‘usta’ unvanını almışsa çok abartıp,
çizgi aşıp, gerçekçilikten uzaklaşır, bazen de komik hale düşer ya; Berker
Güven, baştan sona sahici olmayı yeğliyor. Mutlak başarıyor da... Okudum, bu
kardeş ödüller almış, az bile vermişler.
Bora için çok söz yazmayacağım. Bunca
yazının içine, tam da bu cümleye, şuraya bir ‘muhteşem,’ sözü bırakayım yeter.
Bir oyuncu olsaydım ve kiminle karşılıklı oynamak istersin diye sorulsaydı
kesinlikle Bora’nın adını verirdim. Kesinlikle...
Bora Akkaş |
İdil Sivritepe için ayrılıkçı bir paragraf
ekleyeceğim. Özgürlüğünü isteyen bir halk gibi YEN’de. Berker’le Bora, iyi
yazılmış ve yönetilmiş bir oyunda her şeyi sırtlamış giderken İdil sahneye
çıkıyor. Ben de varım demek istiyor. Büyük bir ülkenin içine hapsolmuş
bağımsızlık isteyen bir halk gibi. Özgürlüğü ve bağımsızlığı da hak ediyor amma
velakin içine düştüğü koca devlet var. Başka bir yerde, başka bir oyunda
İdil’den başlayacak övgüler Bora ve Berker barajına takılıyor. İdil’e çok iyi
şeyler söylemek Berker’e haksızlık olacakmış gibi geliyor. Tıpkı, bağımsızlığını
isteyen halka evet denmesinin içinde yaşadıkları devlete ayıp etmek olacağını
düşünmek gibi bir şey. Sahneye çıktığı anda kendimi bayramlaşmaya gelmiş eski
sevgiliyle karşılaşmış gibi hissettim. Dibimde durdu. Dişinin altındaki telleri
gördüm. Bir de gözlerini... Tiyatro yazısı yazdığımı unutturacak kadar güzel.
Şuraya not düşeyim de; bir başka zaman yalnızca İdil için bir yazı yazayım.
İdil Sivritepe |
Yanlışlıkla da olsa bu oyuna gidin
kardeşler... İngilizceniz yoksa New York’ta, Fransızcanız yoksa Paris’te böyle
oyunlar da izleyemeyeceğinize göre az buçuk Türkçenizle Kadıköy’de tiyatro
sanatına tanıklık edersiniz. O kadar öyle...
Mustafa Doğan
Eylül 2017