Andres
Neuman’ın ilk kitabı “Bariloche” daha yirmi ikisindeyken basıldı. Kitap,
İspanya’nın en prestijli ödüllerinden birisi olan Herralde Prize’da finale
kaldı. Çok sayıda beğeni eleştirisi aldı. Şilili yazar Roberto Bolano Neuman
hakkında; “21’nci yüzyıl edebiyatı Neuman ve çok az sayıda kan kardeşine ait
olacak,” dedi. Neuman ayrıca çok üretken de bir yazar olmayı başarmıştır:
Bugüne kadar yirmi civarında romanı, şiiri, aforizmaları, kısa öyküsü ve
denemesi yayımlandı. İspanyol Ulusal Eleştirmenler Ödülü’nü ve Alfaguara
Ödülü’nü kazandı. 2010 yılında Granta tarafından en iyi yirmi iki İspanyolca
yazan genç yazar arasına seçildi. Yazdıkları on yedi değişik dile çevrildi.
“Traveler
of the Century,” romanı Amerika ve İngiltere’de listelerde en iyiler arasında
yer aldı.
Aşağıdaki
söyleşide Neuman, New York’ta PEN festivalindedir. Elianna Kan ile bazen
İngilizce ve bazen de İspanyolca konuşurlar. Neuman İngilizce konuşurken
duraksar, boşluklar oluşur. Elianna’ya göre –şaka tabi- Neuman o anlarda diğer
hallerine göre daha gizemlidir.
Elianna Kan: İngilizce’de yalnızca
iki kitabın var: Traveler of the Century
ve Yalnız Konuşmalar. Oysa biz senin çok üretken bir kısa öykü yazarı, şair ve
denemeci olduğunu da biliyoruz. Farklı türler bunlar. Diyelim şiir yazmayı seçtin,
romana ya da kısa öykü yazmaya göre daha fazla ya da daha az özgürleştirici
bulduğun oluyor mu?
Andrés Neuman: Evet, sanıyorum şiir yazmak mutlu
bir yoldan çıkma alemi. Tür konusuna çok fazla inanmıyorum. Dürüstçe söyleyeyim;
tahminimce hepsi üzerinde çalıştım ve sonunda baktım ki; sınırlarda
dolaşıyorum. Aynı şey, iki ülkede yaşama zorunluluğum nedeniyle, kimlik
tanımlamamda da oldu. Dolayısıyla sanıyorum ki; ne tür konusnunda ne de yurt
konusunda bir saflığım yok.
Yine
de şiirin çok özel bir çeşit özgürlüğü olduğunu düşünüyorum. Bir şeyi ta ki
söyleyene ya da onu kusursuz hale getirene kadar hemen hemen ne diyeceğinizi
bilmiyorsunuz. Sözdiziminde yüzde yüz
doğaçlama halinde olmak... İşte bu çok özel bir özgürlük biçimi. Öte yandan da
hem tehlikeli hem de güçlü. Böylesi bir
özgürlükle aptalca şeyler yazmak çok kolay. Sözdiziminin sonunda bir manaya
ulaştığınızda hala çok hareketli olduğu ortaya çıkacak. Şöyle diyebiliriz; sözdiziminde
bir şeyler söylemek için arayış, canlı varlık gibidir. Beş yüz sayfa bir
romanın böyle radikal bir metotla yazılabileceğini sanmıyorum.
EK : Şunu mu söylüyorsun; şiir içerik
arayışının olduğu bir biçimdir. Öte yandan romanı ele alırsak, içerik biçimden
önde yer almaya gereksinim duyar.
AN : Bu kadar uç noktada değil tabi.
Basitçe söylersem şiirle diğerleri arasındaki ana ayrımdır. Sonuçta yazmanın
özü ne düşündüğünü ya da duyumsadığını bilmektir. Dahası yazmak, belirli
düşünceleri ve görüşleri iletmektir. Ancak bu türden bir keşif, zamanın yüzde
yüzünün şiire harcanmasıyla olur. Oysa deneme ya da romanlarda olduğu gibi,
diğer tarzlarda araştırma aşaması vardır, tasarlama aşaması vardır. Bir kere
yazamaya başlarsınız ve bütün planlarınız değişir. İşte bu, bir roman planlama
hakkındaki en güzel şeyidir.
Planladığımın da olmayacağını bilirim ama yine de destek ya da iskelet
mahiyetinde o plana gereksinim duyarım. Bir tür yolculuk gibidir. Önünüzdeki
yolculuk hakkında fazlasıyla düşünmek, yapacağınız yolculuktan daha heyecanlıdır.
Elinizde gezeceğiniz yerlerin bir listesi vardır, yeni güzergahınızın daha ilk
saatinde bambaşka bir şey bulursunuz ve elinizdeki listedeki her yeri
kaçırırsınız. Ama yine de sizin bir planınız olduğu için oradasınızdır. O
gezinizde vardığınız ilk yer var ya; o bıraktığınız planın sayesindedir.
EK : Bir keresinde şöyle demiştin:
“Şiirin bir ana dili yoktur.” Buradaki söylediğin şey, şiirin bir üst dili
olduğu mu? Bu her türden sınırlamanın, sınıflandırmanın ötesinde bir şey.
AN : Hayır. Ben o kadar romantik olamam.
Şiir hala çeşitli filitrelere tabidir: kültürel, ideolojik, cinsiyete dayalı...
İfade etmeye çalıştığım şey; söylemeye çalıştığınızı nasıl söyleyebileceğinizi
algılamakla ilgili. Bu deneyim, pek çok yabancı dildeki konuşmalarda var.
Bunları ortaya çıkarmak şiirin hedefidir. Her bir sıfat çok ilginçtir, öyle
duyumsamalısınız ya da dilin melodisine dikkatinizi harcamalısınız. En küçük ve
en ilgisiz müzikal ayrıntılarıyla büyülenirsiniz. Dile dair bu tavrınızın
nedeninin; - sanılanın aksine - sizin patolojik bilinçaltınızın dilbilime dair
kuşkular içermesi olduğunu düşünüyorum. Bu da olasılık dahilinde, zira şiir ve
yabancı dil ortaklığı mevcut. Sonuç olarak, Conrad, Nabokov, Backett ya da
Charles Simic gibi yabancı dilde yazanların her seferinde yaptığı gibi, edebi
yazım eyleminin altında yatan, yalnızca süreci abartmaktır.
EK : Ya kısa öykü?
İspanyolca pek çok sayıda kısa öyküden oluşan seçkiniz var. Bu tarz size ne
veriyor?
AN : Aslına bakarsanız, çok heyecanlandığımı söylemeliyim. Ağustos ayında
İngiltere’de kısa öykülerimden
oluşan bir seçki basılacak. İngilizce
“The Things We Don’t Do” ( Las Cosas Que No Hacemos – Yapmayacağımız Şeyler)
adıyla. Kısa öyküler, yazmaya başladığımda üzerine çok sıkı çalıştığım bir
tarzdır. Kısmen Arjantinli bir yazar olarak kısa öyküye her zaman fazlaca saygın
bir yer ayırdım. Uzun öykü geleneğinden olmayan, Amerikan tarzı, kırk, elli,
atmış sayfalık şeyler. İlginç bir uzunluktalar çünkü daraltılmış novellalara
benziyor, daha doğrusu Latin Amerika’nın kısa, çok kısa geleneksel öykülerinden
bahsediyorum. Borges – ya da Cortazar –
uzunluğunda. Felisberto Hernández, Juan José Arreola, Virgilio Piñera, Augusto
Monterroso, tüm bu öykü anlatıcıları, bir öyküyü anlatmak için iki, üç ya da
dört sayfadan fazlasına gereksinim duymadı. Çalışırken kendinizi uzunluğu konusunda
kısıtlarsanız şiire benzer şeyler yapmak zorunda olursunuz, böylece kısa öyküyle
şiirsel üretimle öykü arasında bir tür sınır yapılabilir. Ben, şiirin
yeteneğiyle bir öyküyü anlatabilmek için ilgilendim ve bir öykünün yeteneğini
de dille olağanüstü bir şeyler yapabilmek için...
EN : Özellikle Latin
Amerika’nın edebiyat geleneğinde yer alan kısa öykü hakkında konuşuyorsun.
Şimdi, tanımlamalarından yola çıkarsak, bir yazar ve bir eleştirmen olarak, sık
sık İspanya ve Latin Amerika arasındaki sınırı işgal eden türden konuşmalar
yapıyorsun. İspanya’da yaşadın ve Arjantin’de doğdun. Latin Amerika’dan aldığın
bazı şeyler var, fiziki olarak yaşadığın İspanya’nın yazına katkı mahiyetinde
gerçekleşen şeyleri var. Bir yazar
olarak bunları sığındığın limanlar olarak tanımlamak ne derecede doğru kabul
edebileceğin duygular?
AN : Latin Amerika’da doğmak ve İspanya’ya taşınmakta olağanüstü bir şey yok.
Ama benim göçüm daha çocukken oldu. Böylece iki ayrı ulusal eğitim aldım ve
sonsuza kadar da ulusal aitliğimi yitirmeme yol açtı. Göç benim fikrim de
değildi. Ailemindi. Kocaman, asabi ve merkezi bir şehir olan Buenos Aires’ten,
İspanya’nın güneyinde küçük, sakin bir kasabaya taşındık. Doğal olanı, Buenos
Aires’ten Madrid’e göç etmekti ama yalnızca ülkemi değiştirmiş olmadım böylece
ritmim de değişti. Özellikle Granada’ya göç eden çok fazla Latin Amerikalı
yazar olduğunu sanmıyorum. Bunun manası şuydu; toplumsal kodlarımı yeniden
öğrendim ve üstüne kat ettiğim yolda ana dilimi yeniden öğrenmek zorunda
kaldım. Eğer yetişkinseniz ve aksanınız varsa yabancı bir tip olarak çekici ve
hatta seksi olabilirsiniz. Ama on iki yaşındaysanız bunları düşünmezsiniz.
Liseye gittiğinizde, bir yerlere ait olmaya çalışırsınız, ben hiçbir yere ait
değildim. Çok çabuk olarak, her zaman fark edilemeyecek Endülüs aksanını
geliştirdim. Çünkü ilk aylarımda “buen dia” diyordum ve herkes gülüyordu. Çünkü
o; “buenos dias”tı. Uds diyordum ama vosotoros demem gerekiyordu. Bir yabancı
olarak bakılırsa, basit bir cümle kuramıyordum.
Şimdi, İspanya’dan dışardayken açıkçası iki ayrı aksana sahip oldum. Hiçbir
çaba sarf etmeden Arjantin aksanıyla konuşabiliyorum ama öte yandan yirmi
yıldır da Granada’da yaşıyorum. Eşim İspanyol, annem İspanya’da öldü, bunların
benim için çok büyük anlamı var. Annem Arjantin’de doğmuştu İspanya’da öldü.
Hadi bakalım, gidip kendinize bir kıyı seçin. Seçemezsiniz. Tüm bu biyografik
olaylar coğrafyaya, öyküsünü anlattığınız mekana, karakterlerin kökenine doğru
bana yabancılaşma duygusu verdi. Ve yıllarca sonra, bu konular benim
yazdıklarımın merkezi olacaktı.
EN : Nasıl yani?
AN : Bazen romanlarımda, kahramanların nereli oldukları belli değildir ya da
sürekli olarak göç ederler. Memleketlerini yitirmiş karakterler değildir onlar;
ama okuyucu memleketin başlangıcı nedir bilmezler. Örneğin, Yalnız Konuşmalar’da baba ve oğlu,
birlikte bir yolculuk yapıyor. Bir kamyonun içindeler ve Latin Amerika ile
İspanya’yı buluşturan bir yol geçiyorlar. Geçmekte olan manzara bazen İspanya’nın
güneyi, derken aniden Patagonya sınırı oluyor ya da Meksika ile ABD arasındaki
sınır. Hem baba, hem de oğul, geçtikleri yerlerdeki gördükleri güzel manzarayı
çok iyi biliyorlar ama okuyucu “hangi lanet ülke burası” diye sık sık merak
ediyor.
Sanırım okuyucuyu var olduğunu umduğum, belki olmayan, belki de kayıp
yolları bulmaya zorladım. Oysa bulmaları olanaksızdı; benim düşlediğim yollardı
onlar. Aynı dille bölünmüş iki kıyıyı birleştiren yollar.
EK : Hayal edilen yerler
hakkında konuşmalar, daha doğrusu hasretini duyduğunuz halde dönemeyeceğiniz
yerler; Yalnız Konuşmalar’a
yönlendiriyor. Mario ile birlikte oldukları bir fotoğraf Elena’ya şöyle
düşündürüyor: “Bu aralar ilk zamanlarımızdaki
fotoğraflarımıza bakma ihtiyacı duyuyorum, gençliğimizi gizlice gözetler
gibi. İkimizin de mutlu, gelecekten endişesi olmayan hallerimize baktıkça
bazı gerçekleri tekrar keşfediyorum. Geçmişin benim icadım olmadığını da.
Zamanın bir yerinde biz oralardaydık. ” Bu bana hemencecik La
Grande Bellezza filmini düşündürtüyor. Filmin ana karakteri sık sık ilk aşkın
anısını sanki tek gerçekmiş gibi yeniden yaşar, yeniden ziyaret eder. İlk
romanın Bariloche’deki kızıl kafalı kızın işlevi de pastoral bir geçmişin
sonsuzluk simgesi gibi Demetrio ile
aynı.
AN : Gençken daha romantiktim. En felsefi anlamıyla romantik. Şu an en
önemlisinin ilk aşk olduğunu düşünmüyorum. Başlangıç gerçektir diye düşünmüyorum.
EK : İyi de ilginç olan
şey şu ki; bu insanların sık sık geri
döndükleri yer anıları. Doğru değil mi?
AN : Elbette, karakterlerimden bazıları buna inanıyor çünkü kültürel kodlarımız
özcül çapalardan imal edilmiştir. Belli ölçülerde belirliliğe gereksinim
duyarız ve o belirlilik bizim köklerimizde vardır. Hepimizin mitlere
gereksinimi vardır ama bunlar benim mitlerim değil artık. Şimdi daha çok
değişime inanıyorum. Ve Yalnız Konuşmalar’da
aslında Elena’nın farklı şeyler hakkında konuştuğunu düşünüyorum. Elena ilk
deneyimleri ya da kişiliğin kökleri hakkında konuşmuyor, esas konuştuğu;
belleğin ne olduğu ve belleğin şimdiyi nasıl yeniden inşa ettiğidir. Bu
öykücülüğün yansımasıdır çünkü bu resimler olmadan evliliğinden emin
olamayacak, belki bu adam asla olmamıştır, belki o hiç olmamıştır. Dilin nasıl
olduğunu göstermek için alıntıladığın bu pasaj, bu olaydaki görüntüsüyle, benim
için gerçeği nasıl tanımladığımızın bir teyididir.
EK : Doğru, çünkü Elena’nın
kendini, duygularını, deneyimlerini doğruladığı yerler öteki kişilerin
sözcükleri, kendi deneyimlerinde değil de öteki insanların metinlerinde...
Ölmekte olan kocasının bakımına daha çok dalmışken, daha bir delice okuyor, kendi
deneyimini tanımlayabilecek sözcükler bulamazken diğer insanların dilini
istimlak ediyor.
AN : İstimlak etme sözcüğünü sevdim. Çok uygun olduğunu düşünüyorum. Elena’nın
işi kitapların sözcüklerinin altını çizmek, o da mecburi bir altçizici. Bir öğretmen, o bir bakıcı,
çok şaşkın bir aşık, ama bütün bunlardan öte, onun bir altçizici olduğunu düşünüyorum. Tıpkı romanda bazı hususlarda
söylediği gibi; “Söylemeye çalıştığım bazı şeyleri bir kitap bana anlattığında,
sözcükleri kendime mal etme hakkımın olduğunu duyumsuyorum, sanki onlar önceden
benimmiş ve ben de geri almışım gibi.”
EK : Doğruladın.
AN : Evet. Elena’nın duyguları gerçek çünkü aynı şeyi duyumsamış başka biri
de var, bunlar serap değil. Biri ötekinin hala orada durduğuna emin olana Elena
için altını çizme, düşüncelerini kabul ettirmenin bir yolu. Sevişirken de aynı
şeyi yapıyor. Okuma ve seks: bunlar ölüme karşı onun iki silahı. Bunun için
Elena’yı suçlayamayız. Tahminimce daha iyisi de yok.
Elena, aşığıyla birlikte bu çok şaşkınca ilişkiye daldıkça, birbirlerinin hala
orada olup olmadığına emin olmak için karşılıklı taciz ettiklerini söylüyor. Ölüm
deneyimini paylaşıyorlar. Eğer sevdiğin birisi ölüyorsa bedeninin orada
gerçekten var olup olmadığına dair, anının gerçek olup olmadığına dair kuşkuya
düşüyorsun. Yaşamından önemli olan biri yok olacaksa, belleğin yanan sönen bir
ampulün ışığı gibi titremeye başlıyor. Bu nedenle Elena, hala aşığının
vücudunda canlılığını ispatlama ve ölenle ölünmediğini kanıtlama arayışında. Sahip
olduğu düşünceleri ve duyguları kanıtlamak için de kitapları kullanıyor. Uçup
gitmediler, hala birilerinin kitaplarında da duruyorlar.
Önceki söylediğine benzer şekilde, Elena fotoğrafları yeniden okuyor,
Mario’yu geri getirmek gayesiyle değil, belleğini yeniden eğitmek, belleğini
yeniden öykülemek gayesiyle. Tıpkı Elena’nın geçmişini yeniden okumasına
benziyor. Fakat o geçmiş anlamını her zaman değiştirir. Bu sebeple, benim
yeniden okumayı seçmem huzurlu bir geçmişe geri dönüşle alakalı değil. Çünkü
bir kitabı yeniden okurken yine aynı anlamı çıkaramazsın ve bir bellek her zaman aynı anlama sahip değildir. Bu
anlattıklarım başlangıçla ilgili. Herhangi bir yere dönüşle ilgili değil.
EK : Peki, Elena’nın
okuduğu o metinler nedir?
AN : Benim çok sevdiğim kitaplarımdan Elena tarafından alıntı yapılıyor.
Elbette tüm kitaplarımdan değil. Seçtiklerim yalnızca yitirdiklerimizle ilgili
olanlardır. Alıntılar bir hastalıkla da ilgili değildir, bir hastabakıcının
yitirdikleriyle ilgili bir kitaptır. Ya da dahası, hastalığın özel bir parçası
da olan, başka birinin hastalığıyla ilgilenen spesifik ve kandırmacalı bir
kitapla ilgili... Bu nedenle hastalanmış bir karakter olarak Mario’dan daha çok
bir hastabakıcı olan Elena ile daha fazla ilgilendim. Yaşamadan zevk almak için,
birisinin sahip olduğu hakkın çok dolambaçlı keşfiyle ve üzüntü ve aşamalarının
süreciyle daha fazla ilgilendim. Mario’nun dediği gibi; “yaşamdan zevk almak
çok zor bir iştir.” Bu, asla gerçekten ustalık seviyesine gelemeyeceğiniz bir
sanat türü.
EK : Ve Elena’nın
günlüğü ona ait olmayan, dışarıdan sesler tarafından ele geçirilmiş olur. Yakınındaki
Mario’nun ölümünü alır günlüğe. Daha zor olanı da bunun Elena’nın kendi
yaşamında bulduğu bir şey, bir eğlence olması. Belki bir boşalmadır (katarsis).
AN : Kesinlikle. Yaşam daha suskun hale geliyor, sahip olacağı daha çok sözcüğe
gereksinim duyuyor. Sonuçta başkalarının sözcüklerinin yardımıyla olsa bile bu kendi kendine baskı ve dışarıya anlatma
gereksinimi arasında dengenin yansımasıdır. Ve Elena’nın günlüğüne aktaramadığım, uygun olmayan pek çok yazar vardı.
Gerçekte, neredeyse hiç şiir alıntısı yok.
EK : Neden?
AN : Çünkü makul olduğunu düşünmedim. Eğer Elena öykü ve denemeler okursa bunun
daha etkili olacağını düşündüm. Bu sebeple de tüm şiirlerim dışarıda kaldı; Rilke,
Cesar Vallejo, Wislawa Szymborska... Fakat şimdi düşündüm de; Traveler of the
Century şiir çevirisi hakkında çok fazla şey söyleyen bir kitaptı. Şiir çevirisi yapan iki kişi arasındaki
bir aşk öyküsü. Öykü üzerine odaklanmak daha adildi.
Traveler of the Century şiirde çeviri üzerine odaklanan bir
aşk öyküsüdür, pek çok şey arasında sanırım söyleyeceğim budur. Yalnız Konuşmalar öykü okuması
üzerine odaklanan üzücü bir anlatım.
Hepsi bu...
Yazar ile yapılan bu röportaj The American Reader'da yayınlanmıştır. Çeviri KitapSevenlerle tarafından yapılmıştır.