Babası sofu bir Hristiyan olan Kierkegaard’ın dolaştığı düşler alemi ve
sahip olduğu diyalektik onu melankoliye sürükler ama ahlak üzerine düşünmesinin
temel nedeni ya da şöyle söylemek gerekir; asıl melankoliye hapsolmasının
açıklaması, o sofu, kuralcı ve baskın adamın (babasının) annesiyle olan sorunlu
ilişkisidir. Daha iyi bir anlatımla söylersek; dindar ve ahlaklı baba, katı
kaidelerini kendi yaşamında tam anlamıyla uygulayamamış, “nefsine hakim
olamayıp” evdeki hizmetçi ile evlilik dışı ilişkiye girmiştir. İşte yaşam aslında bu
kadar “gerçekçidir.” Kierkegaard deli sorularla karşı karşıyadır gayri: Din
nedir, dindar kimdir, ahlak nedir, ahlaklı kimdir? Babası iyi bir adam mıdır? Günahkar
mıdır?
Sanırım bunları feylesof olmadan da çözebilirdi Kierkegaard. Ama feylesof
olmak zorunda kaldı. Çünkü babasından da kalan çelişki mirası kendini başka,
“tuhaf” bir ilişkiye sokmuştu. Regina... “Senin için bir kitap yazacağım,” diye
yola çıkan aşıkın, bir süre sonra, “nişanlandım ben,” diye maşuktan haber alması her ne kadar “sade
ve sıradan” bir aşk öyküsü gibi görünse de zekanın parlattığı bir adamı
feylesof yapacaktır.
Babası ile Regina bir araya gelip, -bu ikisi ailede
yaşanan erken ölümlerden bile etkildirler- Kierkegaard’ı yaratmış olmaktadır.
Buraya kadar tamam mı? Bu öyküyle baktığımızda şu fikri kabullenmemiz ne
kolay; Kierkegaard için nesnel doğruluk, akılcılık Regina’sının ya da
ebeveynlerinin yarattığı travmayı sağaltacak, tatmin edecek, onları
açıklayabilecek görüşler olmaktan çıkmıştır. Kierkegaard her ne kadar erkenden ölse
de, zeka varsılı bir adam olarak o kadarcık yaşamak için bile daha bireyci bir
felsefi görüşe gereksinimi vardır: Her bir birey kendi hayat yolunu kendi seçip
takip etmelidir. Tıpkı babasının ve annesinin ve Regina'nın ve nihayet kendisinin yaptığı gibi... Böylece
Kierkegaard özgürleşecektir. Tek çıkar yolu budur.
Ne demek istediğimi basite indirgeyerek berbat etmek istiyorum şimdi.
Kierkegaard’ın ebeveynleri ve Regina ile olan sorunlu ilişkisi bizi sarih ve
sahih bir gerçeğe götürüyor. Feylesof oldu, zeki bir adamın başka çıkışı
yoktur. Yazdı, kusması gerekiyordu. Mahlaslarla yazdığını ve kendi kendiyle
kavga ettiğini biliyoruz. Kendini sözcüklerin içine sakladı. Yazdığı gibi; “bir
yazarın ruhu üslubuna girmelidir.” Anlattığımız bir yaşam öyküsüdür. “Mükemmel
aşk, insanın mutsuz edecek kişiyi sevmesidir,” diyen bir zeki adamın öyküsü...
Buraya kadar meramımızı anlatabilmişsek son darbeyi indirmenin zamanı.
Okuyucu
uyanık olsun! Kitapların içinde yazılanlar, görüşler, kurgular okuyucuya
kurulan tuzaklardır. Yazarın kendi yaşam öyküsüne bakın. Gerçek oradadır. Ne kusuyor? bu bizi oyalamasın. Yazar
aslında ruhunu özgürleştirmenin peşindedir. Yazarak kusar ve rahatlar. Okuyucu ilk feylesofundan
varoluşçuluk dersi aldığını sanadursun, o okunan kitap çoktan Kierkegaard’ın
terapi aracı olmuştur. Kusunca kim rahatlamaz?
Tatmin olunmadıysa başka bir örneklemeyle yazımızı berbat etmeyi
sürdürelim.
Yıl 1774. Tarihin tam o yerinde Almanya’da intihar salgını başlar.
Sokaklarda mavi fraklar, sarı yelek ve pantolonlarla dolaşanların sayısı artar.
Nedeni Goethe’dir. Genç Werther’in Acıları yalnızca Almanya’da değil, salgın
halde İngiltere, Fransa gibi pek çok ülkede okunmaktadır ve insancıklar kitapta
yaratılan kurguyla öteki dünya seferlerine katılmaktan bile imtina etmezler.
Okuyucu kitaba gömülmüş, uyumaktadır. Yazarın kustuğunun ayrımına kimse varmaz. Biz izah edelim.
Yılları geriye sarıyoruz. 1772-1774 arasına, Goethe’nin yaşamına dönelim.
Deneyelim: Okuyucuya kitaba değil, yazara da bir bak kardeşim demeye gidelim. Bu
tarihlerde Goethe önce nişanlı bir kadına tutulur, kadın başkasıyla (Goethe'nin de arkadaşıdır aslında) evlendiğinde yüzükleri
gönderen Goethe’dir. Tanrım! Werther bile bu kadarını yapmamıştır. Goethe bey,
derken on altı yaşında bir kadına – Brentanolar’ın anneleri- abayı yakar; ama o
da Goethe ile değil yine bir başkasıyla evlenecektir. Dikkat; Genç Werther’in Acıları’nı
anlatmıyoruz. Yazdığımız Goethe’nin özyaşamıdır. Bu tarihlerde bir de yakın
arkadaşının bir evli kadına tutulup intihar etmesi hadisesi var ki; kendi
yaşadıkları mı yoksa bu duyduğu haber mi daha kötüdür karar veremez.
Genç Werther’in Acıları kitabını okuyanlar, olay örgüsünün Goethe’nin
yaşadıklarıyla tam anlamıyla örtüştüğünü bilecektir. Goethe hayranları bu
ortaklaşalıkları kabul etmekle birlikte, bağlantının yetersiz olduğunu ve kitapta
baştan sona sağlam bir kurgunun yazarın yeteneği olarak öne çıktığını
söylemektedirler. Söylesinler... İyi de ederler. Bizim derdimiz de zaten okuru
kitaba değil yazara bakmaya kışkırtmak değil miydi? Yazara bakmayı sürdürelim ve yaşamıyla yazdığı arasındaki illiyeti pekiştirmeyi sürdürelim.
Goethe’nin arkadaşının nişanlısına aşık olması ve onun yarattığı travma ile suçluluk duygusunu kolay aşması mümkün değildi. 18'nci yüzyıldan söz ettiğimiz unutulmamalı. Özgürleşmesi gerekiyordu. Zehirlenmişti. O da
kustu. Kitap tam da budur.
Bu öyküdeki üç temel karakter üzerinden gidersek okuyucu-yazar-olay örgüsündeki meramımızı daha iyi anlatmış olacağız; (1) Lotte aşık olunacak, güzel,
alçakgönüllü, özverili kadın... “İyi” bir insan. O kadar iyi ki; kendisine
annesinin bulduğu, bulduğuna da emanet ettiği nişanlısı sevgili Albert’i de, baloya giderken
tanıştırılan Werther’i de kırmaktan çok çekinmektedir. (2) Albert kim? Lotte’nin
tariflediği sözlerle açıklamakta yarar var: “Albert iyi bir insan, onunla
nişanlı sayılırım.” (3) Ve elbette bu öykünün en mağduru, - nitekim intihar edenden
daha mağduru olur mu?- iyilerin iyisi, aşık Werther. Öyküde herkes iyi de,
çekilen derin acılar ve ölüm var. İşte bu kötü. Bunun sorumluluğu birinin
üzerine yıkmalı. Yazar, Goethe, bunu yapmaya çalışıyor. Okuyucuyu yanına alıp Goethe'yi, -affınıza sığınıyorum Werther'i- aklayıp, masum kılıp, kutsayıp özgürleşecek. Yüklerinden kurtulması, kusması gerekiyor.
Tekraren... Goethe’nin ne yapmak istediğini anladık mı? “Sağlam kurgunun”
şapşik okuyucuyu nereye doğru çektiğini peki? Kanımız o ki; kitabı okumalısınız. Hatta
kitaba, kurguya değil de Goethe’ye odaklanmak için bir de Thomas Mann’in Lotte
Weimar’da kitabını okumak şiddetle önerilir. Venedik’te Ölüm’ün yazarı. Goethe
hayranı... İyice aydınlanmak için çok iyi bir yol olurdu. Thomas Mann'in sözcüklerini de yukarıdaki koşullarla okumak kaydı şartıyla elbette. Demem o ki; burada da kitaba değil Thomas Mann’e ve Goethe'ye hayranlığına
dikkat edin. Sarmalı bilerek seçtik.
Aklınızın yeterince karışmadığını düşünerek son pisliğimizi de yapalım.
Yukarıda yazdıklarımızı sizin için çöpe atabiliriz, hazırlanın. Kimsenin, hiçbir okurun öyle uzun uzadıya yazarı
düşünmesine gerek yoktur. Şimdiye kadar yazdığımız saçmalık. Sanatçılar ya da yazarlarıyla yaratıları arasındaki
bağ, bağlantı okuru asla ilgilendirmez. Tıpkı filmin senaristinin, yönetmeninin
yaşamının filmi izlerken bir karede bile aklımıza gelmemesi gibi. Okur, yazara
kanmak için kitap almaktadır. Yaşamından ona ne ki? Böyle bir düşüncenin çok
revaç bulduğunu söyleyebilirim. Kurguda yuvarlanıp durun siz. Gerisi akademisyenlerin işi.
Daha da kafa karıştırmak için Sartre ile Beauvoir’in yaşamları ve
kitaplarına vurgu yapıp “Özgürlük Aşıkları’nı” anlatacaktım ama bir daha ki
sefere..
Prof. Dr. Bernhard Albert
Bauhaus – National University of Singapore
Çev: Kitapsevenlerle
Not: Society for Tal Ha
dergisinde yayınlanmıştır.