bir vapur gelip alsın istedim
beni. son kez onu ve son kez vapuru görecektim.
ışınkılıç’tan bir sabah vardı
sefer, bir de akşam üstü. durum o ki; ya sabah veda edecektim ya da akşam. önemli
değil ki; hangi vakit olursa olsun fark etmez, veda edecektim. onu gözlerinden
öpecektim, izin verirse. arkasında ihtiyar bir konak, üstünde yazdan kalma bir
güneşle bırakıp koşar adımlarla iskeleye yürüyecektim. böylece sağ ayağımı
sürüklediğimi fark etmeyecekti.
aradım. masum bir görüşme oldu.
sözcükleri hangi cümlelerin içine yerleştirmemiz gerektiği sanki önceden
söylenmişti. başı, sonu belli bir konuşma oldu. biz değil, başka bir kadınla başka
bir erkek, başka bir kasabada, başka bir zamanda ayrılığa gitmek için ifadeler
seçseler, işte tam da bunları seçerlerdi. bizimkinin bize dair bir yanı yoktu.
son görüşmemizin de herkesinki
kadar sıradan olmasını istemedim. oysa, ayrıcalıksız, şatafatsız, alelusul bir
son, gelişigüzel bir veda daha az can yakabilirdi.
iki poğaça aldım, birisinin
içinde göstermelik zeytinleri olan. severdi. iki çay söyledim, sandalyeleri
altımıza çekmeden önce, açık çayı da severdi. iki kere baktım gözlerine,
gözlerinde kalmamı severdi.
poşeti masaya bıraktı, hemen
önüne. eliyle itekledi bana doğru. masa örtüsü toplandı ucundan, düzeltti.
kucağıma aldım, ağzını açtım, içine şöyle göz ucuyla bir baktım. açıp bakmadan
envanterini çıkarabilirdim. ne vermiştim ki bugüne kadar? yüklüce bir aşk,
uykusuz bırakacak kadar acı, en mutlu olmamız gereken anda dahi üstümüzde
dolaşan hüzün... poşetin içinde başka ne olacaktı ki; ben ona güneşi yakalayıp
veremedim, rüzgarla doldurmadım ağzını burnunu, saçlarına sigara dumanı sinmedi
benimle. üç beş yaprak, bir iki kozalak, kurutulmuş çiçek ve en büyük
çılgınlığımız: sertensel olterbeanteni’in kış uykusu kitabının kapağı. birlikte
yırtıp çaldık mantentale’de...
vapur görünür görünmez balıkçı
tekneleri kaçtı iskeleden. ihtiyarlar oltalarını topladılar hazırlık için. yere
serilmiş malzemeleri arasına birer tabure koyup sohbete başladılar. bizim,
çaylar gelince bile başlayamayan sohbetsizliğimiz de üzerine eklenecek olsaydı,
bu yeryüzünde yapılacak 23.987.459.982.124.346.435.987.436,17’nci sohbet
olurdu. virgülden sonraki 17 felç geçiren savarstanley beyin yarıma bile
erişemeyen sözcüklerinin ilavesiyle bulunmuştur. ben eski yunan’da bulutlar
tanrısıyken kattırdım sohbetler hesabının içine. virgül olsun istedim. hassas
olsun istedim. hesaplar hassas olmalı! sohbet hesapları kılı kırk yararak
çıkarılır. bulutlar tanrısıyken ben koydum kuralı.
vapuru görünce ayağa kalktım.
ayağa kalkınca o da ayağa kalktı. o da ayağa kalkınca bir martı konmuştu ayak
yolu üstündeki ceviz ağacının çıplak dallarına, çığlık attı. martının çığlığı
kediyi korkuttu. ben elini tuttum. ve ona ne kadar sevdiğimi söylemedim. içimde
tuttum.
gözlerinden öpmek için atıldım,
elimi bırakıp beni kendinden uzaklaştırdı. onun içinde tuttuklarını söylemesini
ister miydim? hayır! gözlerinden öpecektim yalnızca.
maltrantesten tarafındaki yoldan
bir kemancı peyda oldu. anlaştığımız gibi çalıyordu konçertoyu. pyotr İlyiç,
bir sabah, rengarenk koruda yazmış bunu. severdi. duyunca dönüp arkasından,
maltrantesten’den gelen yolda çalarak yürüyen küçük kemancıya baktı. ilk teklif
ettiğimde evlenseydik bunun yaşında bir kızımız olabilirdi. ya da oğlumuz... pyotr
İlyiç kadar evliliğe düşmandı. istemedi. ve evlenseydi benimle; henüz ilk
gecede bile tiksindiğini söyleyecekti benden bana.
makası aldım poşetin içinden. bir
doğum gününde ve ben çok parasızken götürmüştüm. onun evine doğru yürüyordum,
kıştı. karın üstüne çöp kutusundan düşen parçalardan biri de bu makastı. gazete
kağıdına sarıp uzatmıştım, hediye olarak.
saçını tuttum, anladı,
kıpırdamadı. bir parça kestim, artık benim olan poşetimin içine attım saçlarını.
saçları renksizdi. belki de onun için gözlerinden öptürmedi. döndü ve kemancı çocuğa
doğru yürüdü. döndüm ve vapura doğru koşmaya başladım. sağ ayağımı
sürükleyerek... vapur ışınkılıç iskelesinden halat çözdü. ben hala koşmaya
çalışıyordum, sağ ayağımı sürükleyerek. kemancı sustu. anladım ki beni merak
ediyor. anladım ki içinde yetişebileceğime dair bir umut var. iskeledeki ihtiyarlar,
çımacı ve saçından parça aldığım kadın... birlikte ve tüm ışınkılıç sustu.
vapur bir insan boyu iskeleden
uzaklaştı. ben bir insan boyu kadar vapura yaklaştım ve atladım. balıkçı
teknesindeki kadının ağlayarak bağırması kaldı kulağımda. bulutların tanrısı
sesi yuttu.
mustafa doğan
kış 1978 - maltrantesten