Bir gün davetli olduğum yemekte roman
kahramanlarımdan biri nedeniyle sorguya çekildim. İnsan ruhunun en aşağılık
yönüyle kuvvetlendirilmiş bir kişilik, dolandırıcılıkla iştigal eden romanın sayın
kahramanı, beni sorguya çeken eski bir arkadaşımla hemşehriydi. Ve olabildiğine
nazikçe, hırçınlığa kaçmadan yapılan uyarıyı masada beylik laflarla
savuşturdum. Yemeklerde o roman kahramanımın üzerinden sorgu adet oldu. İkinci
kez çağrıldığım yemeğe katılan ve aynı kahramanın başka bir hemşehrisi olan
arkadaş önceki kadar nazik davran(a)madı. Herkesin asabını bozacak kadar
ilerletti benim sorgumu. Kendi kasabalarının insanın ne kadar namuslu, dürüst
insanlar olduğunu kanıtlamasına izin verip rahatlatabilirdim zat-ı alilerini.
Ama benim de itliğim üzerimdeydi, yapmadım.
Muhtemelen her iki sorgucum da, romanda
onlarla hemşehri yaptığım kurgu karakterin varlığını çocukluk hatıralarına,
ailelerine küfür kabul etmişlerdi. Dahası, ahir ömürlerinde bir gün, hemen
hemen hepsi dürüst ve namuslu insanlardan oluşan kasabalarına dönüp orada
yaşayacaklardı. Ve elbette yarattığım kötü karakterden hiç nasiplenmemiş,
muhteşem insanların yaşadığı beş on bin kişilik kasabada huzur içinde öleceklerdi.
Benim kurgum onların hayallerine de küfür niteliği taşıyordu.
Bu hikayeyi niye yazdım? Ana gerekçeme
dalmadan önce tali bir iki haince tasarım hakkında bilgilendireyim istedim.
Çocukluğu köy ya da kasabalardan birinde geçmiş, büyük şehirlere tutsak orta ya
da yaşlı kuşak, içine düştüğü hengamenin yorgunluğu, bitkinliği ve nefretiyle
hep aynı cehennemden kaçış hayaline esir düşer. Dönecektir, mutlaka... Dönecek
ve çocukluğunun o saf, sorumsuz, sıkıntısız günleri göçünü yükleyip vardığı
kasabasında onu, yoluna da halı sermiş bir vaziyette karşılayacaktır. İlkokul
aşkı hala aynı çeperin arkasında marul toplamaktadır. Sosyal bilgiler
öğretmenine rahmetli annesinin yerine bir helke yoğurtla bu defa kendisi
gidecektir. Kasaba hayali, bir iksir kadar güçlü olduğundan hücrelerini
yenileye yenileye, Benjamin Button gibi küçülerek o eski nirvana anına
ulaşacaktır dönüşçü.
Büyük şehir cehenneminde, kurulu dünya
düzenine ne kadar çok ayak uydurmuş, ne kadar çok yorulmuşsa varışa dair özlem
o denli büyük olmaktadır. Ya da şehir denilen cehennem ne denli onu
yabancılaştırıp dışarıda bırakmışsa işte o kadar eski kasabasının özlemi büyük
olacaktır. Dolandırıcı, sadakatsiz, üçkağıtçı roman kahramanım işte o özleme de
ateş edip öldüren bir mermi gibidir. NOKTA! ne kadar çamur bir adam olduğumu
yeterince sarih anlattım sanırım.
Bu anlattığım, birazı nostaljik, birazı
romantik, çoğu hayal olan tasarımın yalnızca bize, bu topraklara özgü olduğunu
düşünmüş olabilirsiniz. Açıkçası, yurttaşlık bağıyla tutsak alındığım bu ülke
dışında hiçbir yerde bu yarı nostaljik, biraz romantik, çokça hayal mahsulü
düşün var olup olmadığını öğrenebilecek kadar uzun yaşamadım. Kasabasına dönme
düşü gören büyük şehir yorgunlarıyla ülkem dışında bir yerde hiç tanışamadım. Görmeyince,
bilmeyince de ‘bize özgü’ deyip geçiveriyor insan. Değilmiş... İmdi ana konu:
Film!
Saygın Vatandaş, yukarıda anlattığım geri dönüş
nostaljisinin yalnızca bize özgülenmiş olmadığını, tersine tam da ‘insanca’ ve
kültür ve tarih dokusu olan her toprağa ait bir hal olduğunu anlatıyor. Özü bu!
Film hikayeye dönüş düşü kurulan kasabaların tam karşıtı bir noktadan başlıyor.
Aristokrasinin en başat örneği denilebilir mi ya da burjuvazi tanımı için
birebir misal seçilebilir mi bilemiyorum, -zira benim de epey yabancısı olduğum
bir dünya- Nobel edebiyat töreniyle açılış yapıyor. Filmin kahramanı kasabasına
dönmeden önce tam da karşıtı olan bir yerde, smokinli beylerin, cafcaflı
elbiseli kadınların ortasında, üstelik Nobel’i de küçümseyerek ödül alıyor. Daha
ne olsun! Nobel edebiyat ödülü veren kral, kraliçe ve smokinli davetli grubuna
dönüp fırça atabilecek ‘seviyeye’ çıkmış bir entelektüelin kasabasına dönüşü,
konu vurgusu açısından mükemmel olmuş. Filme ilk övgümü koyayım buraya.
Bundan sonraki kısımda hikayeyi paylaşmam
gerekiyor ama yapmayacağım. Kasabanın eski çocuğu, Nobel edebiyat ödüllü
birader, BBC’den gelen röportaj isteğini geri çevirmişken itfaiye aracının
üstünde kasabalıya el sallıyor. İstanbul dahil, Dünya’nın dört bir yanından
elit söyleşilere dirsek gösterip kasabasında ego tatmini için uğraşan birkaç
‘cahille’ uğraşmayı yeğliyor... Kırk yıl dönmediği ama kırk yıldır hikayelerine
mesnet oluşturan kasabada kendini yenilemeye çalışırken Nobel edebiyat ödüllü
olunsa bile ‘insan’ olduğunu ve giydirilmiş kimliğin içinin ne denli boş
kaldığını keşfe çıkıyor. Ne ki; o geri dönüş düşü, o eski çocukluk mekanı, o
asıl ‘insanı’ bulma gayreti de haşiv, anlamsız, beyhude kalıyor. Ben de ithaf
edilen bir roman arka sayfasında okuduğum satırlarla çözüyorum her şeyi. Mealen
alıntılıyorum; “Üstüne yağmur boşalırken sığınılabilecek bir saçağın altı kadar korunaklı duyumsanılabilecek,”
bir yer arıyor aslında kahraman. Boşu boşuna... Çünkü büyüdükçe o korunaklı
yerleri yitirdiğimizin ve asla yeniden bulamayacağımızın ayırdında değil.
Filmdeki Oscar Martinez denilen arkadaş,
beni kışkırtan ve filmi gerçekçi görmemi sağlayan çok ama çok başarılı bir
performans gösteriyor. Nobel’i alırken de inandım ona itfaiye aracının üstünde de... Korkudan kaçarken de
çok gerçekçiydi korkusuzca söyleşiyi basanlara cevap verirken de... Şu oyuncu
seçimi işine ‘cast’ deniyordu galiba, değil mi? Daniel Mantovani’yi karşılayan
şişko şoförden, eski sevgilinin ‘kasabalı’ eşine kadar her karakter ayrı ayrı
takdire şayan bir seçimle filme çağrılmış. Az görünmelerine rağmen iki film oyuncusuna
ayrıca takdir sunmak istedim. Birincisi, resim yarışmasında jürideki gözlüklü
kadın. Kusura bakmasın, adını not edemedim. Ötekisi Belen Chavanne... Julia
karakterinin inandırıcı olabilmesi için çok gayret gerekir gibi görünüyor ama o
hiç uğraşmadan inandırıcı olmayı başarıveriyor. Koskoca Nobel edebiyat ödüllü
adamı yatağa atışını hiç yadırgatmadı. En azından ben çok doğal buldum.
Sonuç: Orta yaş ve üstü, Amerikan filmlerinden
sıkılmış, azıcık da iyi film meraklısı kitleyi filmi izlemeye davet edebilirim.
Çocukluğu kasabalarda geçmiş, büyük şehre tutsak olmuş, okuyan, yazan, düşünen
kitle içinse izlenme mecburiyeti var. İngilizce adıyla The Distinguished
Citizen ya da orijinaliyle “El Ciudadano Ilustre” benim on üzerinden sekiz
verebilecek kadar şımarabileceğim güzellikte.
Mustafa Doğan
Nisan 2017 - Beyoğlu