15 Ocak 2018 Pazartesi

Saygın Vatandaş Adında Şahane Bir Film

Bir gün davetli olduğum yemekte roman kahramanlarımdan biri nedeniyle sorguya çekildim. İnsan ruhunun en aşağılık yönüyle kuvvetlendirilmiş bir kişilik, dolandırıcılıkla iştigal eden romanın sayın kahramanı, beni sorguya çeken eski bir arkadaşımla hemşehriydi. Ve olabildiğine nazikçe, hırçınlığa kaçmadan yapılan uyarıyı masada beylik laflarla savuşturdum. Yemeklerde o roman kahramanımın üzerinden sorgu adet oldu. İkinci kez çağrıldığım yemeğe katılan ve aynı kahramanın başka bir hemşehrisi olan arkadaş önceki kadar nazik davran(a)madı. Herkesin asabını bozacak kadar ilerletti benim sorgumu. Kendi kasabalarının insanın ne kadar namuslu, dürüst insanlar olduğunu kanıtlamasına izin verip rahatlatabilirdim zat-ı alilerini. Ama benim de itliğim üzerimdeydi, yapmadım.

Muhtemelen her iki sorgucum da, romanda onlarla hemşehri yaptığım kurgu karakterin varlığını çocukluk hatıralarına, ailelerine küfür kabul etmişlerdi. Dahası, ahir ömürlerinde bir gün, hemen hemen hepsi dürüst ve namuslu insanlardan oluşan kasabalarına dönüp orada yaşayacaklardı. Ve elbette yarattığım kötü karakterden hiç nasiplenmemiş, muhteşem insanların yaşadığı beş on bin kişilik kasabada huzur içinde öleceklerdi. Benim kurgum onların hayallerine de küfür niteliği taşıyordu.


Bu hikayeyi niye yazdım? Ana gerekçeme dalmadan önce tali bir iki haince tasarım hakkında bilgilendireyim istedim. Çocukluğu köy ya da kasabalardan birinde geçmiş, büyük şehirlere tutsak orta ya da yaşlı kuşak, içine düştüğü hengamenin yorgunluğu, bitkinliği ve nefretiyle hep aynı cehennemden kaçış hayaline esir düşer. Dönecektir, mutlaka... Dönecek ve çocukluğunun o saf, sorumsuz, sıkıntısız günleri göçünü yükleyip vardığı kasabasında onu, yoluna da halı sermiş bir vaziyette karşılayacaktır. İlkokul aşkı hala aynı çeperin arkasında marul toplamaktadır. Sosyal bilgiler öğretmenine rahmetli annesinin yerine bir helke yoğurtla bu defa kendisi gidecektir. Kasaba hayali, bir iksir kadar güçlü olduğundan hücrelerini yenileye yenileye, Benjamin Button gibi küçülerek o eski nirvana anına ulaşacaktır dönüşçü.


Büyük şehir cehenneminde, kurulu dünya düzenine ne kadar çok ayak uydurmuş, ne kadar çok yorulmuşsa varışa dair özlem o denli büyük olmaktadır. Ya da şehir denilen cehennem ne denli onu yabancılaştırıp dışarıda bırakmışsa işte o kadar eski kasabasının özlemi büyük olacaktır. Dolandırıcı, sadakatsiz, üçkağıtçı roman kahramanım işte o özleme de ateş edip öldüren bir mermi gibidir. NOKTA! ne kadar çamur bir adam olduğumu yeterince sarih anlattım sanırım.
Bu anlattığım, birazı nostaljik, birazı romantik, çoğu hayal olan tasarımın yalnızca bize, bu topraklara özgü olduğunu düşünmüş olabilirsiniz. Açıkçası, yurttaşlık bağıyla tutsak alındığım bu ülke dışında hiçbir yerde bu yarı nostaljik, biraz romantik, çokça hayal mahsulü düşün var olup olmadığını öğrenebilecek kadar uzun yaşamadım. Kasabasına dönme düşü gören büyük şehir yorgunlarıyla ülkem dışında bir yerde hiç tanışamadım. Görmeyince, bilmeyince de ‘bize özgü’ deyip geçiveriyor insan. Değilmiş... İmdi ana konu: Film!
Saygın Vatandaş, yukarıda anlattığım geri dönüş nostaljisinin yalnızca bize özgülenmiş olmadığını, tersine tam da ‘insanca’ ve kültür ve tarih dokusu olan her toprağa ait bir hal olduğunu anlatıyor. Özü bu! Film hikayeye dönüş düşü kurulan kasabaların tam karşıtı bir noktadan başlıyor. Aristokrasinin en başat örneği denilebilir mi ya da burjuvazi tanımı için birebir misal seçilebilir mi bilemiyorum, -zira benim de epey yabancısı olduğum bir dünya- Nobel edebiyat töreniyle açılış yapıyor. Filmin kahramanı kasabasına dönmeden önce tam da karşıtı olan bir yerde, smokinli beylerin, cafcaflı elbiseli kadınların ortasında, üstelik Nobel’i de küçümseyerek ödül alıyor. Daha ne olsun! Nobel edebiyat ödülü veren kral, kraliçe ve smokinli davetli grubuna dönüp fırça atabilecek ‘seviyeye’ çıkmış bir entelektüelin kasabasına dönüşü, konu vurgusu açısından mükemmel olmuş. Filme ilk övgümü koyayım buraya.


Bundan sonraki kısımda hikayeyi paylaşmam gerekiyor ama yapmayacağım. Kasabanın eski çocuğu, Nobel edebiyat ödüllü birader, BBC’den gelen röportaj isteğini geri çevirmişken itfaiye aracının üstünde kasabalıya el sallıyor. İstanbul dahil, Dünya’nın dört bir yanından elit söyleşilere dirsek gösterip kasabasında ego tatmini için uğraşan birkaç ‘cahille’ uğraşmayı yeğliyor... Kırk yıl dönmediği ama kırk yıldır hikayelerine mesnet oluşturan kasabada kendini yenilemeye çalışırken Nobel edebiyat ödüllü olunsa bile ‘insan’ olduğunu ve giydirilmiş kimliğin içinin ne denli boş kaldığını keşfe çıkıyor. Ne ki; o geri dönüş düşü, o eski çocukluk mekanı, o asıl ‘insanı’ bulma gayreti de haşiv, anlamsız, beyhude kalıyor. Ben de ithaf edilen bir roman arka sayfasında okuduğum satırlarla çözüyorum her şeyi. Mealen alıntılıyorum; “Üstüne yağmur boşalırken sığınılabilecek  bir saçağın altı kadar korunaklı duyumsanılabilecek,” bir yer arıyor aslında kahraman. Boşu boşuna... Çünkü büyüdükçe o korunaklı yerleri yitirdiğimizin ve asla yeniden bulamayacağımızın ayırdında değil.
Filmdeki Oscar Martinez denilen arkadaş, beni kışkırtan ve filmi gerçekçi görmemi sağlayan çok ama çok başarılı bir performans gösteriyor. Nobel’i alırken de inandım ona itfaiye  aracının üstünde de... Korkudan kaçarken de çok gerçekçiydi korkusuzca söyleşiyi basanlara cevap verirken de... Şu oyuncu seçimi işine ‘cast’ deniyordu galiba, değil mi? Daniel Mantovani’yi karşılayan şişko şoförden, eski sevgilinin ‘kasabalı’ eşine kadar her karakter ayrı ayrı takdire şayan bir seçimle filme çağrılmış. Az görünmelerine rağmen iki film oyuncusuna ayrıca takdir sunmak istedim. Birincisi, resim yarışmasında jürideki gözlüklü kadın. Kusura bakmasın, adını not edemedim. Ötekisi Belen Chavanne... Julia karakterinin inandırıcı olabilmesi için çok gayret gerekir gibi görünüyor ama o hiç uğraşmadan inandırıcı olmayı başarıveriyor. Koskoca Nobel edebiyat ödüllü adamı yatağa atışını hiç yadırgatmadı. En azından ben çok doğal buldum.
Sonuç: Orta yaş ve üstü, Amerikan filmlerinden sıkılmış, azıcık da iyi film meraklısı kitleyi filmi izlemeye davet edebilirim. Çocukluğu kasabalarda geçmiş, büyük şehre tutsak olmuş, okuyan, yazan, düşünen kitle içinse izlenme mecburiyeti var. İngilizce adıyla The Distinguished Citizen ya da orijinaliyle “El Ciudadano Ilustre” benim on üzerinden sekiz verebilecek kadar şımarabileceğim güzellikte.

Mustafa Doğan
Nisan 2017 - Beyoğlu