10 Ocak 2016 Pazar

Yeni Bir Dergi: 221B




Kızım,  Morgue Sokağı Cinayetleri kitabını bana yeni okutabildi. Polisiyenin ilk atası o öykü diyorlardı ve ben ısrarla Edgar Allan Poe adına karşın kitaptan uzak durmuştum. Nihayet geçenlerde okudum. Bana, True Detective’i iki sezon izlettiği ve arkasından da şimdilerde yayınlanan Public Morals ile tanıştırdığı için kızımı kıramamıştım. Kötüyü önermezdi. Vasatı övmezdi. Şimdiki zamanın alelusul pek çok tuhaflığını gören, kuvvetli bir deneyim sahibi olarak;  Morgue Sokağı Cinayetleri’ni okuduğum için pişman olmadığımı söyleyebilirim. Handiyse iki yüzyıl öncesinin kurgusu... O zamanlarda yaşasam ve okusam herhalde ayakta alkışlardım. Günümüz için? Günümüz için bile “iyi” denilebilir. Yaşamındaki tüm kadınları yitirmiş, alkolik bir sefilin en iyi kurgulayacağı şey vahşice cinayet olsa gerek. Poe bunu yapabilmiş. Bu önerisinde ısrarı da boşa değilmiş. Kitap ve diziler derken, senelerce uzak durduğum polisiyeye ilgim oluşmaya başladı. En son Patasana’da kalmış biri olarak söylüyorum bunları. Kızım baktı ki bende ilgi kırıntıları artıyor dün de bir dergi bıraktı masanın üzerine. Bu defa öneri ya da ısrar yoktu. Daha subliminal bir çaba sarf ediyordu. Dergilere olan zaafımı da kullanmayı seçti. Akıllıca... Polisiye meraklısı ne de olsa. Derginin adı 221B. Azıcık mürekkep yalamış herkes kadar ben de Baker Street 221B adresinin namlı dedektif Sherlock Holmes’e ait olduğunu biliyorum elbette. Yaratıcı bir ad seçilmiş. Dergicilik yaratıcılık da gerektiriyor. Bu adı bulan ve dergiye koyan ekibin kötü iş yapmayacağını düşünüyorsunuz. İlk izlenimim bu oldu. İşte dergiyi bu minval üzre karıştırmaya başladım.


Son dönemde, arka arkaya çok satan dergiler çıkmaya başladı. Popüler olanı sevmemek gibi kötü bir huyum var. Bu çok satan dergilere ısınamadım bir türlü. 221B de onlardan biri miydi? Öteki dergilerin yarattığı olumsuz yanlar beni itse de, önyargılarımı geçici olarak, kızım için susturdum. Bayağı popüler olmayı başaran o dergilerin adlarını burada yeniden zikretme şapşallığına düşmeyeceğim. Nasıl da tüketiyorlar iyiyi, güzeli... Hele de bir Neşet Ertaş tüketimi var ki; bu abdal geleneğinden, bozlak tınısından ve hüznünden nasiplenmemiş editoryal pespayeliği seri cinayet konusu yapabilirim. Tükete tükete bitiremedikleri Yılmaz Güney, Ahmet Kaya gibi kullanılan onlarca adı saymasam daha iyi olacak. Herkes mi böyle, herkes mi bu dergiciler gibi diye sora sora, dergileri bulabileceğim yerleri dolaşıyorum. Ne yazık ki çoğunluk öyle... En azından çok satanları öyle. Akmar’ın alt katına bırakılan ucuz, amatörce hazırlanmış on civarı çalışmayı bunların dışında bırakıyorum. Evet çok amatörce şeyler var ama fanzin, üç aylık dergi gibi başlıklarla denemeler yapıyorlar. “Satılmadı, dağıt abi bunları,” diye ücretsiz verilenleri var. Hepsi de o çok satan pespayelerden daha iyi. Neyse! Anlattım, zira bu 221B’nin doğduğu ortamı tanımlamak için önemliydi. Kızımın dikkatimi çeksin diye bıraktığı 221B farklı olma çabasında. Burnundan kıl aldırmayan, fenomen abilere popüler yazılar yazdırıp, çok satan “beylik” konular seçmemiş bir grup arkadaş çıkarıyor dergiyi. Kim akıl ettiyse; Türkiye gibi bir ülkede ‘hadi polisiye bir dergi çıkaralım’ demişler. Ticari kaygıları yok bunların mı desem, ya da risk almayı seven bir ticaret erbabı mı desem bilemedim. Dertleri neyse! İyi yapmışlar. Dergi çok iyi...
Dergiyle Cebelleşmem:
Kızımın tahmin ettiği gibi hemen kapıp dergiyi karıştırmaya başladım. Mizanpaj, her nedense, ilk önce Nur Hanımın Derdi’ni okuttu. İyi... Ondan sonrası çorap söküğü gibi geliyor zaten. Başlarda bir yerde kaçınılmaz olarak Sherlock Holmes var. Bu ünlü dedektifin midesi, beyni, sevdiği tatlarla tanışınca 221B’de yaşadığına inanası geliyor insanın. Sanırım yazıyı kaleme alan arkadaş da yaşadığına inanıyor. Polisiye tutkunları da, yazanları da kurguların(ın) içinde sanki. Bir başkası Kara Polisiyeye İnanın diye bir de yazı döşemiş ve sonunda polisiye üzerinden iyiye ve güzele inanmamızı istiyor. Bunlar için mücadele çağrısı yapıyor. Ne harika! Büyülü gerçeklikten sonra inanılacaklar listesine polisiye türünü ilave edebiliriz tabi.
Bu son tümce şakaydı.
Baştan sona 221B’yi anlatmasam daha iyi olacak. Polisiyeyi edebiyat içinde bir yere yerleştirmekte uzun süre tereddüt ettim. Tıpkı bilim kurgu için tereddüt ettiğim gibi. Geçenlerde ABD’de bilim kurgu yazarı Ursula Le Guin’e ödül verildi. Kadın gururla bu türe de ödül verilecek anı beklediğini söylüyor; edebiyata ve edebiyatı sürükleyen kendi yayıncısı da dahil tüm çevrelere amansız eleştirilerde bulunuyordu. Bu kadar gerçekçi ve keskin eleştiriyi hiçbir “kurgu dışı” yazar bugüne kadar yapmamıştı. Bilim kurguyu edebiyat içine hemen sürükleyemesem de kadını edebiyatçı kefesine koydum. Şimdi tereddüttüm polisiye türü için de geçerli. Zamanla geldiğim nokta ise şu: “Kurgu,” sınırsızca tümden edebiyatın tanımı içinde. Edebiyatın özü belki de bu. Niye edebiyatın içinde yer almasınlar ki?
Şimdi polisiyenin dergisini de yapmışlar. Meraklıları için elbette kaçırılmaz duruyor ama benim gibi “meraksızları” da girdabına çekmeyi başarabilecek gibi. Dergi, yeniden söylemeliyim, çok iyi hazırlanmış. Daha da önemlisi akıl edilmiş.
Yeterince övgü sözü söylediğime göre üç temel eleştirimi de çıkaran arkadaşların dikkatlerine sunuyorum. İlki fiyatı: Evet, iki ayda bir çıkan dergi yapıyorsunuz ama bu okuyucunun kabahati değil, yükü hiç olamaz. Fiyatın sekiz liranın üzerinde olması altmış üç sayfa bir dergi için çok abartılı. Kaldı ki ikinci eleştirim de sayfa sayısı olacak. İlk sayı için en az iki katını okumayı umardım. İki ayda bir bu hacmi yakalayabilecek bir altyapınız olmalı. Okuduğum, gördüğüm kadarıyla o potansiyeliniz var arkadaşlar. İki ay elinde gezdirecekleri cüssede bir dergi ister okuyucu. Dışarıdan bir gözle söylüyorum. Sizde başarabilecek enerji de var. Baktım, yayın kurulunuz ve editörleriniz genç insanlar. Ha gayret! Son olarak da, şu yayın kuruluna koyduğunuz adla aynı dergide röportaj yapmanız... I ıh olmamış. Bir sayı beklese miydiniz?
Netice:
Polisiye okumasam bile 221B’nin ikinci sayısını merakla bekleyeceğim. Belki de beni bile iyi bir polisiye okuru yapar. Kızımın kitaplarına dadanırım. Ha gayret! Elinize sağlık.

Şemsettin T. Günaldı – Fikirtepe / İSTANBUL

6 Ocak 2016 Çarşamba

Aşk Furuğ ve Ölüm



Mezarlığa inen bir merdivenin başında, çok uzun yoldan getirilmiş varsıl bir şiirle bekliyorum. Cebimdeki dizelerde bir kadın, kesintisiz ve çığlık çığlığa yaklaşık yarım asırdır haykırıyor. Mezarlığın kapısı, resmiyetle sabit bir zamanda ötelenecek ve mollaların verdiği yarım izinle şairin mezarının başında küçük bir anmam olacak. Bir vuslat anı. Furuğ ile buluşacağız. Sade, gösterişsiz ve yürekten bir anma. Ona kavuşacağım.
Günlerden perşembe. Aylardan kasım. Herhangi bir yıl. Saat bire doğru yürüyor ve benimle birlikte iki elin parmakları kadar bekleşenleri var meşhurlar mezarlığının. Benden daha mı çok seviyorlar şairi, benden daha mı çok duyumsuyorlar kadim acılarını, benden daha mı çok çekici buluyorlar toprağın altında bir kadını; hiç bilemiyorum. Sessizce bekleşiyoruz.
Saati geliyor, vakit vuslata erme vakti, iki kanatlı demir kapıdan giriyoruz içeri. Kapının kanatları mavi, sarı küçük camlarla donatılmış. Orta yerinde renksiz kocaman iki kanada yerleşik iki cam daha var. Dışarıdan bakınca mezarlığın içi seçiliyor. Tahran’ın, Elburz dağına sırtını vermiş kuzey yarısında, güz yorgunu bir bahçeye, soğuk, yıpranmış, yalnızlık biriktiren envayi türlü mezar taşları yayılmış. Şairler, hikayeciler, romancılar bedenlerini bu taşların altına saklamışlar. Bir şura toplanmış. Bana ne! Haksızlık değil ki; aşık olduğum için buradayım. İçlerinden birini ziyarete geldim. Önünde dikiliyorum. Saygıyla... Hayır, aşkla... Furuğ, bir tanrıçadır benim için.
Dizelerin mesafeyi kısalttığı çok uzak yoldan geldim, senin için. Eğilip boylu boyunca uzatılmış mezar taşına dokunuyorum. İki parmağımla kapısını çalmak, rahatsızlık vermek istiyorum. İnsan sevdiğini derin bir ölüm uykusunda bile uyandırabilir. Dizelerinin çığlığına dokunur gibiyim. Bir şairin dizelerindeki çığlığa dokunulabilir. Furuğ usulcacık doğruluyor, elini uzatıyor, iki elini birden. Kapkara saçlarından bir iki tutamı, gülen gözlerinin üstüne düşüyor. Sigarasını yakıyor ve “hoş geldin,” diyor. Tane tane, yavaşçacık Farsça konuşuyor.
“Gel ey adam, ey bencil yaratık
Gel, aç kafesin kapılarını...”
Keşke bana deseydin.
Baş eğmez bir kadının sesi duyduğum, mezarlıkta yankılanan. Furuğ’un dizeleri kendi sesinden mutlaka dinlenmeli. Her cesur erkek, kapılmayı göze alarak deneyimlemeli. Bir ses nasıl tanımlanabilir ki? Bilmiyorum. Bir deneyeyim; tekdüze, buğulu, çekici, gizemli bir ses onunki. Biteviye sözcükleri var ezbersiz. İki elini birden tutuyorum. Arada bir derin soluk alıyor ama vermiyor. Biriktiriyor. Belirsizce dışarıya doğru bir acı püskürtüyor, bağırıp, çağırmadan. Farsça ona çok yardımcı oluyor. Acıya acı katıyor, gizeme gizem, çekiciliğine çekicilik.
Birileri, kıskançlığımla malül bir tümce elbette, ölmüş olsa bile hala bu kadına aşık olabilir. Önce dizelerine, sonra çok içmiş yorgun bir gırtlaktan kulağa ulaşan sarhoş sese. “Bir ölüye aşık olmak bütün eski sevgilileri diriltmektir,” demişler. Dememişseler de demiş olduklarını varsayalım. Bütün eski sevgilileri gömmeye geldiğimi anımsıyorum oysa. Furuğ hepsini aşağıya, soğuğun içine çekecek. Bir anılar kabri büyütecek benim için, şurada. Bu mezar taşının altında. Ruhlarını kelepçeleyecek, kendi işkencelerimden sıyrılacağım. Bir onun dizelerine bağımlı kalacağım ahir ömrümde. Keşke müşterek olsak aynı hislerde. O hala ve hep uçarı...
“Vefa gösterdim bir adama
Ancak ayağının tersiyle vurdu o aşkıma ve umutlarıma...”
Ben değilim elbette, ne cüret!
Kızgın mısın benim kadar diye sorsam, öfkeli misin ve aşk acısı aslında derin bir kinin gizlendiği kocaman bir kabir midir?


Cevabını biliyorum: Sorunun ne ehemmiyeti var.
“Verdiğim her şey helal olsun ona
Ancak karşılıksız verdiğim gönlüm müstesna...”
Zweig’ın tanımıyla bir romancı kendi yerçekimi yasaları, kendi kişileri ve kendi yıldızlı gökyüzü ile bir evren yaratan dehadır. Ya şair? Yarattığı evrende yalnız ve mahzun varolmaya mahkum her daim konuşan bir ölü. Bir ölü! Furuğ her daim konuşabildiği için çağırdı; Tahran’a, ona geldim. Sonsuz bir yalnızlığa mahkum edilmiş bir ölüyü görmeye... Ondan önce sevdiğim tüm kadınları gömmeye. Mezar taşına dokunuyor ve itiraf ediyorum bunu. Dudaklarını ıslatıyor evvela, sonra gözlerini kısıyor, sigara dumanı rahatsız da etmiyor ama kısıyor gözlerini. Uzattığı ellerini tutuyorum. Her erkek acı vericidir, her erkek ömürden tüketir, düsturu bu. Dönüp uzanıyor mezarına.
Yere uzanmış bir taşın hiçlenebilecek ağırlığının altında yatıyordu. Başucunda bir çıra, arzusu mucibince dikilmiş, çiçeklerle bezenmiş bir avuç toprak örtüsü. İşte şair budur. Ölü, suskun, yalnız ve tehlikeli...
Herkes bir ölü kadına aşık olabilir; meğer ki adı Furuğ olsun!
Bir araba kazasında başını çarpıyor ve oracıkta ölüveriyor Furuğ. Bir şair gibi ölüyor. Elleri elimde; yanılmışsınız diyor. Bir araba kazası tezgahlanıyor belki de; başına son bir darbe iniyor ve bir şair gibi ölüyor. Yanılmadık, Furuğ’u dizeleri kadar öldüren ne olabilir ki? Annesi ağlıyor, siyah beyaz bir filmin kalabalığında. Gözyaşı bittiğinde yağmur suları çoğalıyor. Mezar içleri, kavi bir mahzunlukla yağmur sularını emiyor.
Bekleşiyorduk az evvel. Mezarlık kapıları sabır telkin ediyordu. Kapılar, önünde bekleşmek için zati. Bir şairin ölüsü yatıyordu içeride. Sonsuz bir yalnızlığa mahpus edilmiş zindanıdır mezarı. Taşına iki parmakla değiyorum. Adettendir diye.
Selamünaleyküm!
Elinde bir sigara ile doğruluyor. Dumanını üflüyor erkek suratlarımıza. Kadınlara yasak bir mezarda yatırıyorlar onu.
Aleykümselam!
Biri, mezarlık şarkıcısı olmalı, biri, elinde bir kemanla bağrımıza işlemeli şair çığlıklarını. Furuğ, bir kadın, önce, her şeyden önce. Furuğ sonra şair. Belki kadın şair. E, ne çok var değil mi? Değil! Furuğ, bir direniş öyküsü, bir cüzzam karantinası. Kara elleri dokunacak bekliyorum. Dokunuyor. Furuğ, varlıkla yokluk arasında bir kadın. Mahkum. Yalnız. Yalnız...
“Bu dışı zahit güruhla
Kolay değildir bu mücadele biliyorum...”
Furuğ’un doğduğu 1935’in beş ocağında, ay,  güneş ile dünya arasına sokulup ışığı kesti. Güneş tutuldu diyorlardı ama İran zaten koca bir zindandı. Kadınlara karanlık bir memleket. Erkeklere işkencehane... Rıza Pehlevi’nin bakanları ya zindanlarda öldürülüyor ya da intihar ediyorlardı. Furuğ gelebileceği kadar erken gelmişti dünyaya. Gelebileceği cehennemi kendi seçmiştir. İnattır.
Mezar taşını tercüme ediyorlar, ben başucunda dikiliyorum.
“Ben gecenin ve karanlığın bağrından konuşuyorum sizinle
Eğer benim evime gelirseniz bir çıra getirin
Ve bir pencere açın oradan...”
Ona geldim.
Bir karanfil koyuyorum, içinde saklı şiir. Varsıl bir şiir. Yoksul dizeleri hiç olmamış bir kadının mezarındayım. Aşkımı itiraf etmeye geldiğimi biliyor. Bir film çekecektir dünyaya dönse. Ben şiirlerinde yaşamayı seçtiğim için görmezlikten geliyorum. Tüm eski sevgililerimi, aşklarımı gömüyorum ona ait ışığın altına.
 Yolculuyor.
“Bir daha gelme!”
Furuğ, mezarlığın ışıklar içindeki kraliçesi. Ellerini alıp gidiyor.
“ve bu benim
yalnız bir kadın
soğuk bir mevsimin eşiğinde,
yeryüzünün kirlenmiş varlığını anlamanın
başlangıcında
ve gökyüzünün yalın ve hüzünlü umutsuzluğu
ve bu beton ellerin güçsüzlüğü...”


Mustafa Doğan - Kasım 2015 / Tahran
Altmışında bir seyyah...