25 Eylül 2017 Pazartesi

Craft’ta Bir Oyun: YEN



Yen; Craft'ta 

Oyunun yazarı genç kadının özgeçmişine baktım. İngiliz Anna Jordan’ın oyunculuk, yönetmenlik, oyun yazarlığıyla dolu geçmişine sıkışıp kalmış küçük bir cümle vardı.  ‘Phone Credit for Refugees and Displaced People’ (PCRDP) diye bir organizasyonda gönüllüymüş. Yani? Yeryüzünde birçok yerde, o yerlere ait olmayan birileri yabancı, mülteci, yurdundan uzak ya. Bu insancıklar, geride, memleket dedikleri başka başka yerlerde, sevgililerini, çocuklarını, eşlerini, akranlarını ve anılarını bırakıp gitmişler, kaçmışlar ya da gönderilmişler ya. Birileri, bazen, onların da karınları doysun, üşümesin, susuz kalmasın diye yardım eli uzatmaya çalışıyorlar ya. Hah işte! Muhtemelen siz duymadınız; Anna Jordan ve başka birileri de, bu PCRDP ile mülteci, yurdundan edilmiş kadın erkek, çocuk, yaşlı insancıklar, sevdiklerinden bir haber alabilirler mi diye çaba harcıyor. Geçici bir gönül ferahlığı, sağ olduğu haberinin yaratacağı eşsiz mutluluk bir telefonun ucunda. Keşfetmişler, umut vermeye, yersiz yurtsuz on binlerce insana gönül ferahlığı, mutluluk yaşatmaya çalışıyorlar. Telefonun insanlık için kullanabileceğini deşifre ediyorlar. 

İşte, bu Anna Jordan gibi densizler, azla yetinmeyi de bilmiyor. Dünyayı kendilerine dert ediniyorlar. O ve onun gibiler, başka türlü toplumsal sorunlara da duyarsız kalmıyorlar. Bir kere duyarsız kalmamaya başla, arkası çorap söküğü zaten. Anna Jordan, oturuyor bir de oyun yazıyor. Muhtemelen pek çoğumuz kafa patlatmadık ama Anna Jordan yeryüzünün birçok yerinde, başka çocukların, yetişkinliğe adım atarken şiddetin, pornonun biçimlendirdiği kimliklerini kuşanmaya hazırlanmasına tanıklık etmiş, tanıklık etmemizi istiyor. Televizyonlar, internet, oyunlar benliklerini kuşatmış, çocuklarımızı ele geçirirken sessiz kalamamış, sessiz kalmamamızı istiyor. Anna Jordan, o bu, şu derken, bu soruna da kafa patlatmış; YEN’i yazmış. İçine oyunculuk ve yönetmenlik deneyimi de kattığından ortaya olağanüstü bir tiyatro eseri çıkmış. ‘Ben yazdım, gerisi oyunculara ve yönetmene...’ demiş.
İzleyici Salona Girerken Dönüşmeye Başlıyor


Biliyorum, bu uzun bir girizgah; öyleyse de nedeni YEN. On üzerinden on puan almayı, her türden övgüyü, tanıtımı, ilgiyi, hasılı tüm güzellik dolu sözleri hak ediyor. Anna Jordan’ın yazdığı oyunu Kadıköy’de küçük bir sahnede izledim. YEN’i unutulmaz anlar, anılar arasına çoktan yerleştirdim bile.

Sürekli, televizyon ekranında şiddet içeren oyunlar oynayan ve bilgisayarda porno izleyen iki ergen kardeşin yaşamından bir kesit veriyor YEN. Şiddet ve seks izleyici salona alınırken başlayıp, bitmez bir tedirginlik yaşatarak oyunun taaaa sonuna kadar devam ediyor. Oyunun en başından en sonuna kadar, bazen bir gerilim, bazen hüzün ve bazen de bir humor dengesizce suratlara çarpılıyor. ‘Ara vermeden!’ Oyunun Türkçede, Avrupa’nın epeyce doğusunda, bu sanat ve estetik yoksulu kılınmaya çalışılan tuhaf ülkesinde böyle oynanabileceğini hiç düşünemezsiniz. Adamlar elinde balta Atatürk heykeline saldırıyor anam babam. Aynı devlet sınırları içinde bir yerde Yen oynanıyor. İşte bu çok şaşırtıcı.

Oyunda, orijinal tekste sadakat için epeyce cesur davranılmış. Kanaatimce, sıradan, çekingen ya da kolaycı bir yönetmen elinde YEN hiçbir şeye benzemezdi. İzleyici bulurdu bulmasına da, sıradan tiyatro gösterilerinden biri olarak unutulur giderdi. Ancak öyle olmamış. Öyle olmasına da izin verilmemiş.

Bir kerre YEN, usta, cüretkar, agresif bir yönetmenin eline düşmüş: Çağ Çalışkur. Kendisini tanımam. Mülayim biriyse; kitapsevenlerle@gmail.com adresine küçük bir not yazsın. Lütfen. ‘Craft’a bu oyun cuk oturur arkadaş,’ demiş olmalı. ‘Ben Craft’ı niye açtım ki, aha da bu oyun oynanmayacaksa?’ diye kendini gaza getirmiş olmalı. İçeri konuşmaları yalnızca varsayıyorum biliyorsunuz değil mi? Zira, dediğim gibi Çağ arkadaşla oturup sohbet etmişliğim yok. Koca bir aferin için bunlar.

Yönetmen hanımın sahibi de olduğu Craft’taki sahne, iki yanlı oturmuş izleyicinin tamı tamına ortasında. Oyun boyunca küfürlerden, alkolden ve sigaradan nasibini alan bir izleyici kitlesi, -epeyce bir kıç da izliyor- akışta başına gelebilecek bir musibet olursa şikayet etmemesi gerektiğini ‘o dakka’ anlayıveriyor. Tevekkül eylemiş oluyor. Başına ne gelecekse kabul ediyor. Oyuna göre izleyici olmayı kabul ediyor, sarsılmayı kabullenmiş izleyiciye evriliyor. Tüm bu yazdıklarım ne zaman mı oluyor? Tam da salona alınırken.

Dekor, icap ettiği gibi rahatsızlık verici. Tıpkı oyunun, oyuncuların, yazarın ve yönetmenin hedeflerine uygun: Rahatsızlık verilecek. Ver! O eski püskü yatak olmazsa oyun da olmazdı ki zaten. Yerdeki çöp, tavan ışıklarına yapıştırılmış kağıt parçaları ve çocukların esaret hapı televizyon ve internet... Azlık dekoru, çokluk ruhuna bürünüyor. Not: Oyun boyunca, pencere önündeki küçük masa kırıldı kırılacak diye aklım çıktı.

YEN’in orijinalinde, iki ergen kardeşten küçüğü 13 yaşında ve siyahi. Böylece, iki kardeşin babalarının ve yaş farkının olduğu ta en baştan ortada. Craft’taki YEN, bu gerçekle bizi epeyce sonra buluşturuyor. Ama buluşturuyor. İki müthiş adam, ağabey-kardeş statüsünü de çok başarılı işleyerek orijinalinde yer alan yaş farkı meselesini kolayca unutturuveriyor. Hele bir yerde; köpeğin adı niye Taliban diye soruluyor da cevaben...[1] deniyor ya işte orada gerçekten ‘ergen bunlar’ deyiveriyorum kendi kendime.
Berker Güven

Yönetmen, yazar, dekor tamam da, dünyanın en iyi yönetmeni, yazarı ya da dekoru dahi olsa bu oyunu yükseltecek ya da düşürecek olan asıl etken kuşkusuz oyuncu kadrosu. YEN özelinde, oyuncu kadrosunun, gösterinin yüzde doksanı olduğunu söylemeliyim. Bora Akkaş ve Berker Güven oyunculuk kariyeri denilen bir uzun maratonu kat edeceklerse eğer zirveye erkenden varmışlar.  Berker’e, baya baya dayak yiyen bir hiperaktif olacaksın, bedensel ve arada bir de sesler çıkaran tiklerin olacak, bu arada teksti de es geçmeyeceksin denmiş. Berker, bu zor işin üstesinden gelebilmek için kanımca gerçek bir tourette sendromlu, hiperaktivite sorunu olan ergene dönüşüyor. Engelli ya da sorunlu karakter canlandırması istenen oyuncular, hele de ‘usta’ unvanını almışsa çok abartıp, çizgi aşıp, gerçekçilikten uzaklaşır, bazen de komik hale düşer ya; Berker Güven, baştan sona sahici olmayı yeğliyor. Mutlak başarıyor da... Okudum, bu kardeş ödüller almış, az bile vermişler.
Bora için çok söz yazmayacağım. Bunca yazının içine, tam da bu cümleye, şuraya bir ‘muhteşem,’ sözü bırakayım yeter. Bir oyuncu olsaydım ve kiminle karşılıklı oynamak istersin diye sorulsaydı kesinlikle Bora’nın adını verirdim. Kesinlikle...
Bora Akkaş

İdil Sivritepe için ayrılıkçı bir paragraf ekleyeceğim. Özgürlüğünü isteyen bir halk gibi YEN’de. Berker’le Bora, iyi yazılmış ve yönetilmiş bir oyunda her şeyi sırtlamış giderken İdil sahneye çıkıyor. Ben de varım demek istiyor. Büyük bir ülkenin içine hapsolmuş bağımsızlık isteyen bir halk gibi. Özgürlüğü ve bağımsızlığı da hak ediyor amma velakin içine düştüğü koca devlet var. Başka bir yerde, başka bir oyunda İdil’den başlayacak övgüler Bora ve Berker barajına takılıyor. İdil’e çok iyi şeyler söylemek Berker’e haksızlık olacakmış gibi geliyor. Tıpkı, bağımsızlığını isteyen halka evet denmesinin içinde yaşadıkları devlete ayıp etmek olacağını düşünmek gibi bir şey. Sahneye çıktığı anda kendimi bayramlaşmaya gelmiş eski sevgiliyle karşılaşmış gibi hissettim. Dibimde durdu. Dişinin altındaki telleri gördüm. Bir de gözlerini... Tiyatro yazısı yazdığımı unutturacak kadar güzel. Şuraya not düşeyim de; bir başka zaman yalnızca İdil için bir yazı yazayım.
İdil Sivritepe

Yanlışlıkla da olsa bu oyuna gidin kardeşler... İngilizceniz yoksa New York’ta, Fransızcanız yoksa Paris’te böyle oyunlar da izleyemeyeceğinize göre az buçuk Türkçenizle Kadıköy’de tiyatro sanatına tanıklık edersiniz. O kadar öyle...

Mustafa Doğan
Eylül 2017




[1] Gidip, oyunu da izleyip duyun cevabı.

26 Ağustos 2017 Cumartesi

çevrik şiire inat: antonin artaud


zorunlu giriş;

sayrılıyım, uyanıyorum ve yine diyorum ki; ‘şiir çevrilemez.’ binlerce defa söyledim mi? söyledim! o halde? yine de artaud oku!
şiir anlaşılabilir mi? anlaşılır elbette; neden anlaşılmasın? şiir yalnızca şairin anlattığı gibi anlaşılmaz. o kadar! bu sorun mu? sorunsa, siktir edin artaud’u… okumayın!
kanser bağırsaklarını sardığında hala yazıyordu. ahmakça! öleli yetmiş sene olmuş. fransızlar hala okuyor. eskisi kadar değil ama okuyorlar. biz de okuruz: çevrik olmasına rağmen.
çevrik şiir, - hala şiirse – haz verir mi? işte bu sorunun yanıtı; kesinkes bünyeye bağlı. bir dostum susuz içiyor rakıyı; şişeyi bitirmeye yeltenecek masadaşı yoksa içmiyor. dünyayla tek irtibatı tanıdık bir garson; işemeye gitmiyor ve peynirle kavundan gayrisini siklemiyor mezenin. rakıyla işi bittiğinde, rakının onunla işi bitmiyor. sabaha kadar, arınmış ruhunun içine sinip anasının rahminden yeniden peyda oluyor. o kadar öyle... boktan, pahalı lokantalarda, aynı tanrı tarafından yaratıldığı söylenen ruhlarına işkence eden ve rakıya su katıp, prensip olarak, - bu prensiplerine bir kez tecavüz etseler rahatlayacak insancıklar var -  tek kadeh içip, hep aynı, değişmeden sikişecekleri birinin koynuna doğru koşanlar da var. rakı gibi cinsel birleşmeleri de sağlıksız ve hazsız.
misalim, meramımı anlatmaya yetmiştir herhal.

zorunlu olmayan;

susuz rakı; antoine marie joseph artaud! fransızca nasiplenmediğim için, çevrik şiirlerine mahkum olduğum zavallı.  zavallı ben... ‘sel’ şimdi bilmediğim bir tarihte, iyilik yapıp şiirin ırzına geçen yayınevi. yukarıdaki besmelede söylemiş olduğum gibi çevrik artaud’u önüme koyan yayınevidir. nalet olsun! iyi şeyler yapıyorlar arkadaş. nalet olsun...

zorunlu olmayana devam;

not: burada şairi (artaud) anlamak için bir hikaye anlatılacak ve bu hikaye muhtemelen kısmen doğru. tümüyle yalan olma ihtimali yok. hepten benim uydurmam olsa bile yine de amaca hizmet ediyor. dikkat; benim bir amacım var.
sel’in yayınladığı şiirler, yaklaşık olarak ikinci dünya savaşının hemen sonrası, bir radyo stüdyosunda sese dönüştürülmektedir. artaud, ölmeden evvel, -ölümü takmıyormuş gibi yapmak için de olabilir- zilli, davullu bir ekiple yazdıklarını, sanki yazının yeterince gücü yokmuş gibi gürültüye dönüştürmeye heveslenir. ölüm yakınsa ne yapılacağı belli olmaz.  yanında, aynı deliliği ya da vahşeti deneyimlemek için bulundurduğu zavallı güruhla, şiirin ve radyo stüdyosunun tam anlamıyla amına koyar. artaud’un şiirleri artık evrende yankı bulacak seslere evrilmiştir. şiir sese dönüşür mü? bu benim meselem. artaud, beni dinleyecek değil ya. zaten o öldüğünde ben programlanmamıştım. hikayeye devam edeyim... şair şiiri kayda dönüştürür; oku diyen güruha gider, teslim eder. o güruh artık, eskisi kadar mutlu ve huzurlu değildir.  stüdyonun durumuna da bakıp, -sanırım az sonra değineceğim içeriği de etkilidir- kaydın radyo yayınından vazgeçer. avrupa, vakti zamanında özgürlüktü, varoluşçuluktu, yaratıydı... bir takım ıvır zıvır şeylerle kafa bulan bir yerdir ve bu kaydın yayınlanmaması fransızlar için ulusal bir sorun biçimine dönüşür.
gayri şairle radyocular arasındaki kavga değildir mevzubahis olan; kayıt, ulusu temsil eden hede hede insancıklar heyetine dinletilir ki; franszıların ölümcül ulusal sorunu çözülsün. fransızlar ulusal olana müpteladır; sorun bile olsa... heyetin üyelerinden biri, muhtemelen şarabı da fazla kaçırmış bir fransız, ‘bunlar benim sarhoşken hep aklımdan geçenler,’ der. yani; sarhoşun fikri artaud’un kayıtlarının yayınlanmasından yanadır. şimdi, -aklımda kaldığıyla yetineceksiniz, sanırım- heyetin içinde bir de orospu vardır ve o da ‘çıplak bir erkek bedeni kadar çirkin,’ diyecektir duyduklarına ancak bedenin sahibi, yani şiiri yazan istediği müddetçe başkalarının görüp, işitmesinde beis yoktur. orospu, sarhoş, rahip, entelektüel her kimlerden oluşuyorsa o zamanın behrindeki heyet, ‘yayınlansın anasını avradını...’ mealinde bir karara imza atar. radyo idaresi, yine de kaydı yayınlamaz...

burada şiiri anlatmak gerekir;

çevrik şiir sende bir kusma etkisi yaratıyorsa şuna göz at...

‘dışkılama arayışı’

bok kokan yer
varlık kokar.
insan sıçmayabilirdi pekala,
anüsündeki oyuğu açmayabilirdi,
ama sıçmayı seçti
yaşarken ölmeye razı gelmektense
yaşamayı seçeceği gibi.

dedim ya; ‘bir dost rakıyı susuz sever.’ şiiri o okudu. ölü yaşayanların sülalesine sövdü önce. yaşayan ölülerin ırzına geçilebileceğini söyledi. hatta, bu konuda mevcut kapitalist sistem ‘cezasızlaştırma’ kararı alabilirdi ve ölü yaşayan ya da yaşayan ölülerin ırzlarına geçildiğinde yaşatılanla anlık da olsa yaşama algısı oluşturulabileceğini ve bunun da tam manasıyla insanlık görevi olduğunu faş etti. insanlık görevinden sana ne dedim. şiiri rakı sofrasında okumak için aldı. daha sonra fransızca kaydını yaptırmış bir arkadaşına da; kıyak masalarda huşu içinde dinliyor yarenleriyle... çevrik şiir, o haliyle dahi umar oldu.
ben, artaud’un çevriklerinden şuna meftunum.

uzam
zaman,
boyut,
oluş,
gelecek,
ilerisi,
varlık,
varolmayış,
ben,
ben olmayan,
hiçbir şey ifade etmiyorlar bana,

ama bir şey var
bir şey ifade eden,
tek bir şey
bir şey olan
ve hangi kapıya
ÇIKACAĞINI
hissettiğim
bedenimdeki
ıstırabın
varlığı,

kendi
bedenimin
tehditkar
hiç yıldırmayan
varlığı.

bu çevrik haliyle de haz almışsanız ki; ben meftun oldum, sırf bunun için bile snop bir fransız olmayı kabul edebilirim; şiiri bir defa kendi dilinde okumak için. tabi geçici bir süre fransız kalayım. birkaç dize okuma boyu fransız kalmakta beis görmüyorum. tek sıkıntım; o dem rakı yerine şarap içecek olmam.

sonuca yaklaşırken;

artaud’un ailesi bizim topraklardan göç etmiş fransaya. kalabilselerdi, artaud şiir ya da oyun yazabilir miydi bilmiyorum. kalabilselerdi ve şu şiiri çevrik bir melanete dönüştürmeden türkçe yazsaydı.


mustafa doğan
‘lazım-lık yazılar’ 2008 ıldırı
kitapsevenlerle@gmail.com






19 Ağustos 2017 Cumartesi

akraba - refik durbaş (*)

Akrabam kalmadı anılardan başka…
Gençliğin serin sularında sektirdiğim çakıl taşına yazdığım adının ilk hecesinde kilitli kaldı dizlerinde uyuduğum kırık ikindilerin sessizliği…
Esir düştüm akşama…
İhtiyarlığıma rehin iki kış, bir yazdan kalan ömrümü
kimsesiz bir adada geçirmek isterdim; sol yanağının gamzesi yatağım olurdu, teninin kokusu
yorganım…
Dağ kekiği kokan
sabah seher rüzgârı,
soyunmuş karanlıktan
akşam çoban yıldızı
misafirliğe gelirdi.
Önce leylekler gitti, ardından sen; serçelerin içtiği
bir avuç yağmur suyunda kaldı dudağına sürdüğün
rujun kokusu, sol kulağındaki küpenin ışıltısı, sutyeninin memelerinin ucuna bıraktığı çizgi…
Gittin, açık kaldı intiharın kapısı…
Yıllar oldu
kimliksiz bir odada
beden ecele esir,
ruh kâfir…
Çürüyor ihtiyar ömrüm; nereye gitmek istesem sokaklar çıkmaz, dağlar çıplak, gökyüzü dilsiz, alanların rengi solmuş, sen birlikte baktığımız samanyolunda değilsin, yıldızlar firarda…
Peru’da bir sılam bile yok, kiralık dahi olsa…
Akrabam kalmadı yalnızlıktan başka…
Refik Durbaş
Eylül’13
bağışla ziyanımı'dan 
(*) kimsenin şiirini izni olmadan paylaşmak adetim değildir. 'bağışla ziyanımı' başucu kitabım olduğu için tek şiirlik istisna olabileceğini düşündüm. yanlış düşünmüşsem refik beyden 'şiir aşkı helalliği' diliyorum.

25 Mart 2017 Cumartesi

MICHAEL LÖWY: TANIDIĞIM NIKOS PULANCAS




MICHAEL LÖWY: TANIDIĞIM NICOS POULANTZAS (Nicos Pulancas)

2015 yılı 16-17 Ocak tarihlerinde Sorbon Üniversitesi’nde Nicos Poulantzas’ın çalışmaları hakkında uluslararası bir konferans düzenlendi. Paris 8 –Vincennes- Üniversitesi’nde yedi yıl boyunca Nicos’un (Yunan-Fransız düşünür) asistanlığını yapan Michael Löwy ile yapılan mülakat yayınlandı.

Bize Nicos Poulantzas ile nasıl karşılaştığınızı anlatabilir misiniz?
 
1960’larda Brezilyalı arkadaşım Emir Sader Fransa’da sürgünde yaşıyordu. Kendisi Latin Amerika’nın hala yaşayan en önemli Marksistlerindendir.[1] 1969 yılında Fransa’ya taşınmamdan sonra Emir ile buluştuk ve bana ‘Şili’ye gitmek için ayrılmam gerekiyor,’ dedi. Bu, 1970’te Şili’de Salvador Allende’nin Unidad Popular’inin iktidara gelmesinden birkaç ay önceydi. ‘Vincennes Üniversitesi’ndeki Nicos Poulantzas’ın asistanlığına, benim yerime geçebilir misin?’ diye sordu. Ben de; ‘elbette, isterim,’ dedim. Böylece beni Nicos’la tanıştırdı, o da asistan olmamı kabul etti.
O tarihlerde Nicos benim kuramsal ve siyasi geçmişim hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Emir’in kefaleti olduğu için Nicos için endişelenecek bir durum da yoktu aslında. Fakat ikimiz de çok farklı bir Marksist ekole aittik: Nicos Althusseryandı, ben de Lukasçı. O yarı Maoist oldu ve arkasından da Avrupa Komünisti... Bense ilerleyen zamanlarda Troçkist olmuştum. Yine de o seneleri harika bir şekilde geçirdik. O yıllarda, Üçüncü Enternasyonel’in, ulusal meselelerin, Lenin ve Gramski’nin üzerine dersler verdik. Öğrenciler çok beğendi çünkü bu konular hakkında iki farklı görüşe dair noktaları duyuyorlardı. Küçük ikili çalışmalarımız birkaç yıl sonra bitti.

Nicos Poulantzas nasıl biriydi?

Sıcak bir insandı. Bir Yunanın olması gerektiği gibi, Akdeniz karakteri olan biriydi. Yüksek bir mizah duygusu vardı, çevresine hep şakalar yapardı. Öğrencileri arasında da çok popülerdi bu nedenle özellikle öğrencilere karşı olmak üzere yüce gönüllü biriydi. Derslere yüzlerce öğrenci katılır, sınıf ağzına kadar dolardı. Nicos Poulantzas, tamamıyla neşe dolu bir Marksist, bağnazlığın da tam karşıtı bir adamdı. Geriye, 1979 yılındaki intiharına bakılırsa, karanlık kişilikliymiş izlenimi verebilir ama asla öyle değildi.
1974 yılında, Luckas üzerine yazdığım tezimin savunmasına katılımını istedim. Bana destek verdi, söylediği bir sözü asla unutamayacağım: ‘Michael, senin gibi parlak bir adamın zamanını Luckas’a harcaması boşuna.’ Luckas onun gözünde dayanılamayacak bir ultra solcuydu.
Elbette tüm kitaplarını okudum ve hepsi çok ilginçtir ama bana kalırsa yine de bence çok Althuseryandır, çok yapısalcıdır. Sonlara doğru, görüşlerimizin daha da yakınlaştığını söyleyebilirim. Son çalışmasında, önceki yapısalcı tutumundan ziyade devlet ve toplumsal sınıfların sorunlarının çözümünü daha politik bir şekilde ele aldı.

Derslerin dışında da tartışma şansınız oluyor muydu?

Evet, özellikle 1970’lerin ortasında, New Left Review’deki (NLR) yoldaşlarımızın Londra’da bir tartışma için bizi davet ettiklerinde yakaldığımız fırsatı anımsıyorum. Nicos’un, NLR tarafından basılan en son muhteşem kitabı, Devlet, İktidar, Sosyalizm’deki ‘sosyalizme giden demokratik yol’ bölümüne dair bir sunum yapması gerekiyordu.
Her şeyden önce Nicos’un bu kitapta Rosa Luxemburg’un düşüncesini ele alma biçiminin özellikle yararlı olduğunu söylediğini anımsıyorum. Ben, kendi açımdan, her daim Lukesmburg taraftarı oldum. Rosa’nın vurguladığı temel nokta, -Nicos bu konuyu iyi işlemiş ve daha da ileri götürmüştür- hem temsili hem de doğrudan demokrasinin devrim süreci içinde birleştirilmesidir. Bu, günümüzde de hala çok önemli bir düşüncedir.
 
Nicos’un politik pozisyonu ve nasıl geliştiği yönünde sizin düşünceniz nedir?

Nicos’un politik duruşunu sınıflandırabilmek gerçekten imkansızdır. Yunanistan Komünist Partisi’nin aktif bir üyesiydi, Komünist hareketin bölünmesinde Avrupa Komünizmi tarafında yer aldı, Prag Baharı sırasında da Moskova’dan ayrıldı. Yunan Komünist Partisi’nin geçilen o süreçte Yunanlıların radikal sol partisi Syriza’nın geleneklerinin bir bölümünün oluşumunda yer aldığını söyleyeceğim. Bu bağlamda, Nicos açıkça komünisttir, ancak kimi söylemlerinde de reformist bir yan olduğu düşüncesindeyim. 1974’te Yunan demokrasisi, Constantin Karamanlis çevresince organize edilerek sağın korumasında yeniden inşa edildi. Yunan Komünist Partisi Karamanlis’i desteklemeye karar verdi. Sloganları da, “Karmanlis mi Tanklar mı?” Bu, Karamanlis’in diktatörlüğün karşısında tek seçenek var demek gibi çokça tartışmalı bir şeydi.
Nicos albaylar cuntasında yaşamadı, Paris’e taşınmıştı. Fakat Yunanistan’daki durumu yakinen takip etmeyi sürdürdü. NLB tarafından 1976 yılında basılan kitabı Diktatörlüğün Krizi, Yunanistan hakkında önemli bir tartışmayı içerir. Paris’te, öğrencilerinin de olduğu bir yerde Pasok üyeleriyle yaptığı bir tartışmayı anımsıyorum. O partiyi çok fazlaca tartışıyordu ve geçmişe baktığımızda, bu cephesiyle tartışmakta da çok haklıydı.
Bunlarla birlikte; Nicos’un –başka birçok kişinin olduğu gibi-  Maoizme ve Çin Devrimi’ne de sempatisi vardı. Bu nedenle, onun politik konumuna sui generis (kendine özgü) diyebiliriz.

Bu yıllarda aranızdaki temel görüş ayrılığı nedir?

Az önceki sözünü ettiğim, NLR tarafından düzenlenen tartışmada ben klasik Leninist konumlanmayla devlet aygıtının yok edilişini içeren bir devrim süreci yürütülmesini savundum. Bu noktada onun çekinceleri vardı. Farklı toplumsal güçlerin mücadelesiyle ortaya çıkan devlet yapısının bir kısım parçalarının devrim süreci boyunca korunabileceğini söyledi.
Yunanistan’da diktatörlüğün bitişiyle devlet aygıtları sorununa ve devrimci güçlerin bu aygıta karşı nasıl hareket edeceğine dair görüşünde farklı bir noktaya geldi. Diğer unsurlar da onu önceki Leninizm görüşünden uzaklaştırdı. Fransız Birleşik Solu (Komünist, Sosyalist partilerle radikal solun seçim ittifakı, ilk dönemi 1972-77 arasında sürmüştür) Troçki’nin Rus Devriminin Tarihi’nde çözümlediği ve Rus Devrimi’nde “ikili iktidar” düşüncesi olarak tanımladığından ayrı, “toplumsal dönüşüm” kavramını vurgu yapıyordu. Sol Birlik, sosyal demokrasi ile yani Sosyalist Parti’yle de farklı bir ilişkiye vurgu yapıyordu. Portekiz’de 1974’teki Karanfil Devrimi ve ayrıca 1970-73 arası Allende’nin Şili’si de Nicos’un gelişimini etkiledi. 1970’lerin ortalarındaki stratejik durum artık Dünya’nın dört köşesini içine almış, karşı konulamaz  68 Mayıs’ı sonrasındaki devrim dalgasına benzemiyordu.

Poulantzas’ın sizin de önceden üyesi olduğunuz Ligue Communiste Revolutionnaire (LCR)[2] içerir çalışmasını okudunuz mu? Grup içinde onun düşünceleri tartışıldı mı?

Daniel Bensaid onun düşüncelerin çok ciddiye aldı, Daniel’in yazdığı sitede, Poulantzas’a ithafen pek çok makale ya da Nicos’a ait Avrupa komünizmi eğilimli polemik bulabilirsiniz. Sosyalist Parti’ye girmeden önce Henri Weber Poulantzas’ı okudu ve LCR’ın kuramsal dergisi Critique Communiste’te 1977 yılında bir söyleşisi yayınlandı.[3]  Fakat, LCR’ın çevresi kadar genişçe aktivist çevrelerde okunduğunu sanmıyorum.

Paris 8’deki birlikte çalışmalarınız 1970’lerin ortasına kadar sürdü...

Evet, bu doğrudur. Paris 8’de görevi sürdüremedim ve bu nedenle 1977 yılında CNRS’e gittim. Üniversite yönetiminin sosyoloji bölümü bana ders verebilmem için saat ayırmadı ben de bıraktım, çalışmamızın sonuna gelmiştik.
Ve çok fazla sürmedi, 1979’da Nicos kendini öldürdü.

Bu konudaki düşünceniz nedir? İntiharının politik bir yönü var mı? O günlerin devrimci hareketlerinin politik yenilgisinin bir etkisi olmuş mudur?

Nicos bir yıldan fazladır depresyondaydı. 1978’te bir kaza geçirdiğini söyledi, bazılarımız bir intihar girişiminden kuşku duymuştuk. Ben solun kaybettiği duygusunun intihara sürüklediğine inanmıyorum, kişisel görüşüm bu intiharın politik yenilgi gerekçesiyle açıklanamayacağı yönündedir. Gerçekten Sol Birlik’te dikkatini o yöne verdiği bir kriz vardı, ancak bu hiçbir zaman geri dönüşsüz, trajik bir şey değildi.

İntihar ettiğinde, çok iyi bir arkadaşı olan, ayrıca benim de iyi bir arkadaşımdır,  Constantin Tsoukalas yanındaymış. Söylediğine göre; Nicos önce kitaplarını camdan aşağıya fırlatmaya başlamış. Fırlatırken kendi yazdıklarına ‘değersiz bunlar’ diyormuş. Kuramsal çalışmalarını başarısız olarak nitelemiş. Sonra da kendini pencereden aşağı bırakmış. Bu sebeple kişisel bir başarısızlık duygusu vardır. Ne ki; asıl sebebi kimse bilemeyecek, bu açıklanamayacak bir trajedidir.

Bu süreçte, bir yanda Marksizmin farklı türlerini temsil eden öğretim kadrosu bir yandan da Michel Foucault, Gilles Deleuze ve Jean Fraçois Lyotard gibi düşünürlerle Paris 8’de çok özellikli bir durum vardı. Sizin ikinizin bu entelektüel çevreyle bir etkileşimi var mıydı?

Pek sayılmaz. Farklı disiplinlerin kendi içine çekilmesi yerleşik bir durumdu, biz sosyoloji bölümündeydik ve onlar da felsefe... Bazen bölümlerin dışında birbirimizle karşılaşırdık. Örneğin, tüm üniversitede kurumsal sorumluluk alan François Chatelet gibi... Fakat bizim teorik ve politik tartışmalarımız ilkesel olarak sosyoloji bölümünde yapılırdı. Diğer meslektaşlarımızdan ziyade öğrencilerimizle bu tartışmaları yapardık. Bu dünyanın çok farklı yerlerinden gelen öğrencilerle, uluslararası çevrede ve heyecan vericiydi.
Söyleyeyim; son kitabında belirgin olarak gördüğümüz üzre  Nicos, Marksist olmayan toplum bilimcileri ve felsefecileri çok ciddiye alırdı. Örneğin; Max Weber konusunda görüş  alış verişimiz olmuştur. O benim olduğumdan çok daha fazla eleştirieldi. Nicos, devleti tanımlayan unsurlardan biri olarak şiddetin –meşhur ‘devletin yasal şiddetinin tekeli’- yanlışlığını ısrarla savunuyordu. Weber konusunda aynı şiddetle cevabı verdim; devleti tanımlayan şiddet üzerindeki devlet tekeli değildir, doğrusu meşru şiddet tekeliydi. Başkaca dendiğinde Weber temel olarak meşruiyet meselesini ortaya atmaktadır.

Poulantzas seninle Althusseryanların kendi içlerindeki tartışmalar –örneğin Balibar’la ya da Althusser’in kendisiyle- konusunda konuştu mu hiç?

Hayır, benimle konuşmadı. Söylediğim gibi biz farklı ekollere sahiptik. Dahası, ben Althusser hakkında eleştirel makaleler kaleme alıyordum. Bu yazdıklarımı da olduğu gibi okuması için ona veriyordum. Benim eleştirel performansıma saygı duyardı, tabi ki; kabul etmezdi.

Poulantzas çalışmaları hakkında diğer ülkelerde ve özellikle Avrupa dışında yapılan eleştiriler konusunda bilgi sahibi miydi?

Kesinlikle! İngiltere’de ‘New Left’ içindeki yazıları okuyordu. Özellikle Ralph Miliband ile yürütülen polemikte kapitalist devletin doğası üzerine Marksist tartışma önemli bir an olarak söylenmeye değerdir. Daha uzaklara bakınca, aynı düşüncede değilim. Yazdıkları Latin Amerika’da etkili olsa da bu kıta dışındakiler konusunda Şili deneyimi hariç, düşünmekten uzaktı. Oysa, daha sonradan Brezilya başkanı olacak Fernando Henrique Cardoso, Poulantzas’ın düşüncelerine yönelik makaleler yazmıştır.
Nicos, kendi bakış açısıyla Avrupa koşulları üzerine çok kafa yormuştur. Avrupa bağlamında toplumsal değişimin koşulları üzerine düşünmüştür.

Sizin çalışmalarınızın üzerindeki Poulantzas etkisi nedir? Siz ayrıca Poulantzas’n tam tersi bir noktada olan Lucien Goldmann’ın  öğrencisiydiniz.

Poulantzas Althusser’i keşfetmeden önce ilk dönem düşünceleri Goldmann ve Sartre’e yakındır. Dolayısıyla Ernst Bloch tarafından adlandırmayla Marksizm’in sıcak akımına tamamen yabancı değildir.
Yaklaşık on yıl önce Poulantzas’ın çalışmaları hakkında düzenlenen bir konferansta Brezilya Porto Alegre’de, Nicos’un temsili ve doğrudan demokrasi bileşiminin örneği olarak söylediği “katılımcı bütçeleme” deneyimi konusunda bir sunumum oldu. Ben hala bu konuda haklı olduğumu düşünüyorum. Son zamanlarda Olivier Besancento’la birlikte küçük hacimli yazdığımız Marksizm ve anarşizm bağlantısını içerir düşünceye geri döndüm.[4] Gerçekten de bu kitapta doğrudan demokrasiyle ilgili anarşist fikirleri tartıştığımız bir bölüm var ve burada uygulamada anarşistlerin delegasyon veya temsil biçimlerini her zaman kullandıklarını gösteriyoruz.

Bugün Bolivarcı Latin Amerika'da doğrudan ve temsili demokrasi türlerinin bir karışımı var...

Bu çok doğru! Özellikle toplumsal hareketlerin gücünün Evo Morales'in MAS hükümetini taban demokrasisi biçimleri oluşturmaya yönlendirdiği Bolivya'da görülüyor. Bu bağlamda, daha önce bahsettiğim Emir Sader'in Bolivya başkan yardımcısı ve hükümetin önde gelen teorisyeni olan Álvaro Garcia Linera'ya yakın olduğunu belirtmek ilginç. Şüphesiz, şu andaki Latin Amerika bağlamı, 2. Dünya Savaşı sonrası 30 yıllık sürecin sonunda Avrupa’nın geldiği ve Nicos'un düşünmekte olduğu durumdan çok farklıdır. Fakat yine de şunu söyleyebiliriz ki, dünyayı anlamaya ve dönüştürmeye yönelik bu girişimler arasında 'seçici yakınlık” vardır.


Çeviren: Kitapsevenlerle




[1] Brezilyalı sosyolog Emir Sader (d. 1943) Şili’ye dönmeden Paris’te sürgündü ve 1968-69 arasında  Poulantzas’ın asistanlığını yaptı.
[2] Troçkist Fransız Komünist Partisi
[3] L’État et la transition au socialisme. Interview de Nicos Poulantzas par Henri Weber’, Critique communiste (the Ligue Communiste Révolutionnaire journal), no. 16, June 1977 translated to English as 'The State and the Transition to Socialism', in The Poulantzas Reader, ed by James Martin (Verso, 2008) pp. 334-360.

[4] Olivier Besancenot and Michael Löwy, Affinités révolutionnaires. Nos étoiles rouges et noires, pour une solidarité entre marxistes et libertaires, Paris: Mille et une nuits, 2014.