11 Ocak 2017 Çarşamba

On İkinci Gece: Ne Klasik Ne Uyarlama

On İkinci Gece: Ne Klasik Ne Uyarlama
En başta iyi bir şey söyleyemeye çalışayım da sonrasında yazacaklarım On ikinci Gece tatsızlığında olmasın. “Çok para gömmüşler.” Baştan sona izledikten sonra akıldan geçecek şey bu. Prodüksiyona para harcanarak oyun kurtarılabilir mi? Mümkündür; deneme On İkinci Gece... Bunu da söylemiş olayım. Peki On İkinci Gece’yi kurtarabiliyor mu çok para, pahalı prodüksiyon? Zannımca hayır! Tiyatroya ve emeğe  saygımdan dolayı “zannımca” diyorum. Bu oyunu, bu haliyle olumlu bulacak çok az kişi çıkar. Nitekim benim izlediğim gün, salonda da bu arkadaşlardan vardı. Hatta, öylesi anlarda gülen birkaç kişi çıktı ki; dönüp bu arkadaşlara bakasım geldi.  Oyunculuk kısmına geçmeden önce ki; en önemli kısmı orası, yönetmenin ve metnin orijinalinden deh dehleyenin şuna karar vermesi gerekirdi; bu bir klasik mi olacak yoksa bunu alıp uyarlıyalım mı? İkisi de seçenek ve iki yöntemden de iyi bir oyun çıkarılabilirdi. Benim izlediğimin hangisi olduğunu çok çözemedim. Klasik değildi biliyorum. Uyarlamalar gördü bu gözler; bu On İkinci Gece bir uyarlama da değildi. Bakın, kötü bir uyarlama da olabilirdi ama bu uyarlama değildi. Bu, benim izlediğim başka bir şeydi.
Shakespeare On İkinci Gece’yi bir komedi olarak yazmış; (yemin ederim öyle) yalnız ben söylemiyorum, “en sevilen komedilerindendir” tarzı açıklamalara da rast geldim ama ben, salondakilerin kahir ekseriyeti ve yanımdaki arkadaşım ve ötekiler ve handiyse kimse gülemedi. (Yalan olmasın bir iki kişi güldü). Kısacası, bu şaşkın kul oyunu bir yerlere oturtup neye geldiğini bir türlü çıkaramadı. Klasik değildi, uyarlama yoktu, komedi olamadı, trajediye dönüşmedi... Dekordaki onlarca nesne, ekranlar, kamera, geldi, gitti, girdi çıktı. Pencereye (merdiven) tırmananlar düşmesin diye aşağıda sıkı sıkı tutanlar bile vardı. “Her şey bir şey için düşünülmüş.” Boks ringine kadar kuruldu. Bunların güldürmek için mi yoksa yönetmenin kendini kanıtlama çabası için mi orada bulunduğuna dair elimde yeterli kanıt olmadığı için yazamıyorum.
Benim gittiğim gece, daha öncesinden oynanamayan bir oyunun ertelenmiş performansı sergilendi. Salonun üçte biri, ertelenmiş gösteriye icabet etmeyince de kendimce salonun en güzel yerine kurulup izleme fırasatı buldum. En azından bu iyiliğin bedelini ödeyip bir iki muhteşemdi, harikuladeydi diye yazma isteğim var ama neyine söyleyeceğimi bilemedim. Hadi, yığınla para dökülen prodüksiyon için gidip yaklaşık iki saat, perde demeden süren oyunu izleyebilirsiniz diye yazayım. Hadi! Ayıp olmasın şarkı performanslarına da eh işte diye haksızlık etmeyeyim. Sonuçta vicdan sahibiyim, lakin gerisi... ya gerisi... Gerisi bir felaket. Sonunda alkışladım mı? Hem de ayakta alkışladım. Neden? Çünkü, bizim izleyicinin standartı çok düşük, her oyunda zırt diye ayağa kalkıyor, özellikle de en önde oturan torpilli, akraba, eş dost kısmı. Onlar kalkınca da Meksika dalgası gibi “kalkışlar” arkaya doğru yayılıyor. Ortada tek başınıza oturarak beklerseniz; burnu büyük biri olarak ve emeğin değerini vermeyen bir gaddar nitelemesiyle kalakalmanız mümkün. Buraya yazıyorum; okuyanlar iletmesin. Levent Öktem kendine haksızlık etmiş. Shakespeare oynadım, kariyerimde On İkinci Gece de var demek için uğraşmamalı sanatçı. Bilmiyorum, şehir tiyatroları oyuncularının o hakkı var mı ama oyuncu oyun seçebilmeli. İlla da Malvolio’yu oynayacaksın denmememli. Oyuncu, Serdar (Biliş) kardeşe “sen bu işi beceremiyorsun, ben gidiyorum,” diyebilmeli.
Tabi bir haksızlık yapmamak için yazayım. Oyun ne olursa olsun, yönetmen ne yaparsa yapsın ışıltıları olan oyuncular vardır. Biri Bennu... Yakın arkadaşımmış gibi yazıyorum ama değil. Tanımam. Bennu Yıldırımlar o rolü, öyle oynamalı. Oyundaydı! Teamül öyle olsa Bennu hanımı sahnede bırakır, diğerlerini aşağı indirir, özellikle alkışlardım. Diğer oyunculara kastım filan yok elbette. Onları da tanımam. Yanlış anlaşılmasın bu kulunuz Serdar kardeşi de tanımaz. İyi işleri vardır belki, yoksa niye oyun versinler? Hem de Shakespeare... ama ona neden böyle yapıyorsun dememişler, neden bu kadar bütçe ayırmışlar ve gelip ne çıktığını görmemişler, Serdar kardeş de neden bu kadar başarısız bir şey yapmış bilemedim. Çözemedim.
İçimde kalmasın diye yazıyorum. En çok beni rahatsız eden şeyi anlatmalıyım. Viola sürekli sahnede ve ikizi Sebastian’la birlikte Senan Kara canlandırıyor. Hem erkek, hem de kadın. Kotarıyor da... İyi bir yönetmenin elinin altında izleyiciyi gülüp geçirebilecek hali var. İzleyiciyi avcunun içine alır. Yönetmen denilen arkadaş oyunu bu hale getirmese çok başarılı olacak. Ne ki; oyunda sona gelindiğinde, yaptıkları yetmiyormuş gibi, Serdar kardeş izbandut gibi bir abiyi (adını bilmiyorum) pat diye Sebastian kılığında sahneye çıkarıyor. Artık Sebastian o. Haydeeee.... İyi bir oyunda olsanız bile öyle sakil kalır ki; bre Serdar birader diye saydırmak geçiyor insanın aklından. Ve oyun o sonradan gelen Sebastian ile bitiyor. Viola ve Sebastian’a azıcık da olsa gönlü akan, hoşlanan, izleyici gözünde, oyundan milimlik tat bırakan Senan’ı da harcıyor. Elde kalıyor sıfır.
On İkinci Gece yerine “12. Gece” afişlemesi yapan Şehir Tiyatrolarının meramını da siz çözün.
Bu oyundan hareketle karamsar bir tiyatro ve sanat çözümlemesine girip moral bozmaya yeltenmeyeceğim.

Asil Kahraman Belenciler – Ocak 2017


Araftaki Bir Ruh: Thomas Bernhard

ARAFTAKİ BİR RUH: THOMAS BERNHARD (*)
İstanbul’a kar yağıyor. Şehir düşen her taneyle biraz daha güzelleşirken, bir parça daha sessizliğe ve sükunete gömülüyor. Şimdi her yer bembeyaz bir güzelliğe bürünmüş halde, bir tür masalsı dünya vaat ediyor. Sonra kulağınıza gelen, şehirde olanlara dair ilk kötü haberle o buzdan masal sarayı çatlayıveriyor. Soğuğun dehşeti kalbinizi ele geçirirken, güzelliğin ne denli aldatıcı ve tehlikeli olabildiğini de kavrıyorsunuz. Yine de bu şehre tutkuyla bağlısınız ve onu her yüzüyle sevmekten kendinizi alamıyorsunuz.
Thomas Bernhard’ın yetiştiği ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği Salzburg şehriyle ise daha şiddetli bir ilişkisi var. Mimarisi ve doğal güzellikleriyle dünyanın en güzel şehirlerinden biri olarak kabul edilen Salzburg, ona göre bu ‘aldatıcı’ güzelliğinin ardında son derece kötücül ve insanı mahva sürükleyen bir ruh taşıyor.
Bernhard’ı her eserinde karşılaştığımız, bir kamçı gibi inen, yüksek perdeden öfkeli sesiyle tanıyorsunuz. Ancak onun otobiyografik beşlemesinin ilk kitabı olan ve Salzburg’da geçirdiği ilk gençlik yıllarını anlattığı Neden – Bir Değini’de sanki sesi biraz daha öfkeli çıkıyor. Ve her bir sözcüğüyle adeta şehrin kalbine bir bıçak sokmaya çalışıyor.
Şehrine tutku dolu bir aşkla bağlı ve onu ilham kaynaklarından birine dönüştürmüş olan yazarlara alışkınızdır. Bernhard’ın Neden’ini okuyup, onun tüm diğer eserlerini kafanızdan şöyle bir geçirdiğinizde, Salzburg’un da onun tüm yaşamı ve eserleri üzerinde iz bırakmış en önemli etkenlerden biri olduğunu görüyorsunuz. Ancak büyük bir farkla, aşktan değil de nefretten doğan şiddetli ve kaçınılmaz bir etki bu!
Peki, bir şehir, sakinlerinin ruhunu cehenneme sürükleyebilen başlı başına habis bir varlık olabilir mi? Bernhard’a göre bu sorunun cevabı, şiddetli bir “Evet!” Otobiyografik eserine “Otuz yıl önce öğrenmek ve eğitim görmek için Salzburg’a gittiğimde ben de şehri sevmeye hazırdım ama ondan nefret etmeyi deneyimlerimle öğrendim,” diyerek başlayan Bernhard’a göre, orada yaşayan herkes, nasıl bir tabiatı olursa olsun, şehir tarafından huzursuz ediliyor, eninde sonunda dengesizleştirilip yok ediliyor, çoğu zaman da en ölümcül ve sinsice yollardan.
Bugün Salzburg’un resimlerine baktığınızda ortaçağdan bu yana korunmuş eşsiz güzellikteki mimarisiyle, masallardan fırlamış gibi duran, biblo güzelliğinde bir şehirle karşılaşıyorsunuz. Hele şehrin karlar altındaki görünümleri rüyamsı manzaralar sunuyor gözünüze. Bu denli güzel bir şehir, bir insanın bu denli nefretini çekecek ne yapmış olabilir ki?
Neden’de Salzburg, yaşayan pek çok karakterin önüne geçerek eserin bir anlamda en güçlü karakteri olarak sivrilirken, Bernhard tarafından adeta güzel yüzüne bakıp da kanılmaması gereken, son derece ölümcül ve habis ruhlu bir varlık olarak resmediliyor. “Bu talihsiz şehirlilerin hepsi, farkında olsalar da olmasalar da, Alplerin eteklerine hâkim olan iklimin mağdurlarıdır,” diyor Bernhard ve ekliyor “onları amansızca yıpratan bu iklim gerçekten de zihinsel ve fiziksel zarar verir çünkü tabiatlarını durmaksızın zayıflatır ve tedirgin edici, moral bozucu, hasta edici, kendini arsızlığa ve habisliğe adamış, her türlü adilik ve alçaklıkla donanmış bir insan türü doğmasına yol açar. İklim ve mimarinin kumpasıyla yaratılan bu şehirli ırkı hep küçük dolaplar peşindedir, budalalık ve aptallıktan başka bir şey bilmez, şehrin soğuk nemli duvarları içinde vicdansızca işler yapıp melankolik saplantılara kapılır.”
Neden’de esas olarak, yazarın ‘yeniyetme bir genç’ olarak tanımladığı kendisinin, ortaokul ve lise öğrenimi için geldiği Salzburg’da yaşadıkları anlatılıyor. Hikâyenin katmanlarını yavaş yavaş araladıkça ise onun yaşam öyküsüne dair genel bir resme ulaşıyoruz. Gayrimeşru bir çocuk olarak doğan Thomas Bernhard’ın asıl sevgi ve şefkat yuvası anneannesi ve dedesinin, Salzburg Avusturya sınırından geçer geçmez Almanya sınırındaki evi oluyor. Annesinin onu Hollanda’da doğurmasının ardından bebeklik yıllarını burada, annesinin yetersiz sevgi ve şefkatiyle geçirmek zorunda kalan Thomas, yurda dönüşün ardından anneanne ve dedenin evine postalanıyor. Anne ise evlenip, kendine yeni bir yuva kuruyor. Annesi için her zaman istenmeyen bir varlık olarak görülen Thomas Bernhard, aynı şekilde üvey babası tarafından da benimsenmediğinden onu anılarında üvey baba yerine yalnızca soğuk bir ‘vasim’ nitelendirmesiyle adlandırıyor. Yine de tamamen kopuk bir yaşam sürmüyorlar. Thomas, dedesine yakın yaşayan annesinin evinde de sık sık kalıyor ve üvey kardeşleriyle de vakit geçiriyor. Birbirlerine tamamen bağlı olmasalar da, büsbütün kopuk bir aile de olmuyorlar. Hatta savaş sonrası, Avusturya vatandaşları Almanya’dan yurda çağrıldığında şehirde hep beraber aynı evde yaşadıkları bir dönem de oluyor.
Bu kısa özet bile Bernhard’ın daha doğar doğmaz nasıl bir aidiyetsizlik içine adım attığını gösteriyor. İnsanın yuvasının annesinin kalbi olduğu bu dünyada, Bernhard daha bebekliğinden itibaren o yuvadan mahrum kalıyor. Aradığı sevgi ve şefkat dolu ilgiyi ise hayatı boyunca en büyük idolü olacak dedesinden görüyor. Başarısız bir yazar olsa da hayatı boyunca yazmak ve bir gün ünlü bir yazar olmak tutkusundan vazgeçmeyen dede Johannes Freumbichler ise yazarlığının ötesinde gerçek bir anarşist olarak sıradışı bir yaşam sürüyor ve tüm bu özellikleriyle de torununa her zaman büyük bir ilham kaynağı oluyor. Anneannesi ve dedesinin yanında huzurlu ve mutlu geçen ilkokul yıllarının ardından ona her açıdan iyi bir eğitim sunmak isteyen dedesinin arzusuyla Salzburg’daki yatılı okulun yolunu tutan küçük Thomas’ın azap dolu yılları da, işte maalesef bu son derece iyi niyetli dilekle başlıyor. O küçük çocuk savaşın sürdüğü bir iklimde, Avusturya Salzburg’daki yurtta kalırken, sırf sevgi ihtiyacını giderebilmek için sabaha karşı ormanlık Avusturya- Almanya sınırından yürüyerek geçmeyi göze alarak her hafta sonu Almanya tarafındaki dede evine doğru tehlikeli bir yolculuğa çıkıyor. Sınırda geçen, iki ülkeye de, tam bir aileye de, ya da bir şehre ve dost çevresine de sahip olmayan bir çocukluğu anlatmak için bundan daha isabetli ve üstelik gerçek bir metafor olabilir mi? Thomas Bernhard, aslında içinde bulunduğu zamanın ruhu kadar yaşadığı ülke, şehir ve toplum tarafından da gerek fiziksel gerekse ruhsal çeşitli işkencelere maruz kalmış küçük bir çocuktur. 
II. Dünya Savaşı’nın tüm dehşetini yaşayan şehirdeki okulda geçirdiği yılların ruhunda bıraktığı azap dolu izlerden kurtulamayan Bernhard, Neden’i esas olarak bu nedenle kaleme alır. “Salzburg’a ve şehrin o zamanlar bahşettiği varoluşa dair –ne çok yavan ne de çok ciddiyetsizce ifade edilirse- hüzünlü anılardan, gençliğini karartan ve sonraki varoluşuna ölümcül bir gölge düşüren deneyimlerden başka bir iz kalmamıştır geriye. Yaşadıklarının bir göstergesi olsun diye kâğıda döktüğü bu anlatıda mecburen der ki kendi kendine, karşılaştığı yalanlar, iftiralar ve ikiyüzlülükler tabiatını baştan aşağı şekillendirmiş, düşünme tarzını tümden tayin etmiş, dimağında ve mizacında kötücül ve yaralayıcı bir tesir bırakmıştır; ama en başta kanıksatma ve göz korkutmayla yetişkinliğe adım attırıldığı, işlemediği suçlar ve kabahatler için hiç durmadan dolaylı ya da dolaysız cezalandırıldığı, ümitsizlikle geçen o yirmi yılda –sahip olduğu her türlü duyarlılığın ya da hassasiyetin acımasızca ayaklar altında çiğnendiği, yaratıcı yeteneklerini geliştirmesi için en ufak çaba harcanmayan yıllarda. Bu eğitim dönemi hiç kuşkusuz hayatının en korkunç zamanı, varlığını sürdürmek için çok yüksek, hatta belki de olabilecek en yüksek bedeli ödediği zamandı; işte bu anlatı da o dönem ve o dönemde hissettikleri hakkındadır.”
Peki, Mozart’ın şehri olarak da bilinen Salzburg’da geçirdiği bu ilk gençlik yıllarını neden yaratıcı yeteneklerini geliştirmesi için en ufak çaba harcanmayan, sahip olduğu hassasiyetin çiğnendiği yıllar olarak niteler? Başka bir yerde de şehir için “Buradaki her şey yaratıcılığın tüm türlerine karşı; üstelik her ne kadar tam tersi hararetle savunulsa da, şehrin ikiyüzlülük üzerine bina edildiği ve en büyük tutkusunun zekâdan ve ruhtan nefret etmek olduğu gerçeği değişmiyor: Yaratıcılığın en ufak bir parıltısı görülse derhal kökü kazınıyor. Salzburg, sahte bir bina cephesi, dünya yalancılığının anıtıdır,” der ve şehrin kendisinden olmayanları dışladığını, dişlileri içinde yok ettiğini ima eder. Bernhard’ın burada çığlık kıyamet dikkatimizi çekmeye çalıştığı şey nedir? Derken şehirde rastlanan yüksek orandaki genç intiharlarını anlatmaya başlar ve bir dönem kendisini de içine çeken bu intihar tutkusundan bahseder. Bir şehir kendi gençlerini neden bu derece ölüme sürükler?
Evet, dönem II. Dünya Savaşı’nın en şiddetli zamanıdır ancak bir savaş bile gençlerin üstünde bu derece bir ölme isteği uyandırabilir mi? Doğal güzellikleri faşist ve Katolik yapısıyla gölgelenen Salzburg’da yetişen bir gencin ruhen kötürümleşmesi yalnızca bombardımanlara ve savaşın yıkıcı etkilerine bağlı değildir elbet. Önce Nasyonal Sosyalizmin, savaşın bitmesinin ardından ise Katolikliğin çarkları arasında öğütülen şey, körpe zihinlerin yaratıcılığıdır ve bu karanlık içinde intihar daima cazip bir kurtuluş kaynağıdır.
Bernhard, iki ana bölümden oluşan Neden’de kendi bireysel hikâyesinin paralelinde, Salzburg merkezinde, esas olarak Avusturya halkının geçirdiği iki sancılı dönemi ve bu dönemlerin özellikle genç ruhlardan başlayarak toplum üstündeki etkilerini anlatır. Savaş döneminde yaşadığı öğrenci yurdunda nasyonal sosyalist okul müdürünün kimliğinde katlanmak zorunda kaldığı sadistçe cezalandırma yöntemlerini, savaş sonrasında bu kez Katolik müdür tarafından aynen yaşayınca, ideolojilerin görünürde değişse de toplumu ele geçiren faşist bağnazlığın aynı kaldığını görerek, giderek kayıtsız bir umutsuzluğa bürünür.
Onun genç ruhunu tarif edilemez işkencelerle yaralayan bu anlayış, yalnızca onun geri kalan tüm yaşamını etkilemekle kalmaz, bir yazar olarak kimliğini ve eserlerini de tümden etkiler. Hayatı boyunca ülkesi Avusturya’ya ve Avusturyalılık ruhuna tavır alan eserler kaleme almayı sürdürür. Avusturyalılık, Katoliklik ve Nasyonal Sosyalizm onun tüm yaşamınca kaçtığı ‘üç öcü’yü simgeler. Yok Etme – Bir Parçalanma (YKY, çev: Sezer Duru) adlı romanında kahramanı Franz Josef Murau’da adeta kendi ruhunu bir ayna gibi yansıtır ve ‘Avusturyalılık, Katoliklik, Nasyonal Sosyalizm’ içine doğan kahramanının nefret ettiği bu coğrafyadan ayrılıp dünyada en sevdiği kent olan Roma’da yaşamaya başlamasını anlatır –aynı gerçek hayatta kendisinin yaptığı gibi! Ancak aynı kendi gibi Murau’nun da peşini bırakmayacaktır Avusturya ve onunla hesaplaşma öyküsü… Benzer şekilde, Ungenachda (YKY, çev: Fatih Özgüven) ise bu kez ülke dışında yaşayan Avusturyalı bir akademisyenin kendisine miras kalan devasa büyüklükte bir toprağı ve serveti neredeyse manasızca akrabalarına bölüştürüp, ondan kesin bir şekilde kurtulmaya çalışan bir kahramanın hikâyesini okuruz. Burada da Bernhard, istenmeyen bir mirası yani Avusturyalılık meselesinden ve ona kendini bağlayan tüm geleneklerden kurtulma isteğini yansıtmaya çalışır.
Thomas Bernhard, yazarak iyileşmeye inanan biri değildir aslında. Bunları içindeki zehri akıtarak iyileşmek üzere yazmıyordur. Yazıyordur çünkü yapmayı en iyi bildiği şey budur ve öfkesini tüm dünyayla paylaşıp, ikiyüzlülük olduğunu düşündüğü şeyleri de duyurmak istemektedir. Oysa Salzburg’daki öğrenciliğinin ilk yıllarında yazmak aklından bile geçmez, onun başka hayalleri vardır. Her yönden tam bir sanatçı gibi yetişmesini isteyen dedesinin ona kemandan resme dek farklı dallarda aldırdığı derslerle tam bir sanatçı duyarlılığıyla adım attığı ilk gençlik yıllarında özellikle müziğe karşı gösterdiği yeteneğiyle sivrilir. İşkence gibi geçen okul yıllarındaki tek kaçış yolu da, okulun iğrenç kokulu ayakkabı odasında olsa da, tek başına kalma zevkini ona verdiği için sevmekle, notalara mecbur kaldığı için nefret etmek arasında gidip geldiği keman alıştırmaları yaptığı saatlerdir. Ancak yalnızca nasyonal sosyalizmin değil savaşın da en dehşetli yıllarıdır bunlar. Ve şehir halkı gibi yurtta kalan gençler de hava saldırıları sırasında yaşamla ölüm arasında ince bir çizgide yürür, saldırılardan kaçmak için sığındıkları yeraltı sığınaklarında ya da dağlardaki mağaralarda bu kez de havasızlık, sıkışma ya da salgın hastalıklar nedeniyle ölümle buluşurlar. Şehir giderek ölüm korkusuyla delirmeye ve her geçen gün daha da tehlikeli olmaya başlar ve bir hava saldırısından kıl payı kurtulan küçük Thomas, duruma daha fazla dayanamayan anneannesi tarafından okuldan alınıp, taşradaki kendi evlerine götürülür.
Ne var ki ölümün dehşeti, cesetlerin kokusu ve tüm şehri hâkimiyeti altına alan ölümcül soğuktan iliklerine dek etkilenmiş olan Thomas, o yıllarda kapmış olduğu ağır akciğer hastalığını ömrü boyunca çeker. Ve daha genç bir adamken yatmak zorunda kaldığı sanatoryumun, ölümcül hastalar koğuşunda kalırken, yaşamın cehenneme en çok benzeyen yüzüyle de karşılaşmak zorunda kalır. Neden’de bütün bu olayları okuyunca, hayatın gencecik bir çocuk üzerinde yarattığı tüm bu yıkımın ve felaketlerin en trajik kurmaca eserlerde bile karşımıza çıkamayacağını düşünüyorsunuz. Yalnızca anne şefkatinden değil, en basit insani şartlardan dahi yoksun, olabilecek en dehşetli ortamlarda büyümek zorunda kalan böyle bir çocuğun ruhu ne derece sağlıklı kalmış olabilir ki? Ya da her şey edebi bir yanılsama olabilir mi acaba?
Bu sorunun cevabını Thomas Bernhard’a dair kapsamlı bir monografi çalışması yazan Hans Höller, (Merdiven Yayınları, çev: Bünyamin Kasap) şöyle cevaplamaya çalışıyor; “Bernhard’ın otobiyografik eserleri kurgusal metinlerdir. Bu metinleri saf gerçeklik olarak değerlendirmemek gerekir. Her şeyden önce kendisinin ve dedesinin hayat hikâyesi anlatılmaktadır, fakat kullandığı edebi tasvir gücüyle yazar yirmi yılı aşkın bir süredir sanatsal bir alanı da fethetmiştir. Die Ursache, Der Keller, Der Atem, Die Kalte ve Ein Kind(yazarın beş eserlik otobiyografi dizisi) başlıkları yazarın hayli yol katetmiş olduğu edebi yaratıcılığını gözler önüne sermektedir. Hayatındaki durakların mekânsal senaryolaştırılması, mesela ilk hikâyesindeki Salzburg şehri bölgesi, sonrasında gıda dükkânı deposunun kubbesi, sonraki hikâyelerinde gelen hastane ve kliniklerin kapalı odaları yapıların edebi mimarisini göstermektedir. Metinlerdeki kapalı odalar cehennemin farklı bölümleri olarak anlatılmıştır; bunlar Bernhard’ın otobiyografik ‘şiir’in büyük rolünün ve hayatın korkunç ‘gerçek’inin emaresidir. Edebi sahneleştirmenin boyunduruğu altındaki bu gerçeklerde başka bir anlam bulunamaz.”
Ruhsal ve bedensel her türlü işkenceye maruz kalan Bernhard ise bu kıyımdan nasıl kurtulduğunu Neden’de şöyle anlatır; “Yaratıcılıktan nasibini almış herkese her zaman zalimce davranan, musallat olan, eziyet eden, en nihayetinde de canına okuyan bir şehirdi bu; müthiş bir sinirsel gerilime ve ruhsal yaralanmışlığa rağmen hâlâ hayatımı kurtarabileceğim en yaşamsal anda şehre sırtımı dönemeseydim, ben de orada yaşayan pek çok yaratıcı ruhun yolundan gider ve Salzburg’da çok kişinin yaptığını yaparak hayatıma son verirdim ki aksi halde şehrin duvarları içinde yavaşça ve sefilce yok olup gider, ciğerleri tıkayan insanlık dışı atmosferinde başka pek çok kişi gibi adım adım boğulurdum.”
Yine de şehir ona hayatı boyunca kaçamayacağı bir miras bırakır. Ciğerleri o derece hastadır ki müzik kariyerine devam edemez. Dedesinin ölümünün ardından biraz da tesadüflerle kendisini yazarken bulur. Ve ardından şehrinden ve ülkesinden büyük kaçışı başlar. Yıllar boyunca Avrupa’nın sıcak güney ülkelerinde dolaşsa da sonunda yine ülkesine dönecek ve kuzeyine yerleşecektir. Çok büyük ses getirecek olan ve ‘Soğuğun bir sezgi resmi’ olarak adlandırılacak olan Don (Frost) (YKY, Çeviri: Mustafa Tüzel) adlı ilk romanında ruhunda ve kalbinde kısılı kalmış tüm soğukluğu, onu her anlamda hasta eden yaşamının ilk yıllarının tüm o kar soğuğunu yansıtır.
You Tube’da Bernhard’la yıllar önce yapılmış birkaç söyleşi hâlen mevcut. Almanca anlamasam da sırf onu biraz daha iyi tanıyıp, anlayabilmek için aralarından birkaçını izliyorum. Ekranda izlediğim Bernhard, beni gerçekten de şaşırtıyor. Okuduğum onca eseri ve şimdi de otobiyografisi Neden’in ardından son derece ciddi, soğuk, duygusuz ve mesafeli, en azından öfkeli birini göreceğimi düşünürken, konuşmaları sık sık kahkahalarla kesilen, üstelik kendisiyle söyleşi yapan gazetecinin koluna dokunup vücut teması kuran, son derece neşeli ve belli ki çok esprili biri var karşımda! En azından görünürde son derece sağlıklı biri bu… “Kimsin sen Bernhard?” diyorum elimde olmadan. Bu konuda yalnız değilim. Onunla sağlığında 1986 yılında, çok kapsamlı bir röportaja imza atmış olan Alman gazeteci Asta Scheib da kendisine aynı soruyu soruyor. Ulaştığı cevaplar ise çok çeşitli, “inatçı muhteşem münzevi”, “hiciv ve trajedi üstadı”, “ölüm mizahçısı”, “acı çeken asi”, “huysuz mizaçlı ümitsizlik virtüözü”, “hüzün ve kasvet âşığı komedyen”… Onu aynı anda ‘tatlı’ ve ‘ekşi’ olmakla nitelendiren Scheib, bizzat Bernhard’a, “Thomas Bernhard kimdir?” diye sorduğunda ise Bernhard’ın cevabı net oluyor; “Hiç kimse kendisinin kim olduğunu bilmez. Bize kim olduğumuzu diğerleri söyler değil mi? Ve bu size bir milyon kez söylenmiş olsa da eğer yeterince uzun yaşarsanız sonunda kim olduğunuzu hâlâ tam olarak bilemezseniz. Siz kendiniz bile her an kendinize farklı bir şey söylersiniz.”
Bernhard’ın Scheib’a söylediği çarpıcı sözler bunlarla da sınırlı değil. Yıllardır ona bu nedenle düşman olanlara inat ve genel söylemin aksine, Avusturya’yı sevdiğini ve bunu inkâr edemeyeceğini, onun asıl nefret ettiği şeyin hükümet ve kilise kurumları olduğunu söylüyor ve belli bir süre sonra her türlü yapının -diktatörlük ya da demokrasi rejimi fark etmez- bireyler için benzer derecede iğrenç olabileceğini belirtiyor. “Tabii yeterince yakından bakarsanız!” demeyi de ihmal etmiyor.
Bu yazıyı hazırlarken bir gazetedeki Salzburg’u anlatan çarpıcı güzellikteki fotoğraflarla bezeli, bir gezi yazısı dikkatimi çekiyor. Yazıyı hazırlayan gazeteci, Salzburg yakınlarındaki kayak merkezleriyle ünlü bölgeyi sakin, uslu, huzurlu olarak nitelendiriyor. Masalsı bir atmosferdeki bölge, günümüzde en zenginlerin tercihi olan, mutlu ve güzel bir yerleşime sahip. İnsan, Bernhard’ın ölüm kokan Salzburg’u ile günümüzün mutluluk timsali şehrini kıyaslamadan edemiyor elbette. Kuşkusuz şehirlerin de ruhları var. Ve onlar da aynı insanlar gibi mutsuz, depresif dönemler geçirebildikleri gibi zamanla iyileşip bambaşka bir ruh haline de kavuşabiliyorlar. Ya da belki bir parça aynı küçük Thomas’ın annesi gibi, istemediği evlatlarını dışlayıp, felaketlere maruz bırakmaktan çekinmeyip, ardından yeni ve mutlu ailelerinde doğan çocuklarını ise neşeyle kucaklayabiliyorlar.
Neden, bize yıllardır Thomas Bernhard’ı sevdiren Sezer Duru’nun yetkin çevirisiyle Sel Yayınları’ndan çıktı. Yayınevi otobiyografik dizinin diğer dört cildini de yayımlamayı sürdürecek.
(*) Elif Tanrıyar @eliftanriyar
t24'ün http://t24.com.tr/k24/yazi/araftaki-bir-ruh-thomas-bernhard,73 internet sitesinden alınmıştır.