7 Aralık 2016 Çarşamba

Juliette Tarzı Kitapçı: D&R'a Rakip Oluyorum


kitapçı d&r ile ilgili görsel sonucu

Juliette Binoche benden on üç yaş kadar büyük. Otuz altı yaşındayken oynadığı Çikolata filminde dükkanından içeri girenlerin hangi çikolatayı beğendiğini şıp diye buluveriyor. Senaryo öyle. Juliette’nin gözlerinin içine baktığınızda, insanların sevdiği çikolatayı bulma işinin bir tahminden çok daha ötesi olduğunu keşfedebiliyorsunuz. Müthiş bir kendinden emin olma hali var ki; imrenerek izlemiştim. Kalabalıklaşmış, envayi türlü adamların ve kadınların yaşadığı büyük kentlerin eski semtlerinde bu türden nostaljik denemeler yapılmıyor değil. Çoğu başarısız kalan –maalesef- bir sürü adım biliyorum. Ufak bir lokanta, fazlaca iddiasız bir pastane ve ama bol sayıda kahvehane var. Peki! Kitapçı? İçinde bin adet kitapla, edebiyat sevenlere kapısını açan küçük ve sıcak dükkanlar var mı? Ben, büyük şehirlerde görmedim. Kanaat edip, yaşamını kitaplarla dolduran ve kapı açılıp içeri girenlerin nasıl bir kitabı beğenebileceğini söyleyebilen birileri neden çıkmıyor? Düşünebiliyor musunuz, baktığınız raftan, elinize alıp incelediğiniz kitaptan, sorduğunuz sorulardan, ettiğiniz sohbetten ya da giyim kuşamınızdan  sizin ne tür bir kitap aradığınızı bilecek bir adam ya da kadınla karşılaşsanız. Elbette sizin de kitap sevdiğinizi varsayarak söylüyorum bunları. Şu üzerinde yaşadığımız topraklarda, bir yılda kırk binden çok kitap basılıyormuş. Bunları basanların çoğu yeşile düşman, yaptıkları da boşuna kağıt tüketimi...
Peki ya, onca çöpün içinden sizin için pırlanta olabilecek kitapları bulup çıkarmak olası mı? Denersiniz ama bıkmak, vaz geçmek de var işin içinde. En iyisi birkaç arkadaşınızla şöyle endamlıca edebiyat, kültür, kitap sohbeti yapabilmek. Onun gördükleri, ötekinin duydukları, sizin seçebildiklerinizle içinden okunabilecekleri bulup çıkarmak. Ya da... Ya da o sözünü ettiğim kitabevinden içeri girmek, güzel ve bakımlı bir kadının – sanırım bir Juliette beklemiyorsunuz - size uzattığı kitabı şöyle bir evirip çevirmek. Yazarının önceki kitapları, çeviriyse kimin çevirdiği, yayınevinin titizliği üzerine karşılıklı kelam edebilmek. Bu böyle olur. Bu kitap okunur. Aldın okudun, öteki gelişinde daha sen içeri girmeden raftan uzanıp bir kitap alıp, eline uzatılması... Daha da fazlası... Bir kitabın senin için getirtilmesi, rafta bir yerde seni bekleyen kitabın olması. Şu, tabletten kitap okunması hadisesine hiç girmeyeceğim. Bu anlatıda ona niyet etmedim. O iş, benim gibi düşünsel olarak yaşını almış bir adam için fazlaca ucube bir şey. Anlattığım, düşlediğim şey, kağıdın üstüne serçe ayak izleri gibi uzanmış harfler, kağıt kokuları, raflar, kütüphaneler, ayraçlar... Ben başka bir dünya tarif ediyorum. Çikolatanın hangisini beğenebileceğinizi söyleyen Juliette’in gözlerindeki emin olma haliyle girdiğiniz kitapçıdan...juliette binoche ile ilgili görsel sonucu

Bu işi kafaya taktığımda küçük çaplı bir kamuoyu araştırması yaptım. Çocuklara kitap ya da kitapçı sorduğumda bana D&R’ı tarif ediyorlar. Büyüklere sırnaşıyorum; ağızlarını arıyorum, kitapçı, kitabevi, dükkan filan diyorum ama nafile... Onlar da hiç ses seda yok. Israr edersem çocuklar gibi onlar da D&R diyorlar. Alış veriş merkezlerinde satış yüzeyi tutmuş, en büyük kitapçı oymuş. Bir işletmeci, ekonomist arkadaş söyledi. Satış yüzeyi ifadesini öğrendim. D&R’ı marka olarak biliyorlar. Israrla da kitapçı diyorlar oraya.
“Bu da bir şey,” dedi bir arkadaşım geçenlerde. Boyama kitapları ile çocukları sevindirerek başlayabilir aileler. Sonra? Sonra yollarını çocuklar kendisi çizecek. Şimdi büyükler için de boyama kitapları varmış; onlar da hele bir girsin D&R’ın içine elbette yanında gözüne ilişen bir kitabı alıp çıkacaklarmış. Ve sonra... Ve sonra çok sayıda okurumuz olacak. Heyhat! Buna inanmamı istiyordu arkadaşım.
Bu aydınlatıcı ve ufuk açıcı kamuoyu yoklamasından sonra ben de asırlar sonra bir D&R mağazasından içeri girdim. Herkesin yaptığını yapmak için. Elbette Juliette’siz bir mekan... Gözümün içine onu gibi birinin bakmasını beklemedim. Ben de herkes gibi çok satanlar ve yeni çıkanlar sütunlarında dolaştım. Albenili kapakları olan kitapları aldım elime. Fotoblok –bu sözün Türkçesi var mı bilemedim -  yaptırılmış, girişte Juliette’den daha güzel bir kadın karşılıyor.  Uzaklaştım, çok satanlardan birini aldım elime, kitabın içine, daha da çok arka sayfasına baktım. Sonra, sonra da yeni çıkanları, çok satanları ve gözüme sokulanları uzun süre kolaçan ettim. Bir iki tanıdık isme rastladım kitap kapaklarında. Sonra da sohbet etmek için bilgisayar arkasına oturmuş arkadaşın yanına gittim. Dedim ki; “Babam Nurullah Ataç... Kitabın adı bu; Meral, kızıdır o yazmış. Yapı Kredi’den...”  Benim gibi birinin – bu sözü umursuyorum elbette - soracağı hemen hemen her kitabın D&R’da olmadığını peşinen söyleyebilirmiş. Açık sözlüydü arkadaş. Uzatmadım, bulabileceğim ve benim de almamı önerebileceği bir kitap var mıydı? “Abi,” dedi, artık samimiydik ve ben o samimiyeti gerçekten sevdim. “Değişiklik olur, sen Olasılıksız oku.”  Ben ne soracağım? “Herkes onu mu okuyor? Diye sordum” Uzun etmeyeyim.. “Yok,” dedi; herkesin evinde mutlaka bir adet Kürk Mantolu Madonna varmış. Çok popüler dedi, son günlerde. Sabahattin Ali’yi sevmediğimi söylersem kızacak gibi geldi. Yanından uzaklaştım. Bir dron fiyatı öğrenip oradan çıktım.
dron ile ilgili görsel sonucu
Kapıdan yayıncı bir arkadaşımı aradım; dedim ki, “şu son bastığın kitabın adı ne?” Söyledi de ben burada yazmayayım. Deşifre olmasın. D&R’daki samimiyeti artık iyice ilerlettiğim “arkadaşa” gidip o kitabı istedim. Benim de alabileceğim kitapların olduğunu gösterecektim. Ben bir ucube değildim. Önce bilgisayardan mağaza içinde bir yön tayini aldı. O yönde gidip yaklaşık on dakika kadar rafı kurcaladı ve eli boş döndü. “Stoklarda var görünüyor.” Bu sanırım beklersem kiatbın geleceği anlamına geliyordu. Bekledim. Bir koli kitapla başka bir arkadaşı geldi, ipler kesildi, kaplama kağıt yırtıldı ve bir hafta önce gelmiş kitap ortaya çıktı. Rafa konulması unutulmuş. Samimiyetimize binanen söylediğine göre; “bir hafta daha arayan soran olmazsa koliyi açmadan iade edeceklermiş.” Yayıncı arkadaşıma bu kısmı anlatmadım. Bildiği ile üzmek hoş olmazdı. Koliyi açtırdım, samimiyetimize istinaden yayıncı arkadaşımın kitabını yeni çıkanlara koydurdum. İki adet. Rafa dizildi. Ben de birini satın aldım.
Çıkınca yayıncı arkadaşımı aradım ve olan bitenin anlatılabilecek kısmını anlattım. Dedim ki; “bu D&R para kazanmak istemiyor mu? Neden raflara koymuyor kitaplarınızı?” İşte o dem vehametin daniskasını öğrendim. “Benden çok kazanıyor, hatta ben zarar ediyorum,” dedi. Kitabın üzerinde yazılı fiyatın yarısını alabiliyormuş yayıncı. Yani; dosya seçimi, editörlüğü, düzeltmesi, kapak çizimi, basımı, dağıtımı, yazara telif ödemesi, akla gelecek her ne varsa o her şeyi yapıp kitabı yarı fiyatına D&R’a veriyorlarmış, D&R dışında bir de diğer dağıtımcılara... D&R rafa koyma bedeli olarak yayıncının aldığının aynısını cebine indiriyormuş. Bunları duyunca yazarları aklıma geldi. “Ya yazar?” Beni kızdırmak için söyledi sanırım; “Siktir et abi yazarı. Okurdan çok,” dedi.
Şimdi proje yapıyorum; elimde üç kuruş var. Çocuklar musallat olmazsa bizim semtte bir kitapçı açacağım. Bir dükkan. Juliette gibi masanın arkasında bekleyip girenlerin gözlerinin içine bakacağım ve ona hangi kitabı beğenebileceğini şıp diye söyleyeceğim. D&R korksun. Juliette tarzına yenik düşecek...


T.S.Bolulu - Kasım 2016 / İstanbul





6 Aralık 2016 Salı

Kendi Aleminde Küçük Bir Adamın Hikayesi



Sartre, genellikle enerji fışkıran, hız tutkunu bir aydın olarak Sokrates’in “var olmak yapmaktır” (to be to do) sözünü tersine çevirerek “yapmak var olmaktır”a (to do to be) dönüştürmüştür. Kurt Vonnegut bu ikisine İngilizce söylenişinden de yararlanarak, Sinatra’nın “do be do be do” sözünü ilave edip bir tür aforizma oluşturmuştur. Fakat, hem gerçek yaşamında hem de kitaplarındaki eylemlerinden ya da aksine eylemesizliklerinden dolayı Sartre’ın tutumunu fazlasıyla tartışmalı bulduğum için ona karşı çok büyük bir sempati konusunda her daim çekingen kaldım. Melville’in Bartleby, Backett’in (hatta gerçekte Dante’nin) Belacqua Goncharov’un Oblomov’u ise en derin sevgimi ve saygımı kazanan karakterlerdir. Hiç biri, boş yere genel bir hoşgörüyü hak etmemiştir. Ve Amsterdam Hikayeleri’nin yazarı net bir biçimde ortaya çıkıp şunu söylemiştir: “Var olmak istiyorum, ve benim için yapmak: var olmamaktır.” (I want to be, and for me to do is: not to be)










sartre cartoon ile ilgili görsel sonucu

Beleşçi adlı ilk öykünün ana karakteri olan Japi, çalışmaktan imtina eden ve arkadaşlarından aşırarak yaşamını idame ettiren birisidir. Her şey onu tatmin eder, her şey sevindirebilir, şöyle ki; Japi’nin tek derdi, öyle söylüyor; “arada bir de olsa Walcheren’de tek bir olay yaşanmaması.” Bu, Japi’nin okul dünyasından ve sonrasında çalışma ortamından küçük bir konuşma: “On sekiz yaşına kadar önce okula gidersin... En tuhaf şeyleri öğrenmek zorunda kaldım... ‘Varisin miras bırakana ait borçlardan sadece iktisap ettiği şeylerin değeri oranında sorumlu olma hakkı.” Haydi, çevir bakalım bunu Fransızcaya. Bu, böyle yıllarca devam eder. Sonra peder bey, seni bir yazıhaneye yerleştirir. Orada bütün bunları, zarfları ya da pulları ıslatmak için öğrenmiş olduğunun farkına varırsın.”


İşin aslı, “NESCIO” zarfları ya da pulları ıslatmak için bilmesi gereken her şeyi ve daha fazlasını biliyordu. NESCIO, Hollandalı bir dükkan sahibinin oğlu, ithalat-ihracat işinde bir iş insanı, hepsinden öte dört çocuklu bir aile sahibi JHF Grönloh’un mahlası. Yazmak için çok az zaman bulabiliyor ve çok az yazıyor: Yazmasının temel saiki çok sevmesi ve bazı şeyleri anlatmak için aciliyet hissetmesi. Çok sıklıkla büyük bir düzenin içinde önemsizliğimizi anlatıyor, -dünyayı yok edecek büyük haberlerden değil- bazı şeylerin kutsal, başka bazı şeylerin harika olduğunu değil de bunların içinde önemsizliğimizi... Bu yönüyle yakın çağdaşı Robert Walser’e benziyor. Walser’in Berlin Hikayeleri de evrende yer bulan küçük bir adamı anlatmaktadır.


Hikayelerin büyük çoğunluğu I. Dünya Harbi zamanında ya da öncesinde geçmektedir. Meteliksiz sanatçıları, gece yarılarına kadar Hollanda cini içen, bolca sigara tüttüren sanatçılarıyla La Boheme’ye çok benziyor ama daha gerçekçi. İngilizce baskısında Joseph O’Neill’in mükemmel sunumunda söylediği üzere: “Memur sınıfının sosyal ve varoluşsal açmazı, azımsanmayacak bir memurun bizzat kendisi tarafından eşi görülmemiş bir edebi incelemeye tabi tutuluyor.” Fakat, NESCIO, bir iş insanı olarak süresiz olarak aynı şeyin yapılmaya devam edilemeyeceğini biliyordu. Japi, bir madenciyle kavgasından sonra kendi gölgesi oldu ve bir iş buldu. Ve Nazi istilası esnasında geçen en son hikayede anlatıcı, arkadaşı Flip’e dönüşmektedir. Flip, hepten perişan biridir, kafasının içindeki boşlukta edebildiğince hikayeyi ters yüz ediverir. Bu hikaye NESCIO’nun önceki çalışmalarının kodlarını taşır gibidir. NESCIO, büyük acı ve derinlik veren sözcüklerle geçmişi kendince yendien düzenler ve okuyucu böylece garip duygulara sahip oluverir.  “Bunlar yaşadığım ilk olaylı zamanlar değildi ve eğer Tanrının yardımıyla daha uzun ömrüm olacaksa, üçüncü savaşıma girecektim. Bazı şeylerin sessizlik sürecini sessizlik belirler. Bazı şeylerin sessizlik süreçleri sessizlikten kendi suskunluğundan beslenir, bugün kahraman olan küçük adam yarın da olacaktır, barış geldiğinde de küçük salak işinde azarlanacaktır.”


Yazan: Nicholas Lezard   Çeviri: Ahmet C. Sırkollu    Yayın: The Guardian      Tarih: 15. Mayıs. 2012

5 Aralık 2016 Pazartesi

dipsiz sessizlikte bir dost kavgası


gezi olayları ile ilgili görsel sonucu


















dipsiz sessizliği seçerim her kavgada
yar ile yaren ile
küserim gölgeme, ikindi vakitleri
düşerim bir türkünün peşine
yürürüm dağ başlarında
anız tarlalar, böğelekli manda sürüleri geçerim
akşam üstü, akşam altı
iki dize yazarım, bir kadeh öldürürüm içimde
soyka gönlümü seyreltirim
buzlu sular katarak
ışık alırım arkama
hüzün bindiririm omuzlarıma
yüküm yük
bir dosta doğru dönerim yüzümü
küfrederim komprador adlarıyla
karışır emekçininkilerle
seçerim inciltmeden
adlarımız bir de derim kızıl ağaç yapraklarına
adlarımız aynı da
niye yazgıda eksik yazılmış benim ömrüm
bir muhabbet tuttururuz iki kadim aşık
topraktan besili acılarımızla
ölürüz birimiz
birimiz bir çukurda bulunur geç bir vakit
birimiz işi bitmiş bir gürgene yaslanıp
cigara tüttürür
sala okunur apartuman aralarında kalmış güdük bir minareden
terli göyneklerini değiştirir varsıllar
süslü kadınlarla
otel odalarında
dumana rahmet düşer
don tutar elleri bir çocuğun
her yer savaş, her yer asker, her yer kan
cümle alem gafletinde
cümle alem uyur
üç beş adam
sakalından fazlası olmayan üç beş devrimci
bir kadın, en çok bir kadın
memelerinden beslenmiş bebeleri henüz yok
ısırır kahpe bir iktidarı
hepsi birden bir örgüt
toru topu üç beş kişi
hepsi birden bir ülke
cümleten ne kalablık
hepsi inançlı ve dik ve azaysız
insanın çoğulu
hepsi hasmı düzenin
dinlenmeye fırsat olmadan
düşerler
göz bebeklerinde iri kıyım polis postalları
içlerinde vuslat
sesli bir kavgada canhıraştırlar
dipsiz bir sessizliği seçmişlerdir oysa
bir dost kavgasında
ölmeden hemen önce...



m.doğan - mart 1983 / filistin

18 Ekim 2016 Salı

kadınlar ve kainat

bir rençper kadın, şafak ışığı eteklerinde
çay kenarında bal ayaklı arıların bulutlardan sıyrılışını izliyor(du)
biraz sonra nefesi kesilecek sarı traktör dolaşıyor(du)
kesekli tarlaların kertenkelelerini kovarak
kışlık, kara karıncalar aşıyor(du) vebalı ot yığınlarını
bereketi matemlerle bölünmüş köy haneleri
köy haneleri
kızıl tüylü köpekleri suya indirilmiş çobanlar
köpeğin çobanları
kısık sesli kavallar
hepsi birlik
koşuyor(du) meme uçlarına
rençper kadının
her şeyi kainat sustur(du)

bir öğretmen kadın, ay ışığı sokaklarında
şehrin,
geveze otobüs duraklarının bıkkınlığını sindiriyor(du)
hemen, her daim gelebilecekken, her daim geç kalan şoförler geçiyor(du) önünden
öğretmen kadının
heba edilmiş beklentileri çoğaltarak
çoğalarak
hayvansız, hücresiz hatta cansız sokaklar arşınlanıyor(du)
şehirde,
yoksulluğu hükümetlerle çoğaltılmış şehir evlerinde
tüylü süs köpekleri çıkartılmış şehir evlerinde
televizyon sesleri abartılı şehir evlerinde
koşuluyor(du) şişkin dudaklarına
öğretmen kadının
her şeyi kainat durdur(du)

kadınlar!
emekleri heba edilmiş, bizzat kendilerince
kadınlar! bizzat sevdiklerince
emekleri heba edilmiş
kadınlar!
hiç bizzat olmaya teşne olamayacaklar oysa
felekle kader arasında
tıpkıbasım
ansiklopedik yaşamlar seçiyorlar(dı)
kadınlar!
kuşüzümü koydular o gece
her pilavın içine
şehirde ve köyde
haneli yerleşkelerdi
sıcak su döktüler pirinç tanelerine
her er kişi niyetine
eski bir sevgiliyle yatarak ısındılar
ezel ile ebede arasında
kısa mesafelerde
kadınlar!
her şeyi kainat bitir(di)



efraim karakusunlu - mogan, ankara - 1986 

14 Ekim 2016 Cuma

Bob Dylan Nobel Alınca Yobazlar Geldi Aklıma

bob dylan ile ilgili görsel sonucu

İki kış önceydi. Bağlamaya “yobazkovar” adını verdiğimi duyan bir arkadaşım taklit olduğunu söyledi: Ar ederim oysa. “Çaldın,” diyecek de naif davranıyor, niye taklit edeyim ki? Niye çalayım? Geçmişim ellilerimi, yalan söyleme borcum mu var? Doğal olarak, "nerden çıkardın bunu?” dedim. Herkesin unuttuğu bir adam söylemiş, benzer bir sözü. Elli beş yıllık yaşamı karşıkoyuşlarla geçen, muhalif Amerikalı ozan Woody Guthrie... Arkadaşım Woody’i böyle tanımlıyordu. Handiyse yarım yüzyıl önce gitarına “bu makine faşistleri öldürür” diye sesleniyormuş. Gitar, pat diye faşist öldürür mü? Düşündüm, faşistlerin doğrudan canını almasa da müzik, edebiyat, sanat faşizmin azrailine benziyordu. “Woody haklı,” dedim. Ben de yıllardır “yobazkovar” diyorum, daha kibarım, daha alçak gönüllü. Lakin benim “yobazkovar” adını koymam tesadüfidir; Woody’den haberim yoktu. Oldu... Buldum şarkılarını. Fotoğrafındaki halini Sean Penn’e benzettim. Arkadaşımla birlikte dinledik, faşistleri korkutacak kısmı sözleri olmalıydı. Öyle! Bizim türkülerin ise sözleri keskindir, yobaz canı yakar ama müziği de acımasızdır. Ezgileri aklıma geldikçe çok rahatlıkla evimin bir köşesinde curadan divana kadar sıralı duran sazlarıma “yobazkovar” diyebiliyorum. 
Görsel sonucu

Bob Dylan’a Nobel edebiyat ödülü verilince yeniden aklıma düştü bu hikayem. Niye mi? Çünkü faşistsavar gitar adının sahiplenicisi Woody için Bob Dylan bir parça yazmıştı. Ben de severek dinlerim. Yaşımdan eski bir şarkıdır; Woody’i hak ettiği mertebeye yükseltir. Şimdi yetmiş beş yaşındaki Bob Dylan yirmili yaşların başında komünist Woody’e mesaj yollamaktadır. Düşündüm de bağlamayı ve halk müziğini seven yanım o Woody şarkısının sözlerini; Nobel almış Dylan için Türkçeye çevirmenin iyi olacağını söylüyor.(*) Buyurun:

Woody’e Şarkı... (Song to Woody)
Şuracıkta, memleketimden binlerce mil uzaktayım
Bir yolda yürüyorum, başka insanlar da düşmüşler
İnsanların ve eşyaların yeni dünyasını izliyorum
Duyun yoksullar, köylüler ve prensler, krallar duyun!

Hey, hey Woody Guthrie! Sana bir şarkı yazdım
Eğlenceli görünen eski bir dünya hakkında
Hasta ve aça benziyor, yorgun ve kopuk
Güçlükle doğurulmuş ve sanki can çekişiyor

Hey Woody Guthrie yine de senin bildiğini biliyorum
Söylediğim her şeyi ve misliyle de fazlasını
Sana bir şarkı söylüyorum ama yetersizce mırıldanmak benimkisi
Çünkü yapabildiklerini yapacak kadar insan yok

İşte! Cisco ve Sonny ve Leadbelly de
Ve pekçok iyi insan seninle birlikte göçüp gittiler
İşte! İnsanların ellerine ve yüreklerine değenler
Tozla geldiler rüzgarla gönderildiler

Ben de yarın çekip gideceğim ama bugün terk edebilirim
Birgün, bir yerlere uzanan yollara düşerim
Yapmak istediğim en son şey
Çok güç bir göçü başaracağımı söylemek olur.


Mustafa Doğan (Ekim 2016) 


(*) Bob Dylan abi 2014 yılında yetmiş yıllık şarkılarını bir kitapta toplatmış, ederi 254 yunaytıdsiteytofamerika doları, yani kargosu filan derken asgari ücret. Ayıp etmiş demiyorum, yıl olmuş 2016.

3 Eylül 2016 Cumartesi

hadi adaya gidelim

hadi adaya gidelim
elimizde uçurtma, kuyruğu şimdilik sarılı
cebimizde şeker, iğde, ceviz içi
aklımızı kadınlara kaptırmışız
benimki oynaş, seninki hatıra defteri yazıyor
her gece hilali bekleyerek
denizi aşarız vapurun kıçında
yağrımızı veririz bir duldaya
yakarız kaçak cigarayı
iki fırt çeksek macera

hadi adaya gidelim
eski sevgililerimizi parlatırız
rakı sofrasında
sarhoş olurum, beni asarsın
sır veririm, susturma beni
sır ver, nasılsa söylemişindir hepsini

hadi adaya gidelim
dönüşte ölürüm, dost değil misin
yıka beni, temizle, kurut ve as
asarsın beni
körle ayakucuna bir öksüzün
yerimi haber ver
varsa kaale alanım
sen bilirsin

hadi adaya gidelim
hemen şimdi
aylardan nisan
sene, askeralımı
kalırsak aşık olduğumuzu
unutacağız
ikimiz birden

(12.04.1987 - Bostancı ) Arif Turgay Baselligil

25 Nisan 2016 Pazartesi

Güzel Kadınlar ve Dolmakalem

Dumanım başkasının dumanına karışıyor
Ölü bebeklerin ruhuyla
Belki yukarı çıkıyordur
Bir yerlere
Sen bilmiyorsun
Ölüm soğuk mu sıcak mı
Onu da ben bilmiyorum
Deniz köpükleri var işte
Bolca motor gürültüsü
Senin ruhunu bulup
Kendime bile katamıyorum
Aç martılar çekilmiş
Güneş bir umut veriyor bir kaçıyor
O halde
Bugün sadece sessizlik lazım bana
Köklerimi bile karıştırmışım
Gitmeli
Sararmış bir kitaba binip gitmeli
Sararmış kitabı okuyan adamı alt etmeliyim önce
Haydi
Gücüm yok vazgeçtim
Herkes anı depoluyor
Titreyen elleriyle bakacaklar bir gün
Toplu anılar keşmekeşine
Ben hep sadece izliyorum
Bellek silme dolu
Ne kıyasım var ne isteğim
Güzel kadınlar var hep ve dolmakalemler
Çılgın dalgaları denizin
İnsan kaçıran vapuru dolduran
Bir sigara yakıp kız kulesine nazire yapmalı
Vakit o vakit
Terk edilmiş gazetede bir gözüm
 Devrilmiş çay bardağını izliyor ötekisi
Gün Nasıl biter
Hayat Nasıl biter
Bensiz iyi misin sahi

KraliçEce - 24 Nisan 2016 Kadıköy

24 Nisan 2016 Pazar

Andrés Neuman ile Yalnız Konuşmalar

 


Andres Neuman’ın ilk kitabı “Bariloche” daha yirmi ikisindeyken basıldı. Kitap, İspanya’nın en prestijli ödüllerinden birisi olan Herralde Prize’da finale kaldı. Çok sayıda beğeni eleştirisi aldı. Şilili yazar Roberto Bolano Neuman hakkında; “21’nci yüzyıl edebiyatı Neuman ve çok az sayıda kan kardeşine ait olacak,” dedi. Neuman ayrıca çok üretken de bir yazar olmayı başarmıştır: Bugüne kadar yirmi civarında romanı, şiiri, aforizmaları, kısa öyküsü ve denemesi yayımlandı. İspanyol Ulusal Eleştirmenler Ödülü’nü ve Alfaguara Ödülü’nü kazandı. 2010 yılında Granta tarafından en iyi yirmi iki İspanyolca yazan genç yazar arasına seçildi. Yazdıkları on yedi değişik dile çevrildi.
“Traveler of the Century,” romanı Amerika ve İngiltere’de listelerde en iyiler arasında yer aldı.
Aşağıdaki söyleşide Neuman, New York’ta PEN festivalindedir. Elianna Kan ile bazen İngilizce ve bazen de İspanyolca konuşurlar. Neuman İngilizce konuşurken duraksar, boşluklar oluşur. Elianna’ya göre –şaka tabi- Neuman o anlarda diğer hallerine göre daha gizemlidir.

Elianna Kan: İngilizce’de yalnızca iki kitabın var: Traveler of the Century ve Yalnız Konuşmalar. Oysa biz senin çok üretken bir kısa öykü yazarı, şair ve denemeci olduğunu da biliyoruz. Farklı türler bunlar. Diyelim şiir yazmayı seçtin, romana ya da kısa öykü yazmaya göre daha fazla ya da daha az özgürleştirici bulduğun oluyor mu?
Andrés Neuman: Evet, sanıyorum şiir yazmak mutlu bir yoldan çıkma alemi. Tür konusuna çok fazla inanmıyorum. Dürüstçe söyleyeyim; tahminimce hepsi üzerinde çalıştım ve sonunda baktım ki; sınırlarda dolaşıyorum. Aynı şey, iki ülkede yaşama zorunluluğum nedeniyle, kimlik tanımlamamda da oldu. Dolayısıyla sanıyorum ki; ne tür konusnunda ne de yurt konusunda bir saflığım yok.
Yine de şiirin çok özel bir çeşit özgürlüğü olduğunu düşünüyorum. Bir şeyi ta ki söyleyene ya da onu kusursuz hale getirene kadar hemen hemen ne diyeceğinizi bilmiyorsunuz.  Sözdiziminde yüzde yüz doğaçlama halinde olmak... İşte bu çok özel bir özgürlük biçimi. Öte yandan da hem tehlikeli hem de  güçlü. Böylesi bir özgürlükle aptalca şeyler yazmak çok kolay. Sözdiziminin sonunda bir manaya ulaştığınızda hala çok hareketli olduğu ortaya çıkacak. Şöyle diyebiliriz; sözdiziminde bir şeyler söylemek için arayış, canlı varlık gibidir. Beş yüz sayfa bir romanın böyle radikal bir metotla yazılabileceğini sanmıyorum.

EK : Şunu mu söylüyorsun; şiir içerik arayışının olduğu bir biçimdir. Öte yandan romanı ele alırsak, içerik biçimden önde yer almaya gereksinim duyar.
AN : Bu kadar uç noktada değil tabi. Basitçe söylersem şiirle diğerleri arasındaki ana ayrımdır. Sonuçta yazmanın özü ne düşündüğünü ya da duyumsadığını bilmektir. Dahası yazmak, belirli düşünceleri ve görüşleri iletmektir. Ancak bu türden bir keşif, zamanın yüzde yüzünün şiire harcanmasıyla olur. Oysa deneme ya da romanlarda olduğu gibi, diğer tarzlarda araştırma aşaması vardır, tasarlama aşaması vardır. Bir kere yazamaya başlarsınız ve bütün planlarınız değişir. İşte bu, bir roman planlama hakkındaki en güzel şeyidir.  Planladığımın da olmayacağını bilirim ama yine de destek ya da iskelet mahiyetinde o plana gereksinim duyarım. Bir tür yolculuk gibidir. Önünüzdeki yolculuk hakkında fazlasıyla düşünmek, yapacağınız yolculuktan daha heyecanlıdır. Elinizde gezeceğiniz yerlerin bir listesi vardır, yeni güzergahınızın daha ilk saatinde bambaşka bir şey bulursunuz ve elinizdeki listedeki her yeri kaçırırsınız. Ama yine de sizin bir planınız olduğu için oradasınızdır. O gezinizde vardığınız ilk yer var ya; o bıraktığınız planın sayesindedir.

EK : Bir keresinde şöyle demiştin: “Şiirin bir ana dili yoktur.” Buradaki söylediğin şey, şiirin bir üst dili olduğu mu? Bu her türden sınırlamanın, sınıflandırmanın ötesinde bir şey.
AN : Hayır. Ben o kadar romantik olamam. Şiir hala çeşitli filitrelere tabidir: kültürel, ideolojik, cinsiyete dayalı... İfade etmeye çalıştığım şey; söylemeye çalıştığınızı nasıl söyleyebileceğinizi algılamakla ilgili. Bu deneyim, pek çok yabancı dildeki konuşmalarda var. Bunları ortaya çıkarmak şiirin hedefidir. Her bir sıfat çok ilginçtir, öyle duyumsamalısınız ya da dilin melodisine dikkatinizi harcamalısınız. En küçük ve en ilgisiz müzikal ayrıntılarıyla büyülenirsiniz. Dile dair bu tavrınızın nedeninin; - sanılanın aksine - sizin patolojik bilinçaltınızın dilbilime dair kuşkular içermesi olduğunu düşünüyorum. Bu da olasılık dahilinde, zira şiir ve yabancı dil ortaklığı mevcut. Sonuç olarak, Conrad, Nabokov, Backett ya da Charles Simic gibi yabancı dilde yazanların her seferinde yaptığı gibi, edebi yazım eyleminin altında yatan, yalnızca süreci abartmaktır.

EK : Ya kısa öykü? İspanyolca pek çok sayıda kısa öyküden oluşan seçkiniz var. Bu tarz size ne veriyor?
AN : Aslına bakarsanız, çok heyecanlandığımı söylemeliyim. Ağustos ayında İngiltere’de  kısa öykülerimden oluşan  bir seçki basılacak. İngilizce “The Things We Don’t Do” ( Las Cosas Que No Hacemos – Yapmayacağımız Şeyler) adıyla. Kısa öyküler, yazmaya başladığımda üzerine çok sıkı çalıştığım bir tarzdır. Kısmen Arjantinli bir yazar olarak kısa öyküye her zaman fazlaca saygın bir yer ayırdım. Uzun öykü geleneğinden olmayan, Amerikan tarzı, kırk, elli, atmış sayfalık şeyler. İlginç bir uzunluktalar çünkü daraltılmış novellalara benziyor, daha doğrusu Latin Amerika’nın kısa, çok kısa geleneksel öykülerinden bahsediyorum.  Borges – ya da Cortazar – uzunluğunda. Felisberto Hernández, Juan José Arreola, Virgilio Piñera, Augusto Monterroso, tüm bu öykü anlatıcıları, bir öyküyü anlatmak için iki, üç ya da dört sayfadan fazlasına gereksinim duymadı. Çalışırken kendinizi uzunluğu konusunda kısıtlarsanız şiire benzer şeyler yapmak zorunda olursunuz, böylece kısa öyküyle şiirsel üretimle öykü arasında bir tür sınır yapılabilir. Ben, şiirin yeteneğiyle bir öyküyü anlatabilmek için ilgilendim ve bir öykünün yeteneğini de dille olağanüstü bir şeyler yapabilmek için...

EN : Özellikle Latin Amerika’nın edebiyat geleneğinde yer alan kısa öykü hakkında konuşuyorsun. Şimdi, tanımlamalarından yola çıkarsak, bir yazar ve bir eleştirmen olarak, sık sık İspanya ve Latin Amerika arasındaki sınırı işgal eden türden konuşmalar yapıyorsun. İspanya’da yaşadın ve Arjantin’de doğdun. Latin Amerika’dan aldığın bazı şeyler var, fiziki olarak yaşadığın İspanya’nın yazına katkı mahiyetinde gerçekleşen şeyleri var.  Bir yazar olarak bunları sığındığın limanlar olarak tanımlamak ne derecede doğru kabul edebileceğin duygular?
AN : Latin Amerika’da doğmak ve İspanya’ya taşınmakta olağanüstü bir şey yok. Ama benim göçüm daha çocukken oldu. Böylece iki ayrı ulusal eğitim aldım ve sonsuza kadar da ulusal aitliğimi yitirmeme yol açtı. Göç benim fikrim de değildi. Ailemindi. Kocaman, asabi ve merkezi bir şehir olan Buenos Aires’ten, İspanya’nın güneyinde küçük, sakin bir kasabaya taşındık. Doğal olanı, Buenos Aires’ten Madrid’e göç etmekti ama yalnızca ülkemi değiştirmiş olmadım böylece ritmim de değişti. Özellikle Granada’ya göç eden çok fazla Latin Amerikalı yazar olduğunu sanmıyorum. Bunun manası şuydu; toplumsal kodlarımı yeniden öğrendim ve üstüne kat ettiğim yolda ana dilimi yeniden öğrenmek zorunda kaldım. Eğer yetişkinseniz ve aksanınız varsa yabancı bir tip olarak çekici ve hatta seksi olabilirsiniz. Ama on iki yaşındaysanız bunları düşünmezsiniz. Liseye gittiğinizde, bir yerlere ait olmaya çalışırsınız, ben hiçbir yere ait değildim. Çok çabuk olarak, her zaman fark edilemeyecek Endülüs aksanını geliştirdim. Çünkü ilk aylarımda “buen dia” diyordum ve herkes gülüyordu. Çünkü o; “buenos dias”tı. Uds diyordum ama vosotoros demem gerekiyordu. Bir yabancı olarak bakılırsa, basit bir cümle kuramıyordum.
Şimdi, İspanya’dan dışardayken açıkçası iki ayrı aksana sahip oldum. Hiçbir çaba sarf etmeden Arjantin aksanıyla konuşabiliyorum ama öte yandan yirmi yıldır da Granada’da yaşıyorum. Eşim İspanyol, annem İspanya’da öldü, bunların benim için çok büyük anlamı var. Annem Arjantin’de doğmuştu İspanya’da öldü. Hadi bakalım, gidip kendinize bir kıyı seçin. Seçemezsiniz. Tüm bu biyografik olaylar coğrafyaya, öyküsünü anlattığınız mekana, karakterlerin kökenine doğru bana yabancılaşma duygusu verdi. Ve yıllarca sonra, bu konular benim yazdıklarımın merkezi olacaktı.


EN : Nasıl yani?
AN : Bazen romanlarımda, kahramanların nereli oldukları belli değildir ya da sürekli olarak göç ederler. Memleketlerini yitirmiş karakterler değildir onlar; ama okuyucu memleketin başlangıcı nedir bilmezler. Örneğin, Yalnız Konuşmalar’da baba ve oğlu, birlikte bir yolculuk yapıyor. Bir kamyonun içindeler ve Latin Amerika ile İspanya’yı buluşturan bir yol geçiyorlar. Geçmekte olan manzara bazen İspanya’nın güneyi, derken aniden Patagonya sınırı oluyor ya da Meksika ile ABD arasındaki sınır. Hem baba, hem de oğul, geçtikleri yerlerdeki gördükleri güzel manzarayı çok iyi biliyorlar ama okuyucu “hangi lanet ülke burası” diye sık sık merak ediyor.
Sanırım okuyucuyu var olduğunu umduğum, belki olmayan, belki de kayıp yolları bulmaya zorladım. Oysa bulmaları olanaksızdı; benim düşlediğim yollardı onlar. Aynı dille bölünmüş iki kıyıyı birleştiren yollar.

EK : Hayal edilen yerler hakkında konuşmalar, daha doğrusu hasretini duyduğunuz halde dönemeyeceğiniz yerler; Yalnız Konuşmalar’a yönlendiriyor. Mario ile birlikte oldukları bir fotoğraf Elena’ya şöyle düşündürüyor: Bu aralar ilk zamanlarımızdaki fotoğraflarımıza bakma ihtiyacı duyuyorum, gençliğimizi gizlice gözetler gibi. İkimizin de mutlu, gelecekten endişesi olmayan hallerimize baktıkça bazı gerçekleri tekrar keşfediyorum. Geçmişin benim icadım olmadığını da. Zamanın bir yerinde biz oralardaydık. Bu bana hemencecik La Grande Bellezza filmini düşündürtüyor. Filmin ana karakteri sık sık ilk aşkın anısını sanki tek gerçekmiş gibi yeniden yaşar, yeniden ziyaret eder. İlk romanın Bariloche’deki kızıl kafalı kızın işlevi de pastoral bir geçmişin sonsuzluk simgesi gibi  Demetrio ile aynı.
AN : Gençken daha romantiktim. En felsefi anlamıyla romantik. Şu an en önemlisinin ilk aşk olduğunu düşünmüyorum. Başlangıç gerçektir diye düşünmüyorum.


EK : İyi de ilginç olan şey şu ki;  bu insanların sık sık geri döndükleri yer anıları. Doğru değil mi?
AN : Elbette, karakterlerimden bazıları buna inanıyor çünkü kültürel kodlarımız özcül çapalardan imal edilmiştir. Belli ölçülerde belirliliğe gereksinim duyarız ve o belirlilik bizim köklerimizde vardır. Hepimizin mitlere gereksinimi vardır ama bunlar benim mitlerim değil artık. Şimdi daha çok değişime inanıyorum. Ve Yalnız Konuşmalar’da aslında Elena’nın farklı şeyler hakkında konuştuğunu düşünüyorum. Elena ilk deneyimleri ya da kişiliğin kökleri hakkında konuşmuyor, esas konuştuğu; belleğin ne olduğu ve belleğin şimdiyi nasıl yeniden inşa ettiğidir. Bu öykücülüğün yansımasıdır çünkü bu resimler olmadan evliliğinden emin olamayacak, belki bu adam asla olmamıştır, belki o hiç olmamıştır. Dilin nasıl olduğunu göstermek için alıntıladığın bu pasaj, bu olaydaki görüntüsüyle, benim için gerçeği nasıl tanımladığımızın bir teyididir.

EK : Doğru, çünkü Elena’nın kendini, duygularını, deneyimlerini doğruladığı yerler öteki kişilerin sözcükleri, kendi deneyimlerinde değil de öteki insanların metinlerinde... Ölmekte olan kocasının bakımına daha çok dalmışken, daha bir delice okuyor, kendi deneyimini tanımlayabilecek sözcükler bulamazken diğer insanların dilini istimlak ediyor.
AN : İstimlak etme sözcüğünü sevdim. Çok uygun olduğunu düşünüyorum. Elena’nın işi kitapların sözcüklerinin altını çizmek, o da mecburi bir altçizici. Bir öğretmen, o bir bakıcı, çok şaşkın bir aşık, ama bütün bunlardan öte, onun bir altçizici olduğunu düşünüyorum. Tıpkı romanda bazı hususlarda söylediği gibi; “Söylemeye çalıştığım bazı şeyleri bir kitap bana anlattığında, sözcükleri kendime mal etme hakkımın olduğunu duyumsuyorum, sanki onlar önceden benimmiş ve ben de geri almışım gibi.”

EK : Doğruladın.
AN : Evet. Elena’nın duyguları gerçek çünkü aynı şeyi duyumsamış başka biri de var, bunlar serap değil. Biri ötekinin hala orada durduğuna emin olana Elena için altını çizme, düşüncelerini kabul ettirmenin bir yolu. Sevişirken de aynı şeyi yapıyor. Okuma ve seks: bunlar ölüme karşı onun iki silahı. Bunun için Elena’yı suçlayamayız. Tahminimce daha iyisi de yok.
Elena, aşığıyla birlikte bu çok şaşkınca ilişkiye daldıkça, birbirlerinin hala orada olup olmadığına emin olmak için karşılıklı taciz ettiklerini söylüyor. Ölüm deneyimini paylaşıyorlar. Eğer sevdiğin birisi ölüyorsa bedeninin orada gerçekten var olup olmadığına dair, anının gerçek olup olmadığına dair kuşkuya düşüyorsun. Yaşamından önemli olan biri yok olacaksa, belleğin yanan sönen bir ampulün ışığı gibi titremeye başlıyor. Bu nedenle Elena, hala aşığının vücudunda canlılığını ispatlama ve ölenle ölünmediğini kanıtlama arayışında. Sahip olduğu düşünceleri ve duyguları kanıtlamak için de kitapları kullanıyor. Uçup gitmediler, hala birilerinin kitaplarında da duruyorlar.
Önceki söylediğine benzer şekilde, Elena fotoğrafları yeniden okuyor, Mario’yu geri getirmek gayesiyle değil, belleğini yeniden eğitmek, belleğini yeniden öykülemek gayesiyle. Tıpkı Elena’nın geçmişini yeniden okumasına benziyor. Fakat o geçmiş anlamını her zaman değiştirir. Bu sebeple, benim yeniden okumayı seçmem huzurlu bir geçmişe geri dönüşle alakalı değil. Çünkü bir kitabı yeniden okurken yine aynı anlamı çıkaramazsın ve bir bellek  her zaman aynı anlama sahip değildir. Bu anlattıklarım başlangıçla ilgili. Herhangi bir yere dönüşle ilgili değil.

EK : Peki, Elena’nın okuduğu o metinler nedir?
AN : Benim çok sevdiğim kitaplarımdan Elena tarafından alıntı yapılıyor. Elbette tüm kitaplarımdan değil. Seçtiklerim yalnızca yitirdiklerimizle ilgili olanlardır. Alıntılar bir hastalıkla da ilgili değildir, bir hastabakıcının yitirdikleriyle ilgili bir kitaptır. Ya da dahası, hastalığın özel bir parçası da olan, başka birinin hastalığıyla ilgilenen spesifik ve kandırmacalı bir kitapla ilgili... Bu nedenle hastalanmış bir karakter olarak Mario’dan daha çok bir hastabakıcı olan Elena ile daha fazla ilgilendim. Yaşamadan zevk almak için, birisinin sahip olduğu hakkın çok dolambaçlı keşfiyle ve üzüntü ve aşamalarının süreciyle daha fazla ilgilendim. Mario’nun dediği gibi; “yaşamdan zevk almak çok zor bir iştir.” Bu, asla gerçekten ustalık seviyesine gelemeyeceğiniz bir sanat türü.

EK : Ve Elena’nın günlüğü ona ait olmayan, dışarıdan sesler tarafından ele geçirilmiş olur. Yakınındaki Mario’nun ölümünü alır günlüğe. Daha zor olanı da bunun Elena’nın kendi yaşamında bulduğu bir şey, bir eğlence olması. Belki bir boşalmadır (katarsis).
AN : Kesinlikle. Yaşam daha suskun hale geliyor, sahip olacağı daha çok sözcüğe gereksinim duyuyor. Sonuçta başkalarının sözcüklerinin yardımıyla olsa bile bu kendi kendine baskı ve dışarıya anlatma gereksinimi arasında dengenin yansımasıdır. Ve Elena’nın günlüğüne aktaramadığım, uygun olmayan pek çok yazar vardı. Gerçekte, neredeyse hiç şiir alıntısı yok.

EK : Neden?
AN : Çünkü makul olduğunu düşünmedim. Eğer Elena öykü ve denemeler okursa bunun daha etkili olacağını düşündüm. Bu sebeple de tüm şiirlerim dışarıda kaldı; Rilke, Cesar Vallejo, Wislawa Szymborska... Fakat şimdi düşündüm de; Traveler of the Century şiir çevirisi hakkında çok fazla şey söyleyen bir kitaptı. Şiir çevirisi yapan iki kişi arasındaki bir aşk öyküsü. Öykü üzerine odaklanmak daha adildi.
Traveler of the Century  şiirde çeviri üzerine odaklanan bir aşk öyküsüdür, pek çok şey arasında sanırım söyleyeceğim budur. Yalnız Konuşmalar öykü okuması üzerine  odaklanan üzücü bir anlatım. Hepsi bu...

Yazar ile yapılan bu röportaj The American Reader'da yayınlanmıştır. Çeviri KitapSevenlerle tarafından yapılmıştır.