24 Nisan 2016 Pazar

Andrés Neuman ile Yalnız Konuşmalar

 


Andres Neuman’ın ilk kitabı “Bariloche” daha yirmi ikisindeyken basıldı. Kitap, İspanya’nın en prestijli ödüllerinden birisi olan Herralde Prize’da finale kaldı. Çok sayıda beğeni eleştirisi aldı. Şilili yazar Roberto Bolano Neuman hakkında; “21’nci yüzyıl edebiyatı Neuman ve çok az sayıda kan kardeşine ait olacak,” dedi. Neuman ayrıca çok üretken de bir yazar olmayı başarmıştır: Bugüne kadar yirmi civarında romanı, şiiri, aforizmaları, kısa öyküsü ve denemesi yayımlandı. İspanyol Ulusal Eleştirmenler Ödülü’nü ve Alfaguara Ödülü’nü kazandı. 2010 yılında Granta tarafından en iyi yirmi iki İspanyolca yazan genç yazar arasına seçildi. Yazdıkları on yedi değişik dile çevrildi.
“Traveler of the Century,” romanı Amerika ve İngiltere’de listelerde en iyiler arasında yer aldı.
Aşağıdaki söyleşide Neuman, New York’ta PEN festivalindedir. Elianna Kan ile bazen İngilizce ve bazen de İspanyolca konuşurlar. Neuman İngilizce konuşurken duraksar, boşluklar oluşur. Elianna’ya göre –şaka tabi- Neuman o anlarda diğer hallerine göre daha gizemlidir.

Elianna Kan: İngilizce’de yalnızca iki kitabın var: Traveler of the Century ve Yalnız Konuşmalar. Oysa biz senin çok üretken bir kısa öykü yazarı, şair ve denemeci olduğunu da biliyoruz. Farklı türler bunlar. Diyelim şiir yazmayı seçtin, romana ya da kısa öykü yazmaya göre daha fazla ya da daha az özgürleştirici bulduğun oluyor mu?
Andrés Neuman: Evet, sanıyorum şiir yazmak mutlu bir yoldan çıkma alemi. Tür konusuna çok fazla inanmıyorum. Dürüstçe söyleyeyim; tahminimce hepsi üzerinde çalıştım ve sonunda baktım ki; sınırlarda dolaşıyorum. Aynı şey, iki ülkede yaşama zorunluluğum nedeniyle, kimlik tanımlamamda da oldu. Dolayısıyla sanıyorum ki; ne tür konusnunda ne de yurt konusunda bir saflığım yok.
Yine de şiirin çok özel bir çeşit özgürlüğü olduğunu düşünüyorum. Bir şeyi ta ki söyleyene ya da onu kusursuz hale getirene kadar hemen hemen ne diyeceğinizi bilmiyorsunuz.  Sözdiziminde yüzde yüz doğaçlama halinde olmak... İşte bu çok özel bir özgürlük biçimi. Öte yandan da hem tehlikeli hem de  güçlü. Böylesi bir özgürlükle aptalca şeyler yazmak çok kolay. Sözdiziminin sonunda bir manaya ulaştığınızda hala çok hareketli olduğu ortaya çıkacak. Şöyle diyebiliriz; sözdiziminde bir şeyler söylemek için arayış, canlı varlık gibidir. Beş yüz sayfa bir romanın böyle radikal bir metotla yazılabileceğini sanmıyorum.

EK : Şunu mu söylüyorsun; şiir içerik arayışının olduğu bir biçimdir. Öte yandan romanı ele alırsak, içerik biçimden önde yer almaya gereksinim duyar.
AN : Bu kadar uç noktada değil tabi. Basitçe söylersem şiirle diğerleri arasındaki ana ayrımdır. Sonuçta yazmanın özü ne düşündüğünü ya da duyumsadığını bilmektir. Dahası yazmak, belirli düşünceleri ve görüşleri iletmektir. Ancak bu türden bir keşif, zamanın yüzde yüzünün şiire harcanmasıyla olur. Oysa deneme ya da romanlarda olduğu gibi, diğer tarzlarda araştırma aşaması vardır, tasarlama aşaması vardır. Bir kere yazamaya başlarsınız ve bütün planlarınız değişir. İşte bu, bir roman planlama hakkındaki en güzel şeyidir.  Planladığımın da olmayacağını bilirim ama yine de destek ya da iskelet mahiyetinde o plana gereksinim duyarım. Bir tür yolculuk gibidir. Önünüzdeki yolculuk hakkında fazlasıyla düşünmek, yapacağınız yolculuktan daha heyecanlıdır. Elinizde gezeceğiniz yerlerin bir listesi vardır, yeni güzergahınızın daha ilk saatinde bambaşka bir şey bulursunuz ve elinizdeki listedeki her yeri kaçırırsınız. Ama yine de sizin bir planınız olduğu için oradasınızdır. O gezinizde vardığınız ilk yer var ya; o bıraktığınız planın sayesindedir.

EK : Bir keresinde şöyle demiştin: “Şiirin bir ana dili yoktur.” Buradaki söylediğin şey, şiirin bir üst dili olduğu mu? Bu her türden sınırlamanın, sınıflandırmanın ötesinde bir şey.
AN : Hayır. Ben o kadar romantik olamam. Şiir hala çeşitli filitrelere tabidir: kültürel, ideolojik, cinsiyete dayalı... İfade etmeye çalıştığım şey; söylemeye çalıştığınızı nasıl söyleyebileceğinizi algılamakla ilgili. Bu deneyim, pek çok yabancı dildeki konuşmalarda var. Bunları ortaya çıkarmak şiirin hedefidir. Her bir sıfat çok ilginçtir, öyle duyumsamalısınız ya da dilin melodisine dikkatinizi harcamalısınız. En küçük ve en ilgisiz müzikal ayrıntılarıyla büyülenirsiniz. Dile dair bu tavrınızın nedeninin; - sanılanın aksine - sizin patolojik bilinçaltınızın dilbilime dair kuşkular içermesi olduğunu düşünüyorum. Bu da olasılık dahilinde, zira şiir ve yabancı dil ortaklığı mevcut. Sonuç olarak, Conrad, Nabokov, Backett ya da Charles Simic gibi yabancı dilde yazanların her seferinde yaptığı gibi, edebi yazım eyleminin altında yatan, yalnızca süreci abartmaktır.

EK : Ya kısa öykü? İspanyolca pek çok sayıda kısa öyküden oluşan seçkiniz var. Bu tarz size ne veriyor?
AN : Aslına bakarsanız, çok heyecanlandığımı söylemeliyim. Ağustos ayında İngiltere’de  kısa öykülerimden oluşan  bir seçki basılacak. İngilizce “The Things We Don’t Do” ( Las Cosas Que No Hacemos – Yapmayacağımız Şeyler) adıyla. Kısa öyküler, yazmaya başladığımda üzerine çok sıkı çalıştığım bir tarzdır. Kısmen Arjantinli bir yazar olarak kısa öyküye her zaman fazlaca saygın bir yer ayırdım. Uzun öykü geleneğinden olmayan, Amerikan tarzı, kırk, elli, atmış sayfalık şeyler. İlginç bir uzunluktalar çünkü daraltılmış novellalara benziyor, daha doğrusu Latin Amerika’nın kısa, çok kısa geleneksel öykülerinden bahsediyorum.  Borges – ya da Cortazar – uzunluğunda. Felisberto Hernández, Juan José Arreola, Virgilio Piñera, Augusto Monterroso, tüm bu öykü anlatıcıları, bir öyküyü anlatmak için iki, üç ya da dört sayfadan fazlasına gereksinim duymadı. Çalışırken kendinizi uzunluğu konusunda kısıtlarsanız şiire benzer şeyler yapmak zorunda olursunuz, böylece kısa öyküyle şiirsel üretimle öykü arasında bir tür sınır yapılabilir. Ben, şiirin yeteneğiyle bir öyküyü anlatabilmek için ilgilendim ve bir öykünün yeteneğini de dille olağanüstü bir şeyler yapabilmek için...

EN : Özellikle Latin Amerika’nın edebiyat geleneğinde yer alan kısa öykü hakkında konuşuyorsun. Şimdi, tanımlamalarından yola çıkarsak, bir yazar ve bir eleştirmen olarak, sık sık İspanya ve Latin Amerika arasındaki sınırı işgal eden türden konuşmalar yapıyorsun. İspanya’da yaşadın ve Arjantin’de doğdun. Latin Amerika’dan aldığın bazı şeyler var, fiziki olarak yaşadığın İspanya’nın yazına katkı mahiyetinde gerçekleşen şeyleri var.  Bir yazar olarak bunları sığındığın limanlar olarak tanımlamak ne derecede doğru kabul edebileceğin duygular?
AN : Latin Amerika’da doğmak ve İspanya’ya taşınmakta olağanüstü bir şey yok. Ama benim göçüm daha çocukken oldu. Böylece iki ayrı ulusal eğitim aldım ve sonsuza kadar da ulusal aitliğimi yitirmeme yol açtı. Göç benim fikrim de değildi. Ailemindi. Kocaman, asabi ve merkezi bir şehir olan Buenos Aires’ten, İspanya’nın güneyinde küçük, sakin bir kasabaya taşındık. Doğal olanı, Buenos Aires’ten Madrid’e göç etmekti ama yalnızca ülkemi değiştirmiş olmadım böylece ritmim de değişti. Özellikle Granada’ya göç eden çok fazla Latin Amerikalı yazar olduğunu sanmıyorum. Bunun manası şuydu; toplumsal kodlarımı yeniden öğrendim ve üstüne kat ettiğim yolda ana dilimi yeniden öğrenmek zorunda kaldım. Eğer yetişkinseniz ve aksanınız varsa yabancı bir tip olarak çekici ve hatta seksi olabilirsiniz. Ama on iki yaşındaysanız bunları düşünmezsiniz. Liseye gittiğinizde, bir yerlere ait olmaya çalışırsınız, ben hiçbir yere ait değildim. Çok çabuk olarak, her zaman fark edilemeyecek Endülüs aksanını geliştirdim. Çünkü ilk aylarımda “buen dia” diyordum ve herkes gülüyordu. Çünkü o; “buenos dias”tı. Uds diyordum ama vosotoros demem gerekiyordu. Bir yabancı olarak bakılırsa, basit bir cümle kuramıyordum.
Şimdi, İspanya’dan dışardayken açıkçası iki ayrı aksana sahip oldum. Hiçbir çaba sarf etmeden Arjantin aksanıyla konuşabiliyorum ama öte yandan yirmi yıldır da Granada’da yaşıyorum. Eşim İspanyol, annem İspanya’da öldü, bunların benim için çok büyük anlamı var. Annem Arjantin’de doğmuştu İspanya’da öldü. Hadi bakalım, gidip kendinize bir kıyı seçin. Seçemezsiniz. Tüm bu biyografik olaylar coğrafyaya, öyküsünü anlattığınız mekana, karakterlerin kökenine doğru bana yabancılaşma duygusu verdi. Ve yıllarca sonra, bu konular benim yazdıklarımın merkezi olacaktı.


EN : Nasıl yani?
AN : Bazen romanlarımda, kahramanların nereli oldukları belli değildir ya da sürekli olarak göç ederler. Memleketlerini yitirmiş karakterler değildir onlar; ama okuyucu memleketin başlangıcı nedir bilmezler. Örneğin, Yalnız Konuşmalar’da baba ve oğlu, birlikte bir yolculuk yapıyor. Bir kamyonun içindeler ve Latin Amerika ile İspanya’yı buluşturan bir yol geçiyorlar. Geçmekte olan manzara bazen İspanya’nın güneyi, derken aniden Patagonya sınırı oluyor ya da Meksika ile ABD arasındaki sınır. Hem baba, hem de oğul, geçtikleri yerlerdeki gördükleri güzel manzarayı çok iyi biliyorlar ama okuyucu “hangi lanet ülke burası” diye sık sık merak ediyor.
Sanırım okuyucuyu var olduğunu umduğum, belki olmayan, belki de kayıp yolları bulmaya zorladım. Oysa bulmaları olanaksızdı; benim düşlediğim yollardı onlar. Aynı dille bölünmüş iki kıyıyı birleştiren yollar.

EK : Hayal edilen yerler hakkında konuşmalar, daha doğrusu hasretini duyduğunuz halde dönemeyeceğiniz yerler; Yalnız Konuşmalar’a yönlendiriyor. Mario ile birlikte oldukları bir fotoğraf Elena’ya şöyle düşündürüyor: Bu aralar ilk zamanlarımızdaki fotoğraflarımıza bakma ihtiyacı duyuyorum, gençliğimizi gizlice gözetler gibi. İkimizin de mutlu, gelecekten endişesi olmayan hallerimize baktıkça bazı gerçekleri tekrar keşfediyorum. Geçmişin benim icadım olmadığını da. Zamanın bir yerinde biz oralardaydık. Bu bana hemencecik La Grande Bellezza filmini düşündürtüyor. Filmin ana karakteri sık sık ilk aşkın anısını sanki tek gerçekmiş gibi yeniden yaşar, yeniden ziyaret eder. İlk romanın Bariloche’deki kızıl kafalı kızın işlevi de pastoral bir geçmişin sonsuzluk simgesi gibi  Demetrio ile aynı.
AN : Gençken daha romantiktim. En felsefi anlamıyla romantik. Şu an en önemlisinin ilk aşk olduğunu düşünmüyorum. Başlangıç gerçektir diye düşünmüyorum.


EK : İyi de ilginç olan şey şu ki;  bu insanların sık sık geri döndükleri yer anıları. Doğru değil mi?
AN : Elbette, karakterlerimden bazıları buna inanıyor çünkü kültürel kodlarımız özcül çapalardan imal edilmiştir. Belli ölçülerde belirliliğe gereksinim duyarız ve o belirlilik bizim köklerimizde vardır. Hepimizin mitlere gereksinimi vardır ama bunlar benim mitlerim değil artık. Şimdi daha çok değişime inanıyorum. Ve Yalnız Konuşmalar’da aslında Elena’nın farklı şeyler hakkında konuştuğunu düşünüyorum. Elena ilk deneyimleri ya da kişiliğin kökleri hakkında konuşmuyor, esas konuştuğu; belleğin ne olduğu ve belleğin şimdiyi nasıl yeniden inşa ettiğidir. Bu öykücülüğün yansımasıdır çünkü bu resimler olmadan evliliğinden emin olamayacak, belki bu adam asla olmamıştır, belki o hiç olmamıştır. Dilin nasıl olduğunu göstermek için alıntıladığın bu pasaj, bu olaydaki görüntüsüyle, benim için gerçeği nasıl tanımladığımızın bir teyididir.

EK : Doğru, çünkü Elena’nın kendini, duygularını, deneyimlerini doğruladığı yerler öteki kişilerin sözcükleri, kendi deneyimlerinde değil de öteki insanların metinlerinde... Ölmekte olan kocasının bakımına daha çok dalmışken, daha bir delice okuyor, kendi deneyimini tanımlayabilecek sözcükler bulamazken diğer insanların dilini istimlak ediyor.
AN : İstimlak etme sözcüğünü sevdim. Çok uygun olduğunu düşünüyorum. Elena’nın işi kitapların sözcüklerinin altını çizmek, o da mecburi bir altçizici. Bir öğretmen, o bir bakıcı, çok şaşkın bir aşık, ama bütün bunlardan öte, onun bir altçizici olduğunu düşünüyorum. Tıpkı romanda bazı hususlarda söylediği gibi; “Söylemeye çalıştığım bazı şeyleri bir kitap bana anlattığında, sözcükleri kendime mal etme hakkımın olduğunu duyumsuyorum, sanki onlar önceden benimmiş ve ben de geri almışım gibi.”

EK : Doğruladın.
AN : Evet. Elena’nın duyguları gerçek çünkü aynı şeyi duyumsamış başka biri de var, bunlar serap değil. Biri ötekinin hala orada durduğuna emin olana Elena için altını çizme, düşüncelerini kabul ettirmenin bir yolu. Sevişirken de aynı şeyi yapıyor. Okuma ve seks: bunlar ölüme karşı onun iki silahı. Bunun için Elena’yı suçlayamayız. Tahminimce daha iyisi de yok.
Elena, aşığıyla birlikte bu çok şaşkınca ilişkiye daldıkça, birbirlerinin hala orada olup olmadığına emin olmak için karşılıklı taciz ettiklerini söylüyor. Ölüm deneyimini paylaşıyorlar. Eğer sevdiğin birisi ölüyorsa bedeninin orada gerçekten var olup olmadığına dair, anının gerçek olup olmadığına dair kuşkuya düşüyorsun. Yaşamından önemli olan biri yok olacaksa, belleğin yanan sönen bir ampulün ışığı gibi titremeye başlıyor. Bu nedenle Elena, hala aşığının vücudunda canlılığını ispatlama ve ölenle ölünmediğini kanıtlama arayışında. Sahip olduğu düşünceleri ve duyguları kanıtlamak için de kitapları kullanıyor. Uçup gitmediler, hala birilerinin kitaplarında da duruyorlar.
Önceki söylediğine benzer şekilde, Elena fotoğrafları yeniden okuyor, Mario’yu geri getirmek gayesiyle değil, belleğini yeniden eğitmek, belleğini yeniden öykülemek gayesiyle. Tıpkı Elena’nın geçmişini yeniden okumasına benziyor. Fakat o geçmiş anlamını her zaman değiştirir. Bu sebeple, benim yeniden okumayı seçmem huzurlu bir geçmişe geri dönüşle alakalı değil. Çünkü bir kitabı yeniden okurken yine aynı anlamı çıkaramazsın ve bir bellek  her zaman aynı anlama sahip değildir. Bu anlattıklarım başlangıçla ilgili. Herhangi bir yere dönüşle ilgili değil.

EK : Peki, Elena’nın okuduğu o metinler nedir?
AN : Benim çok sevdiğim kitaplarımdan Elena tarafından alıntı yapılıyor. Elbette tüm kitaplarımdan değil. Seçtiklerim yalnızca yitirdiklerimizle ilgili olanlardır. Alıntılar bir hastalıkla da ilgili değildir, bir hastabakıcının yitirdikleriyle ilgili bir kitaptır. Ya da dahası, hastalığın özel bir parçası da olan, başka birinin hastalığıyla ilgilenen spesifik ve kandırmacalı bir kitapla ilgili... Bu nedenle hastalanmış bir karakter olarak Mario’dan daha çok bir hastabakıcı olan Elena ile daha fazla ilgilendim. Yaşamadan zevk almak için, birisinin sahip olduğu hakkın çok dolambaçlı keşfiyle ve üzüntü ve aşamalarının süreciyle daha fazla ilgilendim. Mario’nun dediği gibi; “yaşamdan zevk almak çok zor bir iştir.” Bu, asla gerçekten ustalık seviyesine gelemeyeceğiniz bir sanat türü.

EK : Ve Elena’nın günlüğü ona ait olmayan, dışarıdan sesler tarafından ele geçirilmiş olur. Yakınındaki Mario’nun ölümünü alır günlüğe. Daha zor olanı da bunun Elena’nın kendi yaşamında bulduğu bir şey, bir eğlence olması. Belki bir boşalmadır (katarsis).
AN : Kesinlikle. Yaşam daha suskun hale geliyor, sahip olacağı daha çok sözcüğe gereksinim duyuyor. Sonuçta başkalarının sözcüklerinin yardımıyla olsa bile bu kendi kendine baskı ve dışarıya anlatma gereksinimi arasında dengenin yansımasıdır. Ve Elena’nın günlüğüne aktaramadığım, uygun olmayan pek çok yazar vardı. Gerçekte, neredeyse hiç şiir alıntısı yok.

EK : Neden?
AN : Çünkü makul olduğunu düşünmedim. Eğer Elena öykü ve denemeler okursa bunun daha etkili olacağını düşündüm. Bu sebeple de tüm şiirlerim dışarıda kaldı; Rilke, Cesar Vallejo, Wislawa Szymborska... Fakat şimdi düşündüm de; Traveler of the Century şiir çevirisi hakkında çok fazla şey söyleyen bir kitaptı. Şiir çevirisi yapan iki kişi arasındaki bir aşk öyküsü. Öykü üzerine odaklanmak daha adildi.
Traveler of the Century  şiirde çeviri üzerine odaklanan bir aşk öyküsüdür, pek çok şey arasında sanırım söyleyeceğim budur. Yalnız Konuşmalar öykü okuması üzerine  odaklanan üzücü bir anlatım. Hepsi bu...

Yazar ile yapılan bu röportaj The American Reader'da yayınlanmıştır. Çeviri KitapSevenlerle tarafından yapılmıştır.

Hiç yorum yok: