26 Ağustos 2017 Cumartesi

çevrik şiire inat: antonin artaud


zorunlu giriş;

sayrılıyım, uyanıyorum ve yine diyorum ki; ‘şiir çevrilemez.’ binlerce defa söyledim mi? söyledim! o halde? yine de artaud oku!
şiir anlaşılabilir mi? anlaşılır elbette; neden anlaşılmasın? şiir yalnızca şairin anlattığı gibi anlaşılmaz. o kadar! bu sorun mu? sorunsa, siktir edin artaud’u… okumayın!
kanser bağırsaklarını sardığında hala yazıyordu. ahmakça! öleli yetmiş sene olmuş. fransızlar hala okuyor. eskisi kadar değil ama okuyorlar. biz de okuruz: çevrik olmasına rağmen.
çevrik şiir, - hala şiirse – haz verir mi? işte bu sorunun yanıtı; kesinkes bünyeye bağlı. bir dostum susuz içiyor rakıyı; şişeyi bitirmeye yeltenecek masadaşı yoksa içmiyor. dünyayla tek irtibatı tanıdık bir garson; işemeye gitmiyor ve peynirle kavundan gayrisini siklemiyor mezenin. rakıyla işi bittiğinde, rakının onunla işi bitmiyor. sabaha kadar, arınmış ruhunun içine sinip anasının rahminden yeniden peyda oluyor. o kadar öyle... boktan, pahalı lokantalarda, aynı tanrı tarafından yaratıldığı söylenen ruhlarına işkence eden ve rakıya su katıp, prensip olarak, - bu prensiplerine bir kez tecavüz etseler rahatlayacak insancıklar var -  tek kadeh içip, hep aynı, değişmeden sikişecekleri birinin koynuna doğru koşanlar da var. rakı gibi cinsel birleşmeleri de sağlıksız ve hazsız.
misalim, meramımı anlatmaya yetmiştir herhal.

zorunlu olmayan;

susuz rakı; antoine marie joseph artaud! fransızca nasiplenmediğim için, çevrik şiirlerine mahkum olduğum zavallı.  zavallı ben... ‘sel’ şimdi bilmediğim bir tarihte, iyilik yapıp şiirin ırzına geçen yayınevi. yukarıdaki besmelede söylemiş olduğum gibi çevrik artaud’u önüme koyan yayınevidir. nalet olsun! iyi şeyler yapıyorlar arkadaş. nalet olsun...

zorunlu olmayana devam;

not: burada şairi (artaud) anlamak için bir hikaye anlatılacak ve bu hikaye muhtemelen kısmen doğru. tümüyle yalan olma ihtimali yok. hepten benim uydurmam olsa bile yine de amaca hizmet ediyor. dikkat; benim bir amacım var.
sel’in yayınladığı şiirler, yaklaşık olarak ikinci dünya savaşının hemen sonrası, bir radyo stüdyosunda sese dönüştürülmektedir. artaud, ölmeden evvel, -ölümü takmıyormuş gibi yapmak için de olabilir- zilli, davullu bir ekiple yazdıklarını, sanki yazının yeterince gücü yokmuş gibi gürültüye dönüştürmeye heveslenir. ölüm yakınsa ne yapılacağı belli olmaz.  yanında, aynı deliliği ya da vahşeti deneyimlemek için bulundurduğu zavallı güruhla, şiirin ve radyo stüdyosunun tam anlamıyla amına koyar. artaud’un şiirleri artık evrende yankı bulacak seslere evrilmiştir. şiir sese dönüşür mü? bu benim meselem. artaud, beni dinleyecek değil ya. zaten o öldüğünde ben programlanmamıştım. hikayeye devam edeyim... şair şiiri kayda dönüştürür; oku diyen güruha gider, teslim eder. o güruh artık, eskisi kadar mutlu ve huzurlu değildir.  stüdyonun durumuna da bakıp, -sanırım az sonra değineceğim içeriği de etkilidir- kaydın radyo yayınından vazgeçer. avrupa, vakti zamanında özgürlüktü, varoluşçuluktu, yaratıydı... bir takım ıvır zıvır şeylerle kafa bulan bir yerdir ve bu kaydın yayınlanmaması fransızlar için ulusal bir sorun biçimine dönüşür.
gayri şairle radyocular arasındaki kavga değildir mevzubahis olan; kayıt, ulusu temsil eden hede hede insancıklar heyetine dinletilir ki; franszıların ölümcül ulusal sorunu çözülsün. fransızlar ulusal olana müpteladır; sorun bile olsa... heyetin üyelerinden biri, muhtemelen şarabı da fazla kaçırmış bir fransız, ‘bunlar benim sarhoşken hep aklımdan geçenler,’ der. yani; sarhoşun fikri artaud’un kayıtlarının yayınlanmasından yanadır. şimdi, -aklımda kaldığıyla yetineceksiniz, sanırım- heyetin içinde bir de orospu vardır ve o da ‘çıplak bir erkek bedeni kadar çirkin,’ diyecektir duyduklarına ancak bedenin sahibi, yani şiiri yazan istediği müddetçe başkalarının görüp, işitmesinde beis yoktur. orospu, sarhoş, rahip, entelektüel her kimlerden oluşuyorsa o zamanın behrindeki heyet, ‘yayınlansın anasını avradını...’ mealinde bir karara imza atar. radyo idaresi, yine de kaydı yayınlamaz...

burada şiiri anlatmak gerekir;

çevrik şiir sende bir kusma etkisi yaratıyorsa şuna göz at...

‘dışkılama arayışı’

bok kokan yer
varlık kokar.
insan sıçmayabilirdi pekala,
anüsündeki oyuğu açmayabilirdi,
ama sıçmayı seçti
yaşarken ölmeye razı gelmektense
yaşamayı seçeceği gibi.

dedim ya; ‘bir dost rakıyı susuz sever.’ şiiri o okudu. ölü yaşayanların sülalesine sövdü önce. yaşayan ölülerin ırzına geçilebileceğini söyledi. hatta, bu konuda mevcut kapitalist sistem ‘cezasızlaştırma’ kararı alabilirdi ve ölü yaşayan ya da yaşayan ölülerin ırzlarına geçildiğinde yaşatılanla anlık da olsa yaşama algısı oluşturulabileceğini ve bunun da tam manasıyla insanlık görevi olduğunu faş etti. insanlık görevinden sana ne dedim. şiiri rakı sofrasında okumak için aldı. daha sonra fransızca kaydını yaptırmış bir arkadaşına da; kıyak masalarda huşu içinde dinliyor yarenleriyle... çevrik şiir, o haliyle dahi umar oldu.
ben, artaud’un çevriklerinden şuna meftunum.

uzam
zaman,
boyut,
oluş,
gelecek,
ilerisi,
varlık,
varolmayış,
ben,
ben olmayan,
hiçbir şey ifade etmiyorlar bana,

ama bir şey var
bir şey ifade eden,
tek bir şey
bir şey olan
ve hangi kapıya
ÇIKACAĞINI
hissettiğim
bedenimdeki
ıstırabın
varlığı,

kendi
bedenimin
tehditkar
hiç yıldırmayan
varlığı.

bu çevrik haliyle de haz almışsanız ki; ben meftun oldum, sırf bunun için bile snop bir fransız olmayı kabul edebilirim; şiiri bir defa kendi dilinde okumak için. tabi geçici bir süre fransız kalayım. birkaç dize okuma boyu fransız kalmakta beis görmüyorum. tek sıkıntım; o dem rakı yerine şarap içecek olmam.

sonuca yaklaşırken;

artaud’un ailesi bizim topraklardan göç etmiş fransaya. kalabilselerdi, artaud şiir ya da oyun yazabilir miydi bilmiyorum. kalabilselerdi ve şu şiiri çevrik bir melanete dönüştürmeden türkçe yazsaydı.


mustafa doğan
‘lazım-lık yazılar’ 2008 ıldırı
kitapsevenlerle@gmail.com






19 Ağustos 2017 Cumartesi

akraba - refik durbaş (*)

Akrabam kalmadı anılardan başka…
Gençliğin serin sularında sektirdiğim çakıl taşına yazdığım adının ilk hecesinde kilitli kaldı dizlerinde uyuduğum kırık ikindilerin sessizliği…
Esir düştüm akşama…
İhtiyarlığıma rehin iki kış, bir yazdan kalan ömrümü
kimsesiz bir adada geçirmek isterdim; sol yanağının gamzesi yatağım olurdu, teninin kokusu
yorganım…
Dağ kekiği kokan
sabah seher rüzgârı,
soyunmuş karanlıktan
akşam çoban yıldızı
misafirliğe gelirdi.
Önce leylekler gitti, ardından sen; serçelerin içtiği
bir avuç yağmur suyunda kaldı dudağına sürdüğün
rujun kokusu, sol kulağındaki küpenin ışıltısı, sutyeninin memelerinin ucuna bıraktığı çizgi…
Gittin, açık kaldı intiharın kapısı…
Yıllar oldu
kimliksiz bir odada
beden ecele esir,
ruh kâfir…
Çürüyor ihtiyar ömrüm; nereye gitmek istesem sokaklar çıkmaz, dağlar çıplak, gökyüzü dilsiz, alanların rengi solmuş, sen birlikte baktığımız samanyolunda değilsin, yıldızlar firarda…
Peru’da bir sılam bile yok, kiralık dahi olsa…
Akrabam kalmadı yalnızlıktan başka…
Refik Durbaş
Eylül’13
bağışla ziyanımı'dan 
(*) kimsenin şiirini izni olmadan paylaşmak adetim değildir. 'bağışla ziyanımı' başucu kitabım olduğu için tek şiirlik istisna olabileceğini düşündüm. yanlış düşünmüşsem refik beyden 'şiir aşkı helalliği' diliyorum.