27 Kasım 2015 Cuma

Hazır Olalım




Yıllarca mahcup, savunmada ve mağdur göründüler. Kendilerince tarif ettikleri din onları vicdanlı da kılmalıydı. Değil mi? Değilmiş! Devletin ideolojik aygıtlarına kondukça hiçbiri olmadıkları yavaş yavaş ortaya çıktı. Adaletsiz, hukuksuz, despot ve vicdansızlarmış. Şaşırdık mı? Hayır! Biliyorduk. Ciğerlerine kadar biliyorduk hem de. Elde ettikleri güç üzerlerindeki örtüyü sıyırdı. Ortada ve çıplaklar artık.
Şimdi Cumhuriyet gazetesine kadar geldiler. Bu yeni bir eşiktir. Bir savcının ve bir yargıcın öngörüsüz, dar ya da kindar kararı değildir. Bir histeri ile önlerine çıkan, düşman bellediklerine topyekun saldırıyorlar. İki gazetecinin tutuklanması istisnai de olmayacaktır. En güçlü duyumsadıkları anda Cumhuriyet'e saldıracak kadar şımarmışlardır. Yahudilere bilendirilen ve Yahudileri düşman ilan eden ari Alman ırkının benzeri, yönetici muktedirlerinin arkasında beyaz tül perdelerden kefenleriyle beklemektedirler. Bu ari ırk içeride ve dışarıda savaş çıkarmayı göze aldırabilecek kadar bilendirilmiş ve beyinleri yıkanmıştır. 
Heyhat, gayri gecedir.
Artık Ortadoğu coğrafyasının sırıtmayacak bir parçasıyız. Cumhuriyet'e saldırı şımarıklığına ulaşmaları bunun kanıtıdır. Ne yazık ki; Can'lar ve Erdem'ler hedef gösterilerek zindanlara alınmaya devam edecek. Muhalif olmak ve susmamak artık büyük bir cesaret işidir. Böylesi faşizan dönemlerde zor da bir iştir. Demem o ki; yeni bir döneme girdik. Çok ama çok zor bir dönem.
Ne yapacağız? Susacak, sinecek miyiz? Hayır! Elbette hayır! İnsan onuru bunu da yener; insanlığın binlerce yıllık tarihi bunun tanığı ve kanıtıdır. 
Hazır olalım. 

10 Kasım 2015 Salı

Otomatik Gülümseme (Öykü)


OTOMATİK GÜLÜMSEME

Tarlabaşı’ndaki yolu, boyumdan daha uzun seçilmiş, süslü, kapkara demir korkuluklarla ortadan bölmüşler. Böylece; iki taraflı, usta işi, yorgun binalar birbirlerinden hayli uzaklaştırılmışlar. Öncesinde aynı mahallenin çocuklarıyken artık iki ayrı şehrin aksi ihtiyarlarına benziyorlar. Birbirlerinden koparıldıkça, eskidikçe, kullanılmadıkça  paha biçilmez hale gelmişler. Yolun karşı yakasında birbirine yaslanmış o boş ve eski binalardan birinin üst katından aşağıya doğru siyah beyaz bir afiş sallanıyor. Yanında da albenili bir tabela asılı. Bilmediğim bir dilde yazılmış. Bu şehrin, bu ülkenin dili ama henüz bana yabancı. Tabela, rengarenk neon ışıklarından imal edilmiş. Üşüdükçe ona doğru bakıyorum. Bir süre gözlerimi o tabeladan alamıyorum. Ürpertim bir süre geçiyor.
“P-E-R-U-K”  tabelada bu harfler var.
Hızını alamamış bir rüzgar estiğinde, eski afiş kanatlarını havaya kaldırıp tabelayı hafifçe kapatıyor; ama anlık. O eskimiş afişte; takım elbislerinden ciddi birileri olduğunu anladığım iki adam eğreti bir yakınlık içinde el sıkışıyorlar. Beş dakika sonra koyu bir hasım olsalardı da yine böyle dururlardı. Ay küskün, caddenin ışıkları cimri; ama iki adamın afişte el sıkışmaları görülebiliyor. Günlerdir Tarlabaşı’ndan Taksim’e çıkan bu yolda onları izliyorum. Hiçbir sahicilikleri yok ve sanırım beni en çok cezbeden de bu. O afiş ve öpüştüğü neon ışıkları dışında her şey çok gerçek. Hele ki de şu soğuk.
Arabalar Tarlabaşı’ndan nafile kurtulma hevesiyle yol boyu dizilmişler, beklerken midelerindeki yakıtı boşaltıyorlar. İçleri, sonsuza kadar oturulacak olsa da, yine de bekleyebilecek sabırlı kadınlarla ve erkeklerle dolu. Hemen hepsi aç, karınlarını doyurmak için bir yerlere ulaşmaya çalışıyor. Epeyce de kirli, yıkanıp temizlenecek bir yere gereksinimleri olsa gerek. Eh! Yine de benim kadar uzun süre aç ya da kirli kalamazlar ya. Sanırım hepsi yalnız; ama başka bir yalnızlığın peşindeler. Metal ve plastikten yapılma araçlarda, o huzurlu yalnızlıkları bulabilecekleri mekanların düşleri ile bekliyorlar. Bakışlarını benden kaçırmazlarsa gözlerinde ne istedikleri yazıyor. Çok şey de istemiyorlar hani. Karınlarını doyurmak, sıcak yatacak bir yer ve soluklanabilmek için yalnızlık. Şimdilik, erken akşamda, Tarlabaşı’nda kilitlenmiş bir yol üstünde bekliyorlar. Müsterihler! Karınları elbet doyacak, sıcak bir yere başlarını elbet sokacaklar. Ben onlarla oturmuyorum. Camdan baktıkları kalabalık içindeyim. Bazen görünür oluyorum. Çocuk aklımla yalnızca bir izleyiciyim, bazen yaşamlarına anlık dokunup çekilen bir çocuk...
Ayrıksı durduğum muhakkak. Görüntüm de en az düşüncelerim kadar ayrıksı üstelik. Neyse ki; buralarda herkesin kendine özel bir ayrıkısılığı var. Bir bütünün o dem parçası olup yitiyorum. Ayağımdaki iki kat üst üste giyilmiş çorapları sokabilecek kadar iri, mavi bir terlik. Islak asfaltla aramıza giriyor. Üstüne ışık düşünce bana nazar boncuğu gibi gülümsüyor. Pazen bir tumanın altında aşüfte bir kadın edasıyla durdukları oluyor. Kırmızı gülleri eskidikçe ağıran pijamamın paçalarını çorapların içine sokuşturuyorum. Çıktıkça yeniden... Böylece, tanrı eğer yerden göğe doğru üflerse, soğuk soluğu bacaklarıma şiddetle değmiyor. O tumanın üstüne uzun bir etek de giymişim. Dizlerimi çok kırarsam yerleri süpürüyor. Seçimim değil; ne tumanım ne eteğim; lakin her ikisi de çok bana yakışmış. Benim yaşımdaki bir kız çocuğuna nasıl yakışmaz ki? Yere değen kısımları uyuz köpeklerin sidikleriyle kirleniyor. İşte bu moralimi bozan şey. Biraz da çamurlu. Birazcık... El örgüsü, Babil motifleriyle bir de kazağım var. Kazak tanrının karşıdan soğuk soluğu vurursa diye. Hepsinin üstünde de kapişonlu dar gelen bir mont. Önü kavuşmasa da annem üstüme geçirmiş. O afili bir şey değil. Hatta çirkince bir mont o. Bana hiç yakışmıyor. Sevmiyorum; ama daha az üşümemi sağlıyor.
Yolun üstündeyim, arabaların arasında... Afişteki amcalar gözlerini bana dikmişler. Kızgın bir halleri var. İstiklal tarafındaki kaldırımlarda, bacakları ve göğüsleri açıkta bekleşenler dikiliyor. Onlara da kızmış olabilirler. Yanlarından ayrışık kalabalıklar geçiyor. Birbirlerini görmüyorlar. Değiyorlar, çarpıyorlar, aynı yerçekimine direniyorlar ama birbirlerini görmüyorlar. Binalar gibi yaslanmıyorlar birbirlerine. Travestiler dahil kimseler buralı değil. Tarlabaşı kimsenin değil. Bazen de herkes Tarlabaşılı ve herkes buraya ait sanki. On bir yaşımdayım ve ben de bu ayrışık kalabalığa aitim. Yolun ortasında, demir yığını arabaların arasında, böğrümde yel estikçe şiddetlenen bir üşümeyle kıvranıyorum. Mavi bir otobüs duruyor önümde. Terliğimin mavisi kadar cafcaflı değil mavisi. Karşı binadaki afiş özgürce sallanıyor. Burun buruna geliyor üstündeki amcalar. Otobüsü önce, kocaman ağzı olan bir deve benzetiyorum. King Kong böyle bir şeydi; ama onun kapkara, içeri çökmüş burnu vardı. Öfkelenince kızaran gözleri. Otobüs hiçbir canlının olamayacağı kadar atalet içinde. Hava burada karanlık, ay kayıp. Caddeyi güvenlik için yarı aydınlatmışlar. Mavi otobüs biçim değiştiriyor. Homurdayarak ininde uyuyan bir canavar oluyor. Kımıldayacak yeri yok. Sığamadığı bir çokluğun içinden silkinip kaçmaya çalışıyor ama boşuna. Döşümü açıp egzozuna veriyorum. Babil motiflerinden içeri sıcak hava giriyor. Tanrının soğuk soluğunu yeniyor. Ciğerlerim ısınıyor. On saniye... On beş... Yirmi beş... Mavi otobüs hala kımıldayamıyor. Gayri böğrümde, üzerinde kestane pişirdiğimiz sobanın sıcaklığından... Sağ ol otobüs ağabey! Var ol otobüs ağabey! Dev, canavar... Trafik, karmaşa, beklemek, arabalar ve kalabalık. Hepinizi seviyorum. Isıtın beni! Önüne kattığını savuran soğuk fırtınalarıyla bir ovanın orta yerinde ailecek üşüyor olabilirdik şu an. Sağ olun!
Otobüsün homurtusu dumanında boğuluyor. Egzoz denilen kocaman ağzından kıvılcımlar saçılıyor. Bunlar ateş. Bana benziyor. Yok, hayır! Geceye ramak kala havai fişeklere benziyor. Hepsi tanıdık. Bu çıngılar, sobanın kömüründen fırlardı evimizde. Evimizde. Evimiz... Evim... Ev... “Çok ama çok uzakta,” deyiveriyor söz vaktinde açılınca annem.
Otobüs belli ki silkinecek ve birkaç adım ilerleyecek. Egzozunun başında biraz ısınınca bırakıp arkamda dehşet içinde bana bakan taksinin şoförüne koşuyorum. Burnumu soğuk camına yapıştırıyorum. Kirli ellerimle siliyorum buğusunu. İçinden kahverengi bir çift göz bana bakıyor. Şehla;  gülümsüyor. İçerisi sıcak olmalı. İnsan sıcakta gülümseyebilir. Ben soğukta da gülümseyebiliyorum. A ha! İşte şu! Gülümsüyorum. Yüzümde otomatik bir gülümseme. Daimi değil, lazım olduğunda. Taksinin aydınlanmış koltuklarındayım sanki, her yeri sıcak. Şu ön koltukta daha rahat oturabilirim girebilsem içine. Terliklerimi çıkarmam ayağımdan. Yitirirsem yenisini bulamam diye. Çoraplarım birazcık, -birazcık- ıslak, onları çıkarırım. Kulağımı okşayan bir tını var. Bir erişkin ritminde taksinin camını titretiyor.  Bu müzik tıpkı bizimkilere benziyor. Bizim televizyonlarımızda esmer, çakır gözlü, küçük burunlu, rujlarına gıpta ettiğim kadın böyle bir müzikte türkü çığırırdı. Müzik handiyse aynı müzik. Kulağımı da dayarsam eğer sesini açar belki; ben binerim, içine, ön koltuğa kurulurum ve başımı camın sıcak tarafına yaslarım. Ben binersem ve yaslanırsam, uzun sürmez uyurum. Ben biner, yaslanır ve uyursam bir rüya görürüm. Ben biner, yaslanır, uyur, bir de rüya görürsem; süet eldivenlerimle okulumun bahçesinde kartopu oynarım, yitik arkadaşlarımla. Orada da yine kıştır. Türkiye’de de kış, bizim kasabada da... Kış her yere aynı zamanda gelir. Yalancı bir muallim dünya denilen küreyi döndürüreken söyledi. Kainatın ne muhteşem ve sırlarla dolu bir yer olduğunu anlatıyordu. Milyarlarca yıldız, gezegen ve güneşten söz ediyordu yalancı muallim. Bir topa benziyordu dünya. Güneş bir yanına vuruyordu. Sonra güneşe yaklaşıyordu bu top. Sonra güneşten uzaklaşıyordu. Sonra kar yağıyordu. Her şeyi biliyordum. Her şeyi öğretmişti Hasan muallim. O sonsuzluk içinde kimsenin ömrünün iğne başı kadar önemli olmadığını söylüyordu. Yalancıydı. Sonra otomatik gülümsemeyi öğrendim. Buraya gelince... Üstelik; küreyi döndürüp, kışı ve yazı öğrettiklerinde bir işe yaramamıştı ama otomatik gülmeyi öğrenince karnımızı doyurmayı başarabiliyorduk. Tarlabaşı’nı da içine alan bu şehirde yeni bir muallim vardı; yaşam. O doğrucuydu. Hiç yalan söylemiyordu.
Arkamadaki kaldırımda yarı çıplak insanlar. Kokoş... Travesti demeyi öğrendim. Başka cinsiyetleri ve kadın cinsinin ne işe yaradığını... Caddeye kokuları yığılıyor kalabalığın. Ben otobüs egzozouyla bir gıdım yürüyorum. Koku caddeye yığılıyor. Başka insancıklar, insancıklar yarı çıplak. “Herkes elbiselerinin altında zaten çıplak.” Bunu söylerdi bir amca. O bir yerden okumuş. Belki okumamış da okuyan biri ona söylemiş. Herkesin çıplak bir hali olmalı. O vakit hepimiz eşit olabilirmişiz. Otobüsün mavisiyle, taksinin sarısı kardeş olabilirmiş o dem. Ben bir kalorifer peteğiyle kardeş olabilirmişim. Annem içi pilav dolu bir tencereyle... Otomatik gülümsüyorum.
Şimdi biraz pastane kokusu geliyor. Bu kalabalığın aromasına benzemiyor, en sevdiğim koku. Caddenin tam bu noktası hiç gitmeden bekleyebileceğim yer. Taksi beni yüzüstü bırakıp bir arpa boyu yol alıyor. Yerini bir otomobil alıyor, pastane kokusunun önünde. Cam açılıyor. Cam kendini kapının içine doğru gömüyor. Camın öteki yanı, başka bir dünya. Bunun içi taksiden de sıcak. İki çocuk arka koltukta oyuncak bir arabayı çekiştiriyor. Cam cidden açılıyor. Yüzüme sıcak vuruyor. Önde baba... Bu arkadaki çocukların babası. Benim babam kadar şişman, belki fazlası var. Çocuklar ise benden bile küçük. Henüz okuyup yazamazlar. Bir kürenin yörünge denilen değişmezlikte yürüyerek yaz ve kışı nasıl yarattığı öğretilmemiştir. Yalancı bir muallime henüz bırakılmamışlardır. Bunlar dünyanın döndüğünü bilmiyor. Güneşten uzaklaştığını ve canı isterse dünyanın güneşle kardeş olabileceğinden bile habersizler. Oyuncak bir arabayı paylaşıyorlar, kendi arabalarının içinde. Paylaşmayı öğretmiş şişko baba. Ben olsam oyuncağımı paylaşmazdım. Oyuncak arabalar belki paylaşılır, tamam ama benimki bir bebekti. Konuşkan, yaramaz ve güzel bir bebek. Onu hiç paylaşmaz, azar işitirdim. Saçları taranan bebek benim bebeğimdi. Paylaşmazdım. Beni herkesten çok severdi oyuncak bebeğim. Kırmızı elbisesi vardı. Kulaklarında altın rengi iğne topuzu kadar küpe. Asla paylaşmazdım. Dudakları hep beni öpmeye hazırdı. Ben onu paylaşmazdım. Babam beni haşlardı. Ben yine onu paylaşmazdım. Başkasını öpmesine izin vermezdim. Oyuncak arabalara benzemez bebekler, oyuncak bebekleri paylaşmak olmaz.
Oyuncaklarımı sınır denilen bir çizginin öte yanında, uzunca yürünerek gidilen toprak yol ucunda, göz alabildiğine uzayan bir ovanın ortasındaki bir köyde bıraktım. “İstanbul’a çok uzak bir şehrin yanıbaşıydı,” diyor babam. “Çok uzak...”  Adını en iyi babam biliyor. Şehrin adının bir manası yok. Ben de tam söyleyemiyorum zaten. Ben oyuncağımı o köyde bıraktım, adını benim bildiğim bir köyde.
Arka koltuğa oturmuş çocukların oyuncaklarını istemiyorum. Niye saklıyorlar ki? Ben babalarını da istemiyorum. Niye bana sinirlice bakıyorlar ki? Ben annelerini de istemiyorum. Korkuyorlar mı benden? Babaları korkuyor, görüyorum. Uzak ya da yakın bir gelecekte, soğuk bir kış akşamında, arka koltuğa yerleştirdiği çocuklarının bir otomobil camına yapışmış burunlarını görüyor olmalı benim yüzüme baktıkça. Güldürmek için şaklabanlıklar yaptığı çocuklarının, bir yol kenarında otomatik gülebildiklerini. Yemeninin altından fırlayan saçlarıma tutunarak vicdanını tırmandırıyor tanrıya doğru. Deri koltuğa yayılmış koca kıçını becerebilse toparlayacak. Gücü yetse, çocuklarının yanına oturtup bizim yaşımızdakiler için yaratılmış bir cennete götürüp teslim edecek beni. Şu an dünya denilen küre ezerek pestilini çıkarmasa yaşamından yaşam verecek bana. Yalnızca utanıyor. Kapının içine doğru gömülüyor arabanın camı. Babanın vicdanı soğuk havayı kokluyor, çocuklarının meraklı bakışlarında.
Korkmasın kimse! Benim annem de şurada. Hemen şu yokuşun başında. Bir meydan var. Birçok çiçekçi. Yanlarında polisler. Yanlarında kalabalıklar. Annem orada. Sırtında kardeşim. Kardeşim küçük. “Onu korumalıyız,” diyor annem. Beliyor. Bir daha beliyor. Beleğin içinde, sonra onun da içinde giysiler. “Ayakları üşür,” diyor annem. Ayaklarını da beliyor. “Başı üşür, başına dikkat et,” diyor babam. Başını da kapatıyorlar. Bir çift göz oluyor karanlıkta kardeşim. Bir çift gözden ibaret. Her yanı kardeşimin bez. Kat kat bez. Benim annem de var, ne yapacağım ki ben çocukların annesini? Çocuklar korkmuyor belki, yalnızca meraktan susuyorlar. Kıskanmasınlar da. Gerçi benim annem onlarınkinden bile güzel. Benim annemin kocaman memeleri var. Gece sarılıp yattığımda arasında sıcak bir soba yanıyor. Babam kadar çok seviyorum annemin memelerini.
Camı indiriyor şişko amca. Vicdanı dışarı çıkıyor. “Benim babam da şişko,” diyorum, bilmedikleri, anlamadıkları bir dilde. Otomatik gülümsemeyle mırıldanıyorum. Benim dilimi bir bilseler kızacaklar. Şişko dediğim için... Mırıldanıyorum. Benim dilimi bilmesinler. Benim gülümsememi görsünler; gülümseyen çocuklar kimsenin annesini, babasını almazlar. Buna inansınlar.
Hem ben otomatik gülümserim. Bir palyaçoya öykünürüm. Palyaço gibi gülümserim. Benim köyümden çok palyaço çıkmıştır. Biz ototmatik gülümsemeyi çok iyi öğreniriz. Şişko baba, ben gülümseyince demir para seçiyor elinin altında bir kutudan.  Başımı okşayacak, kapişonu düşürsem. Yemeniyi açıp saçlarımı öpecek. Kapişonumu düşürsem saçlarım dağılacak rüzgarda. Kulaklarıma soğuk soğuk soluyacak ulu tanrı. Üşüyeceğim. Biliyor. Parmaklarının arasından demir paralar akıyor. Ellerimi açıyorum. Ettiğim dualar şişko babanın vicdanıyla çarpışıyor. Ben otomatik gülümsüyorum.
“Adın ne?” diye soruyor şişko baba. Yalancı muallim bu dili hiç öğretmedi bize. Anlamıyorum. Savaş çıkar da demedi. Kıraç bir köyü paylaşmak için binlerce bomba yağar diye hiç demedi. Küreyi anlatacağına komşunun dilinden sözcükler söylese öğrenirdim. Muallimler de kolaycı. Muallimler de yalancı. Mekanik, yörüngesinden hiç şaşmayan bir dünya dışında işe yarar bir şey öğretmedi. Yalancıydı. Dünya yörüngesinden çıktı, biz ufku sınırsız köyümüzden Tarlabaşı’na düştük.
“Suriye,” diyorum.
Baba demir paraları avucumun içine bırakıyor. Elimin kiri bulaşmaz ki, diğer sürücülere benzemiyor, bulaşmayacağını biliyor. Tutsa, kocaman ellerinin içine alsa, ısınır. Biliyor. Yalnızca ısınır. Vicdanı biliyor. Aklı biliyor. Hem ben elimi mendillerle siliyorum ki. Çocuklarının öpücükleri kadar temiz. Kimse bilmiyor ki.
Çocukları şişko babalarıyla arabalarında bırakıp mavi otobüse koşuyorum. Egzozun mülteci kış çocukları için yapıldığını söylemedi Muallim, burada öğreniyorum. Çıngılardan biri anlıma değiyor. Burun ucumda patlayanları var. Ay yüzünü çevirince, on bir yaşında bir kız çocuğunun lunaparkı oluyor egzoz, teknoloji de bunu bilmiyor. Sobalı evi... Gereksiz bir korna sesi yükseliyor arkamdan. Gitmiyor işte, kimseler gidemiyor. Sakin olun, hele bir durun. Ben az daha ısınayım. Mavi otobüs duman çıkarıyor, homurtusunu ciğerlerinden rahatsız bir hastanınkine dönüştürüyor. Hırlaya hırlaya kalkıyor. Ben ayaklanıyorum. Bir arpa boyu daha gidiyor. Kırmızı lambaları yanıyor yine üstünde. Mavi, kırmızı ve beyaz, ayın yokluğunda, yarı aydınlık cadde ışıkları altında otobüs sıcak bir evin salonuna benziyor bu kez. Gayri ne dev, ne de canavar diyeceğim tam olarak. Tam olarak, pastane kokularının yanı, yanı mutfak, burası benim evim diyeceğim, hırıltısı artıyor. Otobüs, önünde bulduğu boşlukta, bir tünelin içine doğru kalkmaya yelteniyor. Gidip kurtulacak. Yürüyor, koşacak az sonra. Bırakıyorum; arkasından koşamam. Yeni bir otobüs gelir hem.
Bir korna sesi daha. Otobüsün arkasında şişko babanın vicdanı. Çocuklar burunlarını cama dayamışlar beni izliyorlar. Utanıyorum. Yanımdan geçiyorlar. Tahammülsüz kornalar çoğalıyor. Otobüsün açtığı boşluğa kendisini vurmak için itekleşip duran arabalar. Şişkonun yürümesini istiyor. Şişko yanımda duruyor. Otomobilin arka camı da açılıyor. Çocuklar arabalarını bana uzatıyor.
“Ben bebek seviyorum,” diyorum bilmedikleri bir dilde.
“Biz seni seviyoruz,” diyorlar bilmediğim bir dilde.

Yanlarında bir süre koşuyorum. Gücüm yettiğince, soluğum tıkanana kadar. Vicdan gaza yükleniyor. Vicdanın gücü motorun gücünü harekete geçiriyor. Tahammülsüz kornalar susuyor, şişko arabasını sağa döndürüp yok oluyor. Bir simit alıyorum, pastanenin önüne gelip beklemeye başlıyorum. Egzozu kim, ne için üretmiş çok bilmiyor kimse. Mavi bir otobüs geliyor. Sımsıcak egzozu. Ben otomatik gülümsüyorum. Elimde oyuncak bir araba. Adını vicdan koyuyorum.

E. Ünzile Şerbetçi - Kasım/2014 İstanbul 

4 Kasım 2015 Çarşamba

unutmak üzerine tuhaf bir şiir















ben çabuk unuturum
sanırım
şapkam yağmur dolu
misal 

o dem
aylardan zemheri 
yalan olmasın
belki o yüzden 

çabuk unuturum
emin olmuşluğum da yok 

belki demem ondan
yıllardan şimdi akşam
karanlık ve kıtlık var memlekette
belki
her şeyin müsebbibi o
karanlık ve kıtlık
kimse bilemez 

sen de bilmezsin
şu dağ eteğinde
kadınlar dizlerinde sallıyor
erken doğmuş süt bebeklerini 

bilmezsin
belki de "sebep o" der geçersin
ama ben 

çarçabuk unuturum vesselam
sen dahi göz bebeğine yaz 

unutulmasın
yıllardan ay tutulması 

o dem
her çocuk mülteci
erken öldürülmüş bir savaşı
belki 
oynuyorlar
belki
sırt ağrısında arıyoruz
küfürleri
gereksiz, mahzurlu, kıtipiyoz
küfürleri
küfürleri diyorum ve sen hiç oralı olmuyorsun
halin hal değil
bir sallanıyor ki dünya
şu yana doğru
gözümü belki
bir sallanıyor ki
karanlık bir yarasanın uçuşunda açıyorum
mağarası iğfal edilmiş
açıyorum gözümü ama
her yer zifiri karanlık
ben her şeyi 
cidden unutmuşum
tanrı hangi yoksulun acılarında
zafiyetini ölçüyor 
unutmuşum
belki sen de sendikacısın da
senin rengin sarı
yemin ederim öyle
yalıyorsun ama gün doğmuyor
yalıyorsun 
biliyorsun ama
insan unutur
belki
yerin sıcak
sırtın kavi
rengin de dedim ya
sarı
mutlu ve mamursundur belki
yine de
herkes bir kere ağlayabilir
sevdiği düşer aklına
yahut çöp batar 
gözleri dolu dolu
yeminle
belki
yürek bir saate inat
atmaktadır sessizlikte
tik tak, taktik
belki benden başka kimse
sevmiyordur
avuçlarının içini
belki bir sevgili düşer
kanunsuz
sıyrılır eski bir asker
kusursuzluğundan
belki
ben avuçiçime ağlarım
unutmuş da olabilirim
o yalın gerçeği de
herkes bir kere erken ölebilir
herkes bir kere ölebilir
herkes ölür
yalın gerçek belki
unutulmuştur
insanlık hali
belki
mevsimlerden yalnızca kuşluktur
herkes biteviye üşür
belki yine unuturum
şapkam yağmur dolu
bir kere ağlarım
ben avuçlarıma ağlarım üstelik 

o dem
sular denize koşar
yukarıda tanrı var
vakit
porselen bir lambanın
ışığını emerek
tükenmiştir
belki 
hiç unutmam
belki 
yer gök sen olursun
yemin ederim olursun
belki 
tanrı boş zamanında
mutedil bir gün yaratır
belki
hiç unutmaz
habersizce
sen gelirsin 

belki bir şiir yazarım 
belki 
belki de herkes gibi bir kere erken ölmem 
şuracıkta yaşarım 


mustafa doğan 1974 / bozburun

 (*) bir yarım yoksuzluk adlı şiir kitabından (ölü şairin defteri)
(**) şiirin yayını için izin alınmıştır.
(***) görsel http://ankakedisi.com/ankakedisi/yazilar/her-seyi-anlamsiz-kilan-olum/ den alınmıştır