25 Aralık 2019 Çarşamba

muhtemelen bir kadın hikayesi

muhtemelen bir kadın hikayesi

yedisine yeni girmiştim. küçük bir kız çocuğuyken boşluğun rengi maviydi. uçsuz bucaksızdı ve içinde çağıldayan görülmez suyun şiir okuyan sesi vardı. bunca yıldan ve yaşadıklarımdan sonra o boşluk, orada, öylece, hala duruyor. rengi şimdilerde koyu gri ve boşluk sığ ve tertipsiz olduğu için, belki, sesi kesildi.  boşluğumun suyu yolunu yitirdi. evvelden, o vakitler belirsiz bir yerden doğan kaynak, güçlenip büyür, gürül gürül, adını bilmediğim bir denize boşalırdı. bıkıp usandı şimdilerde. ses yitip gidince benim de mücadele etmeye takatim kalmadı. tersini söylediğim de oluyor; takatim kalmadığından su sesini yitirmiş olabilir. kadim arkadaşlarım da aynı şeyi terennüm ediyor; -evet, kadınlar arkadaşlarının söylediklerini umursar- benim takatim kalmadığı için suyun sesi tükenmiş. bilebildiğim tek şey, o gri boşluğun yanı başında, şu tentürdiyot kokan hastane odasında, bir aydan fazladır yalnız yattığımdır.
hastaneler, kuralları kesin ve kavi olan yerler. yaşlılar için esneklik payı da kalmıyor bu sürüngen mekanlarında. misal, ruj sürmeme izin vermiyorlar, yüzümü bile yıkamam gözlerine batıyor. bir tüp oksijen dışında hiçbir şeye ihtiyacım yokmuşçasına davranıyorlar. oysa, hepsi tertemiz, beyaz, yeşil ya da mavi formaları içinde bakımlılar ve sürekli, umursamadan, olur olmaz şeylere gülüyorlar. ben de önce kendime, sonra bu güruha katlanıyorum. manzara bu. gönüllü ya da iyi huylu olduğum için katlanmıyorum elbette. kimseyi kırıp dökmeden yarını ve sonraki günü bitirmem gerekiyor. bir çarşamba ve bir perşembe...
içlerinden birisine, muhtemelen göl mavisi formayla fink atanlardan olacak, muhtemelen yarın sabah, muhtemelen dolaptaki eskimiş çantamı isteyerek, muhtemelen en çok yıpranmış siyah beyaz fotoğrafımızı göstererek, tekerlekli sandalyeme oturtup beni fizan’a götürmesi için ricada bulunacağım. her şey muhtemelden ibaret ve uzun süredir muhtemel bir hayata biletli yolculuk ediyorum.
muhtemeller uzatılabilir... muhtemelen, göl mavili kız, hastane kurallarına aykırı diyecek ve yüzüme dahi bakamadan odadan sıvışacak. yaşlıların ve çocukların gözlerine bakmamayı öğrenmişler. sahici ve reddedilmez oldukları içindir, muhtemelen. ricamın kifayetsiz kalacağını biliyorum ama doğrudan yalvarma aşamasına geçemem. her kozumu oynayacağım tabi. kuşkusuz... sıradanlığa mahal vermeden, amacıma ulaşmamı sağlayabilecek her yolu deneyeceğim. şu hayatta önemsediğim başka bir şey olmadığına göre... şu hayatta önemsediğim başka bir şey kalmadığına göre...
en nihayetinde, para vermek sorunumu çözer. göl mavisi giyenlerin paraya teşne bir halleri olduğunu tecrübe ettim. üç kuruş maaşa sabahın köründen gece yarılarına kadar koşuşturup duruyorlar. geçen yıl, yılın bu ayında, yine fizan vakti de gelmişken ricayla işimi halletmiştim. tekerlekli sandalyeyi sırtlayan üç genç, yaptıkları iyiliğin verdiği iç rahatlamasıyla mutlu uzaklaşmışlardı yanımdan. ben fizan’ın tepesinden yarısını sis bürümüş şehri izlerken kıkırdayıp durmuşlar ama saygılarını hiç eksik etmemişlerdi. başlarını, istemeyerek de olsa, nasıl bir derde sokmaya çalıştığımın farkında olamadılar. tekerlerin frenini boşa aldırmak için azıcık çene yordum. derken... bu sözü seviyorum: derken. derken, elimle uçuruma doğru döndürdüm sandalyemi ve ebleh gibi bakarlarken deh ettim. tekerlekli sandalye, fizan tepesinden aşağı doğru inmek için önce nazlandı. bir iki çukura girdi çıktı ve en sonunda tam gaz ölümüme doğru beni sürüklemeye başladı. soğuk bir rüzgar çarpıyordu yüzüme. gözlerimi kocaman açmış, son görüntüm olsun, retinama yapışıp kalsın diye çelimsiz bir güvercine odaklanmıştım. bulutsuz bir gökyüzünde olan bitenden habersiz, kendi rutininde uçuyordu. kim bilir, dedim içimden. yuvası nerededir? evet! uçuruma doğru giderken aklımdan geçen tam olarak buydu: çelimsiz bir güvercinin yalnız uçuşu.
her şey ters gitti. muhtemelen, her şeyin ters gidebileceğini de düşünmüştüm. sandalyenin sağ tekeri hesaplayamadığım bir taşa vurdu. sandalye beni üzerinden attı ve hedefime yalnız gitmeyi yeğledi. ben yerde yuvarlanırken dahi güvercini nasıl görebildiğime takılı kalmıştım. bir de, şu kurtulmayı yeğlediğim yaşama takılıp kaldım. yaşıyordum. yine...
yarın, muhtemelen öyle olmayacak. fizan’ın en makul kısmından başlayacağım sandalye koşusuna. ellerimi havaya doğru açacağım ve gözlerim bu defa sıkıca kapatılmış olacak. gökyüzünde seğirten hiçbir kuşu görmek istemiyorum: ne güvercin, ne kumru, ne sığırcık. hiç, hiç birini...
- hemşire hanım, sizden bir ricam olacak.
- buyurun!
- yarın, şu pespaye hayatta, beni sevebilmeyi başaran tek adamla buluşacağım. son kez muhtemelen. muhtemelen, gelecek yıl, bu vakitler, bir yıldönümü daha göremeden göçmüş olacağım. beni ona götürür müsünüz? bir dakika yeter. bir kez ve hatta gerekirse çok uzaktan görmem kafi.
- denemeden durmayacaksınız değil mi?
- biliyorsun demek.
- evet! biliyorum.
- gidelim o halde...
- umarsız ve ölümsüzsünüz küçük hanım.
bu tepenin adını fizan koyduğumuzda ben yirmi bir yaşındaydım. boşluğun rengi hala maviydi. tuhaf mavisi... biraz koyulaşmış bir mavi... içinde kara, uzun yılanların seğirttiğine benzer gölgeler dolaşan bir mavi... o olsaydı ve görseydi görebildiklerimi, boşluğun rengine lacivert derdi. sıla kuşunun göz rengidir bu derdi. sen gözlerin kapalıyken gökyüzünde kumrular görebilirsin derdi.

yazan: mustafa doğan
görsel: kitapsevenlerle
not: lütfen kaynak vererek yayınlayınız. teşekkür ederiz.