25 Eylül 2017 Pazartesi

Craft’ta Bir Oyun: YEN



Yen; Craft'ta 

Oyunun yazarı genç kadının özgeçmişine baktım. İngiliz Anna Jordan’ın oyunculuk, yönetmenlik, oyun yazarlığıyla dolu geçmişine sıkışıp kalmış küçük bir cümle vardı.  ‘Phone Credit for Refugees and Displaced People’ (PCRDP) diye bir organizasyonda gönüllüymüş. Yani? Yeryüzünde birçok yerde, o yerlere ait olmayan birileri yabancı, mülteci, yurdundan uzak ya. Bu insancıklar, geride, memleket dedikleri başka başka yerlerde, sevgililerini, çocuklarını, eşlerini, akranlarını ve anılarını bırakıp gitmişler, kaçmışlar ya da gönderilmişler ya. Birileri, bazen, onların da karınları doysun, üşümesin, susuz kalmasın diye yardım eli uzatmaya çalışıyorlar ya. Hah işte! Muhtemelen siz duymadınız; Anna Jordan ve başka birileri de, bu PCRDP ile mülteci, yurdundan edilmiş kadın erkek, çocuk, yaşlı insancıklar, sevdiklerinden bir haber alabilirler mi diye çaba harcıyor. Geçici bir gönül ferahlığı, sağ olduğu haberinin yaratacağı eşsiz mutluluk bir telefonun ucunda. Keşfetmişler, umut vermeye, yersiz yurtsuz on binlerce insana gönül ferahlığı, mutluluk yaşatmaya çalışıyorlar. Telefonun insanlık için kullanabileceğini deşifre ediyorlar. 

İşte, bu Anna Jordan gibi densizler, azla yetinmeyi de bilmiyor. Dünyayı kendilerine dert ediniyorlar. O ve onun gibiler, başka türlü toplumsal sorunlara da duyarsız kalmıyorlar. Bir kere duyarsız kalmamaya başla, arkası çorap söküğü zaten. Anna Jordan, oturuyor bir de oyun yazıyor. Muhtemelen pek çoğumuz kafa patlatmadık ama Anna Jordan yeryüzünün birçok yerinde, başka çocukların, yetişkinliğe adım atarken şiddetin, pornonun biçimlendirdiği kimliklerini kuşanmaya hazırlanmasına tanıklık etmiş, tanıklık etmemizi istiyor. Televizyonlar, internet, oyunlar benliklerini kuşatmış, çocuklarımızı ele geçirirken sessiz kalamamış, sessiz kalmamamızı istiyor. Anna Jordan, o bu, şu derken, bu soruna da kafa patlatmış; YEN’i yazmış. İçine oyunculuk ve yönetmenlik deneyimi de kattığından ortaya olağanüstü bir tiyatro eseri çıkmış. ‘Ben yazdım, gerisi oyunculara ve yönetmene...’ demiş.
İzleyici Salona Girerken Dönüşmeye Başlıyor


Biliyorum, bu uzun bir girizgah; öyleyse de nedeni YEN. On üzerinden on puan almayı, her türden övgüyü, tanıtımı, ilgiyi, hasılı tüm güzellik dolu sözleri hak ediyor. Anna Jordan’ın yazdığı oyunu Kadıköy’de küçük bir sahnede izledim. YEN’i unutulmaz anlar, anılar arasına çoktan yerleştirdim bile.

Sürekli, televizyon ekranında şiddet içeren oyunlar oynayan ve bilgisayarda porno izleyen iki ergen kardeşin yaşamından bir kesit veriyor YEN. Şiddet ve seks izleyici salona alınırken başlayıp, bitmez bir tedirginlik yaşatarak oyunun taaaa sonuna kadar devam ediyor. Oyunun en başından en sonuna kadar, bazen bir gerilim, bazen hüzün ve bazen de bir humor dengesizce suratlara çarpılıyor. ‘Ara vermeden!’ Oyunun Türkçede, Avrupa’nın epeyce doğusunda, bu sanat ve estetik yoksulu kılınmaya çalışılan tuhaf ülkesinde böyle oynanabileceğini hiç düşünemezsiniz. Adamlar elinde balta Atatürk heykeline saldırıyor anam babam. Aynı devlet sınırları içinde bir yerde Yen oynanıyor. İşte bu çok şaşırtıcı.

Oyunda, orijinal tekste sadakat için epeyce cesur davranılmış. Kanaatimce, sıradan, çekingen ya da kolaycı bir yönetmen elinde YEN hiçbir şeye benzemezdi. İzleyici bulurdu bulmasına da, sıradan tiyatro gösterilerinden biri olarak unutulur giderdi. Ancak öyle olmamış. Öyle olmasına da izin verilmemiş.

Bir kerre YEN, usta, cüretkar, agresif bir yönetmenin eline düşmüş: Çağ Çalışkur. Kendisini tanımam. Mülayim biriyse; kitapsevenlerle@gmail.com adresine küçük bir not yazsın. Lütfen. ‘Craft’a bu oyun cuk oturur arkadaş,’ demiş olmalı. ‘Ben Craft’ı niye açtım ki, aha da bu oyun oynanmayacaksa?’ diye kendini gaza getirmiş olmalı. İçeri konuşmaları yalnızca varsayıyorum biliyorsunuz değil mi? Zira, dediğim gibi Çağ arkadaşla oturup sohbet etmişliğim yok. Koca bir aferin için bunlar.

Yönetmen hanımın sahibi de olduğu Craft’taki sahne, iki yanlı oturmuş izleyicinin tamı tamına ortasında. Oyun boyunca küfürlerden, alkolden ve sigaradan nasibini alan bir izleyici kitlesi, -epeyce bir kıç da izliyor- akışta başına gelebilecek bir musibet olursa şikayet etmemesi gerektiğini ‘o dakka’ anlayıveriyor. Tevekkül eylemiş oluyor. Başına ne gelecekse kabul ediyor. Oyuna göre izleyici olmayı kabul ediyor, sarsılmayı kabullenmiş izleyiciye evriliyor. Tüm bu yazdıklarım ne zaman mı oluyor? Tam da salona alınırken.

Dekor, icap ettiği gibi rahatsızlık verici. Tıpkı oyunun, oyuncuların, yazarın ve yönetmenin hedeflerine uygun: Rahatsızlık verilecek. Ver! O eski püskü yatak olmazsa oyun da olmazdı ki zaten. Yerdeki çöp, tavan ışıklarına yapıştırılmış kağıt parçaları ve çocukların esaret hapı televizyon ve internet... Azlık dekoru, çokluk ruhuna bürünüyor. Not: Oyun boyunca, pencere önündeki küçük masa kırıldı kırılacak diye aklım çıktı.

YEN’in orijinalinde, iki ergen kardeşten küçüğü 13 yaşında ve siyahi. Böylece, iki kardeşin babalarının ve yaş farkının olduğu ta en baştan ortada. Craft’taki YEN, bu gerçekle bizi epeyce sonra buluşturuyor. Ama buluşturuyor. İki müthiş adam, ağabey-kardeş statüsünü de çok başarılı işleyerek orijinalinde yer alan yaş farkı meselesini kolayca unutturuveriyor. Hele bir yerde; köpeğin adı niye Taliban diye soruluyor da cevaben...[1] deniyor ya işte orada gerçekten ‘ergen bunlar’ deyiveriyorum kendi kendime.
Berker Güven

Yönetmen, yazar, dekor tamam da, dünyanın en iyi yönetmeni, yazarı ya da dekoru dahi olsa bu oyunu yükseltecek ya da düşürecek olan asıl etken kuşkusuz oyuncu kadrosu. YEN özelinde, oyuncu kadrosunun, gösterinin yüzde doksanı olduğunu söylemeliyim. Bora Akkaş ve Berker Güven oyunculuk kariyeri denilen bir uzun maratonu kat edeceklerse eğer zirveye erkenden varmışlar.  Berker’e, baya baya dayak yiyen bir hiperaktif olacaksın, bedensel ve arada bir de sesler çıkaran tiklerin olacak, bu arada teksti de es geçmeyeceksin denmiş. Berker, bu zor işin üstesinden gelebilmek için kanımca gerçek bir tourette sendromlu, hiperaktivite sorunu olan ergene dönüşüyor. Engelli ya da sorunlu karakter canlandırması istenen oyuncular, hele de ‘usta’ unvanını almışsa çok abartıp, çizgi aşıp, gerçekçilikten uzaklaşır, bazen de komik hale düşer ya; Berker Güven, baştan sona sahici olmayı yeğliyor. Mutlak başarıyor da... Okudum, bu kardeş ödüller almış, az bile vermişler.
Bora için çok söz yazmayacağım. Bunca yazının içine, tam da bu cümleye, şuraya bir ‘muhteşem,’ sözü bırakayım yeter. Bir oyuncu olsaydım ve kiminle karşılıklı oynamak istersin diye sorulsaydı kesinlikle Bora’nın adını verirdim. Kesinlikle...
Bora Akkaş

İdil Sivritepe için ayrılıkçı bir paragraf ekleyeceğim. Özgürlüğünü isteyen bir halk gibi YEN’de. Berker’le Bora, iyi yazılmış ve yönetilmiş bir oyunda her şeyi sırtlamış giderken İdil sahneye çıkıyor. Ben de varım demek istiyor. Büyük bir ülkenin içine hapsolmuş bağımsızlık isteyen bir halk gibi. Özgürlüğü ve bağımsızlığı da hak ediyor amma velakin içine düştüğü koca devlet var. Başka bir yerde, başka bir oyunda İdil’den başlayacak övgüler Bora ve Berker barajına takılıyor. İdil’e çok iyi şeyler söylemek Berker’e haksızlık olacakmış gibi geliyor. Tıpkı, bağımsızlığını isteyen halka evet denmesinin içinde yaşadıkları devlete ayıp etmek olacağını düşünmek gibi bir şey. Sahneye çıktığı anda kendimi bayramlaşmaya gelmiş eski sevgiliyle karşılaşmış gibi hissettim. Dibimde durdu. Dişinin altındaki telleri gördüm. Bir de gözlerini... Tiyatro yazısı yazdığımı unutturacak kadar güzel. Şuraya not düşeyim de; bir başka zaman yalnızca İdil için bir yazı yazayım.
İdil Sivritepe

Yanlışlıkla da olsa bu oyuna gidin kardeşler... İngilizceniz yoksa New York’ta, Fransızcanız yoksa Paris’te böyle oyunlar da izleyemeyeceğinize göre az buçuk Türkçenizle Kadıköy’de tiyatro sanatına tanıklık edersiniz. O kadar öyle...

Mustafa Doğan
Eylül 2017




[1] Gidip, oyunu da izleyip duyun cevabı.

Hiç yorum yok: