Mezarlığa inen bir merdivenin başında, çok uzun yoldan getirilmiş varsıl
bir şiirle bekliyorum. Cebimdeki dizelerde bir kadın, kesintisiz ve çığlık
çığlığa yaklaşık yarım asırdır haykırıyor. Mezarlığın kapısı, resmiyetle sabit
bir zamanda ötelenecek ve mollaların verdiği yarım izinle şairin mezarının
başında küçük bir anmam olacak. Bir vuslat anı. Furuğ ile buluşacağız. Sade,
gösterişsiz ve yürekten bir anma. Ona kavuşacağım.
Günlerden perşembe. Aylardan kasım. Herhangi bir yıl. Saat bire doğru yürüyor
ve benimle birlikte iki elin parmakları kadar bekleşenleri var meşhurlar
mezarlığının. Benden daha mı çok seviyorlar şairi, benden daha mı çok
duyumsuyorlar kadim acılarını, benden daha mı çok çekici buluyorlar toprağın
altında bir kadını; hiç bilemiyorum. Sessizce bekleşiyoruz.
Saati geliyor, vakit vuslata erme vakti, iki kanatlı demir kapıdan
giriyoruz içeri. Kapının kanatları mavi, sarı küçük camlarla donatılmış. Orta
yerinde renksiz kocaman iki kanada yerleşik iki cam daha var. Dışarıdan bakınca
mezarlığın içi seçiliyor. Tahran’ın, Elburz dağına sırtını vermiş kuzey
yarısında, güz yorgunu bir bahçeye, soğuk, yıpranmış, yalnızlık biriktiren
envayi türlü mezar taşları yayılmış. Şairler, hikayeciler, romancılar
bedenlerini bu taşların altına saklamışlar. Bir şura toplanmış. Bana ne! Haksızlık değil ki; aşık
olduğum için buradayım. İçlerinden birini ziyarete geldim. Önünde dikiliyorum.
Saygıyla... Hayır, aşkla... Furuğ, bir tanrıçadır benim için.
Dizelerin mesafeyi kısalttığı çok uzak yoldan geldim, senin için. Eğilip
boylu boyunca uzatılmış mezar taşına dokunuyorum. İki parmağımla kapısını
çalmak, rahatsızlık vermek istiyorum. İnsan sevdiğini derin bir ölüm uykusunda
bile uyandırabilir. Dizelerinin çığlığına dokunur gibiyim. Bir şairin
dizelerindeki çığlığa dokunulabilir. Furuğ usulcacık doğruluyor, elini uzatıyor,
iki elini birden. Kapkara saçlarından bir iki tutamı, gülen gözlerinin üstüne
düşüyor. Sigarasını yakıyor ve “hoş
geldin,” diyor. Tane tane, yavaşçacık Farsça konuşuyor.
“Gel ey adam, ey bencil yaratık
Gel, aç kafesin kapılarını...”
Keşke bana deseydin.
Baş eğmez bir kadının sesi duyduğum, mezarlıkta yankılanan. Furuğ’un
dizeleri kendi sesinden mutlaka dinlenmeli. Her cesur erkek, kapılmayı göze
alarak deneyimlemeli. Bir ses nasıl tanımlanabilir ki? Bilmiyorum. Bir
deneyeyim; tekdüze, buğulu, çekici, gizemli bir ses onunki. Biteviye sözcükleri
var ezbersiz. İki elini birden tutuyorum. Arada bir derin soluk alıyor ama
vermiyor. Biriktiriyor. Belirsizce dışarıya doğru bir acı püskürtüyor, bağırıp,
çağırmadan. Farsça ona çok yardımcı oluyor. Acıya acı katıyor, gizeme gizem, çekiciliğine
çekicilik.
Birileri, kıskançlığımla malül bir tümce elbette, ölmüş olsa bile hala bu
kadına aşık olabilir. Önce dizelerine, sonra çok içmiş yorgun bir gırtlaktan
kulağa ulaşan sarhoş sese. “Bir ölüye aşık olmak bütün eski sevgilileri
diriltmektir,” demişler. Dememişseler de demiş olduklarını varsayalım. Bütün
eski sevgilileri gömmeye geldiğimi anımsıyorum oysa. Furuğ hepsini aşağıya,
soğuğun içine çekecek. Bir anılar kabri büyütecek benim için, şurada. Bu mezar
taşının altında. Ruhlarını kelepçeleyecek, kendi işkencelerimden sıyrılacağım.
Bir onun dizelerine bağımlı kalacağım ahir ömrümde. Keşke müşterek olsak aynı
hislerde. O hala ve hep uçarı...
“Vefa gösterdim bir adama
Ancak ayağının tersiyle vurdu o aşkıma ve umutlarıma...”
Ben değilim elbette, ne cüret!
Kızgın mısın benim kadar diye sorsam, öfkeli misin ve aşk acısı aslında derin bir kinin gizlendiği kocaman
bir kabir midir?
Cevabını biliyorum: Sorunun ne ehemmiyeti var.
“Verdiğim her şey helal olsun ona
Ancak karşılıksız verdiğim gönlüm müstesna...”
Zweig’ın tanımıyla bir romancı kendi yerçekimi yasaları, kendi kişileri ve
kendi yıldızlı gökyüzü ile bir evren yaratan dehadır. Ya şair? Yarattığı
evrende yalnız ve mahzun varolmaya
mahkum her daim konuşan bir ölü. Bir ölü! Furuğ her daim konuşabildiği için
çağırdı; Tahran’a, ona geldim. Sonsuz bir yalnızlığa mahkum edilmiş bir ölüyü
görmeye... Ondan önce sevdiğim tüm kadınları gömmeye. Mezar taşına dokunuyor ve
itiraf ediyorum bunu. Dudaklarını ıslatıyor evvela, sonra gözlerini kısıyor,
sigara dumanı rahatsız da etmiyor ama kısıyor gözlerini. Uzattığı ellerini
tutuyorum. Her erkek acı vericidir, her erkek ömürden tüketir, düsturu bu.
Dönüp uzanıyor mezarına.
Yere uzanmış bir taşın hiçlenebilecek ağırlığının altında yatıyordu.
Başucunda bir çıra, arzusu mucibince dikilmiş, çiçeklerle bezenmiş bir avuç
toprak örtüsü. İşte şair budur. Ölü, suskun, yalnız ve tehlikeli...
Herkes bir ölü kadına aşık olabilir; meğer ki adı Furuğ olsun!
Bir araba kazasında başını çarpıyor ve oracıkta ölüveriyor Furuğ. Bir şair
gibi ölüyor. Elleri elimde; yanılmışsınız
diyor. Bir araba kazası tezgahlanıyor belki de; başına son bir darbe iniyor
ve bir şair gibi ölüyor. Yanılmadık, Furuğ’u dizeleri kadar öldüren ne olabilir
ki? Annesi ağlıyor, siyah beyaz bir filmin kalabalığında. Gözyaşı bittiğinde
yağmur suları çoğalıyor. Mezar içleri, kavi bir mahzunlukla yağmur sularını
emiyor.
Bekleşiyorduk az evvel. Mezarlık kapıları sabır telkin ediyordu. Kapılar,
önünde bekleşmek için zati. Bir şairin ölüsü yatıyordu içeride. Sonsuz bir
yalnızlığa mahpus edilmiş zindanıdır mezarı. Taşına iki parmakla değiyorum.
Adettendir diye.
Selamünaleyküm!
Elinde bir sigara ile doğruluyor. Dumanını üflüyor erkek suratlarımıza. Kadınlara
yasak bir mezarda yatırıyorlar onu.
Aleykümselam!
Biri, mezarlık şarkıcısı olmalı, biri, elinde bir kemanla bağrımıza
işlemeli şair çığlıklarını. Furuğ, bir kadın, önce, her şeyden önce. Furuğ
sonra şair. Belki kadın şair. E, ne çok var değil mi? Değil! Furuğ, bir direniş
öyküsü, bir cüzzam karantinası. Kara elleri dokunacak bekliyorum. Dokunuyor.
Furuğ, varlıkla yokluk arasında bir kadın. Mahkum. Yalnız. Yalnız...
“Bu dışı zahit güruhla
Kolay değildir bu mücadele biliyorum...”
Furuğ’un doğduğu 1935’in beş ocağında, ay, güneş ile dünya arasına sokulup ışığı kesti. Güneş tutuldu
diyorlardı ama İran zaten koca bir zindandı. Kadınlara karanlık bir memleket. Erkeklere
işkencehane... Rıza Pehlevi’nin bakanları ya zindanlarda öldürülüyor ya da
intihar ediyorlardı. Furuğ gelebileceği kadar erken gelmişti dünyaya. Gelebileceği
cehennemi kendi seçmiştir. İnattır.
Mezar taşını tercüme ediyorlar, ben başucunda dikiliyorum.
“Ben gecenin ve karanlığın bağrından konuşuyorum
sizinle
Eğer benim evime gelirseniz bir çıra getirin
Ve bir pencere açın oradan...”
Ona geldim.
Bir karanfil koyuyorum, içinde saklı şiir. Varsıl bir şiir. Yoksul dizeleri
hiç olmamış bir kadının mezarındayım. Aşkımı itiraf etmeye geldiğimi biliyor.
Bir film çekecektir dünyaya dönse. Ben şiirlerinde yaşamayı seçtiğim için
görmezlikten geliyorum. Tüm eski sevgililerimi, aşklarımı gömüyorum ona ait
ışığın altına.
Yolculuyor.
“Bir daha gelme!”
Furuğ, mezarlığın ışıklar içindeki
kraliçesi. Ellerini alıp gidiyor.
“ve bu benim
yalnız bir kadın
soğuk bir mevsimin eşiğinde,
yeryüzünün kirlenmiş varlığını anlamanın
başlangıcında
ve gökyüzünün yalın ve hüzünlü umutsuzluğu
ve bu beton ellerin güçsüzlüğü...”
Altmışında bir seyyah...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder