5 Şubat 2015 Perşembe

olmasaydı ölüm, diyecektim ki...(*)


Olmasaydı...

Diyelim ki öldüm. Tam omuzumun altında, boynuma doğru çıkan bir ağrı peydah oldu aniden. Sırtımdan yukarı doğru bir bıçak saplandı sanki. Ağrıyla yere uzandım, ağzımdan köpükler çıkmaya başladı. Varsayalım, bir iki derin hırıltı ve pat diye gittim. Hepsi gerçek kadar soğuk ve ürpertici. Hepsi gerçek. Öldüm. Oysa az önce telefonda bir arkadaşımla konuşmuş, ondan TBMM’de çalışan bir akrabasına ulaşmak için yardım istemiştim. Her şey alışıldık, bildik ve sıradandı. Her günden biriydi. Bu kez öldüm. 

İşin kötüsü, beni kimsenin tanımadığı kalabalık bir yolda yürüyordum. Kaldırıma bir iki kere inip çıktım. Son adımı atıp, yeniden çıkacakken oldu her şey. Boşluğa, yerçekimine bıraktım kendimi ve ölmek hiç aklımın ucundan bile geçmedi. O pis ve dayanılmaz acıyla kıvranıp kaldım bir sokak köpeği gibi inleyerek. Sevgili okuyucu, derdim ölümümü anlatmak değil; şikayet etmek, vah vah diye üzülmek de... Yalnızca hazırlıksız yakalandığımı söylemek istedim. Oysa geride cenazeme dair neler umduğumu anlatan bir vasiyet bırakmayı isterdim hep, onu atladım. Hiç öleceğim aklımın ucuna gelmemişti. Bana göre vasiyet hazırlamak için bile bir vakit vardı ve daha pek de erkendi. Bilsem dem o demdir, ölürsem bir isteğim olacaktı kalan dostlarımdan. Çok geç artık ve bu yükü sayın okuyucunun üzerine yüklemek istiyorum, elbette kabul buyuranlara... Cam bir şişeye konmuş, okyanuslar aşıp, sizin oturmakta olduğunuz kıyaya vuran mektubu ciddiye aldığınız kadar lütfen benim bu vasiyetimi de o ölçüde kaale alın. Gerçekliğini kabul edin. Kim okursa, bu yazıyı kim görmüşse ona sesleniyorum. Ölümüm sonrası tamamlanmamış ve beni öteki alemde rahatsız eden küçük bir eksikliği gidermenizi istiyorum sizden. Topu topu da bu... İhtiyatlı davranmış, bu vasiyetimi önceden hazırlamış olsaydım, ölürken ceketimin iç cebinden çıkarıp elimin içinde tutacak, yerde yığılı yatarken bileklerime kolonya sürmek için, öteki yana gitmekte olan ruhumu döndürmeye çalışan sıcak bir elin içine bırakacaktım. Ve o vakit sizin elinize geçmiş olsaydı cenazeme de katılır, orada bu isteğimi, mümkünü de varsa belki yerine getirmeye çalışırdınız ama sanrım onun için geç kaldığımı artık siz de, ben de biliyorum.

Bir kadeh şarap doldurur, küçük bir dilim peynir koyup sıkılmadan okumayı sürdürürseniz, vasiyetimi, son isteğimi açıklayabilirim. Sizden, bir okuyucu olarak bana borcunuz da var, tek istediğim aşağıda yazılı küçük metni sahibine ulaştırmanız. Yerini, yurdunu tarifleyeceğim. Kolay erişilebilir bir mekana kadar gideceksiniz. Ulaşmakta asla zorluk çekmezsiniz, çok bildiğiniz bir yer ama onu, mesajı ileteceğiniz kişiyi geniş bir kalabalıkta tanımanız azıcık zor olabilir. Bu kısmı da kolaylaştırmam gerekiyor.

İşte tam da bu nedenle size onun kısaca tanıtayım ki gördüğünüzde kesinliği kuşku götürmez bir biçimde doğru kadına mesajımı iletmiş olun. Evet, o bir kadın. Çok da güzel bir kadın. Saçlarını örük yapasınız gelecek, tee o kadar güzel ve diri. Dudakları kalın, ağzı beklediğinizden biraz daha büyük ama o cam gibi bakan gözlerin altında muhteşem duruyor. Anlamış olmanız gerekiyor, bulmak için, bulduğunuz anda tanımak için onun cam gibi gözlerine bakacaksınız. Bu mesajı bekliyor, biraz fütursuz davranabilir ama sizin azıcık mahcup, utangaç bakmanızı istiyorum. Birini aradığınızı, bir mesajı iletmek için kendi kendinize görev üstlendiğinizi anlatan bir bakış olsun gözlerinizde. Elinizde, sarı, eski bir zarf... İçinde de aşağıdaki mesajımın bir kopyası... Ağır ağır kalabalığın içine doğru yürümelisiniz. İnanın bana, gözlerinize bakınca, elinizde kendisi için taşınmakta olan bir mesaj bulunduğunu şıp diye anlayacak. Ama bilmediği çok önemli bir şey var. Lütfen duyarlı olun. Bu mesajın neden kendisine o güne kadar gelmediğini bilmiyor, neden bu denli gecikti haberi yok. Ölümümden çok sonra haberi olacaktı zaten, epeyce bir zaman önce bu dünyada birlikte var olma kavlinden vazgeçmiştik. Aman yanlış anlamayın. Sizden ölüm haberimi ona vermenizi istemiyorum. Bu sizden basit, sıradan bir şey isteme sınırını çoktan aşar ki; pek az okuyucu buna yeltenir, cesaret eder. Böylesi netameli bir halde beni hiç tanımayan, tek derdi iyi bir kaç satır okumak olan zat-ı alinizi bırakmaya hakkım olmadığını biliyorum. Sizden tek istediğim, elinizi azıcık kaldırıp zarfı o kalabalığa göstermeniz. Cam gibi gözleri olan kadın yanınıza gelmek için kalabalığın içinden size doğru küçük bir hamle yapacak. Bu istemsiz bir harekettir. Ardından aklını başına toplayıp, çevresini kolaçan edecek ki; kimseler sizden o mesajı aldığını görmesin. Yanınıza gelene kadar sizi tanımıyormuş gibi yapacak. Yavaş yavaş yürüdüğü, başı öne eğik olduğu için onu tanıyacaksınız. Elinde eski bir fotoğraf albümü taşıyor, içi boş. İçini göremezsiniz ama görebileceğinize odaklanın; o kalabalıkta başka kaç kişi eski bir fotoğraf albümünü kollarının arasında sarıp sarmalamış taşır ki? Yanınıza gelip gülümseyene kadar bekleyin sayın okuyucum.

Daha şurada yazayım ki; asla tehlike içinde değilsiniz. Siz bir elçisiniz. Madem okumak gibi müşkül bir işi kendinize meşgale seçtiniz, bu kadarcık öykünün içinde yer almak da hakkınız, aman telaş etmeyiniz. Zarfı, fotoğraf albümünün içine bırakın ve kadının gitmesini sakın engellemeyin. Onunla konuşmaya çalışmanızı da istemiyorum. Bu büyük bir düş kırıklığı olur. Yanıt da alamazsınız. Onun sesini duymanızı da kabul edemem. Ayrımındasınızdır siz benim de sesimi duymuyorsunuz ve elbette sizin okuyucu olarak seslerle ilginiz, ilişkiniz yok. Sizin gözleriniz var, harfleri yanyana görünce sözcükler okuyan tuhaf, endişeli, tatminsiz gözler. Onlar kafi. Üstlenmeniz gereken rol hala ve devamla okuyuculuk. Fazlasına yeltenmeniz sizi çok sıkıntılı bir hale de sokabilir. Bir işe de yaramaz.
Kadın, bir kralın armağanı, varak yazıları parıldayan ve muslukları onlarca yıldır akmayan bir çeşmenin yanı başında duracak. Albümün kapağını açıp benim fotoğrafıma baktıktan sonra sizin verdiğiniz zarfı okşaya seve açacak. Biliyorsunuz okuduğu aşağıdaki vasiyetimdir. Albüm koltuk altından sıyrılıp düşüverecek yere. Muhtemeldir ki fotoğrafım fırlayacak, esen rüzgara kapılıp kiremit rengi duvarları olan kiliseye doğru uçacak. O an, beni daha, bir daha asla göremeyeceğini okuduğu andır.  Yavaşça yere çöküp sırtını çeşmenin taş kurnasına dayayacak ve göğe bakacak. Bulutları çok sever, beyaz bulutların arasında rüzgara kaptırdığı fotoğraftaki gözlerin kendisine bakıp bakmadığını arayacak. Ölüm haberimin vereceği acı kadar, hiç kavuşamayacak olmanın kederinin de sona ermesi demektir ki, garip bir huzur olacak yüzünde.

Şimdi sıra sevgili okuyucum sizdedir. Mavi bir yazma çıkarıp arka cebinizden, albümün arasına bırakıp mısır, kestane ve simit satan seyyar satıcılara doğru yürüyüp arkanıza bakmadan yitip gidin. Eskide kalan sevgiliniz için bir kadeh daha şarap için ve beni de merak etmekten vazgeçin. O tek soruluk hakkınızı kullanıp, ne zaman orada olacağım diye soruyorsunuz. Tüm günahlardan arınmak için sabaha kadar dolaşıp dua edilecek bir gündür, bilmeniz gerekiyor. Yeri de ziyadesiyle tarifledim.




İhsan Sadi Bektaş - Kadırga - 1986

(*) Yazar, şair ve felsefeci İhsan Sadi Bektaş 1988 yılında Viyana'da geçirdiği bir kalp krizi sonrası vefat etmiştir. Bu öykü oğlu Cem Bektaş tarafından yayınlanması için bize gönderilmiştir.

Hiç yorum yok: