7 Nisan 2015 Salı

Alıntı: Umudun İnsana Nefreti(*)



“...Bugün uyuşmalar yüzümden, yanağımdan aşağı doğru sinsice yayılıyor.”
Bembeyaz bir köpek eniği, çinko tasın içinde kılçıkları temizlenmiş balığı izliyor. Kuyruğu güdük ama salladığını sanıyor iffetsiz. Gözlerini kapatıp açması ihtiyar bir huzurevi sakininkiyle neredeyse aynı zamanda. Direkten aşağı düşen sarı ışık üçgen kulaklarında patlıyor. Eniğin altında cüssesinden daha büyük gölgesi, sanki ondan bağımsızmış gibi ileri geri hareket ediyor. Sokak tenha, bu saatte dolu olacak değil ya. Yağmur, karlıydı, en son bu taşları yıkayalı iki saat oluyor. Öylesine, basit bir temizlik yapmak için yağdırdı tanrı. Ben de cama düşenlerin sesindeki ritme tutularak izledim. Geride Kuğulu’dan bu yana bir esinti bırakarak, sulusepgine benzeyen yağışını da alıp gitti. Şimdi, ben üçüncü katın penceresinden ayakta dikilip bakarken tanrıyı da, yağmurun kalıntılarını da ve aslında kıytırık kıytırık esen yeli de duyumsamıyorum. Olmuş olduklarını varsayıyorum. Olup olmamaları da çok umurumda değil. Aslına bakılırsa aşık olmasaydım, içip içip böyle cam dibinde şafak vaktine kadar böğürmeyecektim. Hatta az sonra karşımda göğe bakabilmek için bırakılmış iki apartman arası boşluktan burnunu çıkaracak olan güneşin doğuşunu da uykusuz beklemeyecektim. O eski halim olsa, başım, ayaklarım, gövdem ve hırıltım döşekle yorgan arasında bastırılmış uyumaktaydım. Takribi bir saat sonra burnumun ortasına yumruk atar hissi veren kurulmuş cep telefonu alarmıyla zor bela kalkıp don atlet duşa girerdim. Islanmış iç çamaşırlarımı sabunlayıp yıkar, kaloriferin üstüne sererdim. Haftada bir tıraş oluyordum ki; adına kirli sakal denilen uyuşuklara mahsus bir yüzle kovulduğum işyerime gidiyordum. Aşık olmasaydım, mesaisinde bir enayi olarak dolap beygirliğimin devam etmesi kuvvetle muhtemeldi. Ben de aşık oldum.
Uyanılacak gayri diye kaloriferleri harlamış Angara kapıcısı aşağıda birazdan görünecek diye ayakta dikilmeye devam ediyorum. Lüküs semttir hele, Ayrancı kıçını geç kaldırır ama kapıcı sektirmeden erken kalkıyor. Çöpün yanından geçip gidecek az sonra. Eşortmanının üstüne palto çekiyor hep, ayaklarında da kazan dairesi için giydiği topuklarına basılmış eski bir iskarpin. Görmüşlüğüm var, markalı bir şey, o çöpe atılınca mallık eylemiş. Ayağından çıkmasın diye yerlerde sürüyor. Her sabahın köründe yolcu ettiği en büyük kızı Ebruli. O da çıkacak ardından. Sokağın başına kadar gidiyorlar ve sektirmeden her defasında altıyı üç geçe beyaz bir servis minibüsü almaya geliyor. Ebru niye dememişler de Ebruli olmuş adın diye sorduğumda bu apartmana yeni taşınıyordum. Ayran getirdi, açık ayran... Beni yükleri taşıyan adamların kahyası sanıp ilk bardağı bana ikram etti. Aldım, içtim, çiçekli tepsinin içine bırakırken dedim ki; sana aşık olacağım. İçimden tabi. O iki sene evvelki olay. Güzelliğine, sesine, kokusuna vurulmuşluğum yok, ayran, Ebruli ve ben... Buradan da biredenbire bir aşık olma, vurulma ahvali çıkarılamaz zaten. Çıkarılır da, kadın ruhundan anlayan yazar işidir, pek gerçekçi olmaz. Benim ki; tasarlanmış bir aşktı. Kapıcının kızına aşık olma fikri filizlendiğinde apartmanda bile oturmuyordum. İki düzine yıl öncesinden beridir kurguladığım bir sevda. Ebruli de, babam beni bu deyyusların içine niye gönderdi demiş. İçinden tabi. Bana sonradan aidat toplamaya geldiğinde söyledi.
Güneş çıkmadan Ebruli kapıcının peşinden sokağa indi. Önce eniğin yanına gidip elindeki yemek artıklarını bıraktı. Yetişmek için de babasının ardından seyirtti. Köpek kulağında dolaşan sabah ışığı Ebruli’nin uyanmamış gözlerine düştü. O da başını kaldırıp üçüncü kata, yani bana baktı. Ben de o baktığı anda her zamanki gibi cigaramı yaktım. Dumanı sokak başına varıncaya kadar ciğerlerimde tutup, servise binerken koyverdim ki görsün. Ayak parmak uçlarıma kadar dolaşan duman şakaklarımdan fırladı neredeyse. Bu tadı, sabahları daha çok sevmeye başlamıştım. Sağ elimin orta parmağı anejo blanco yazısını kapatmış, şişeyi kafama diktim, o yazıyı okumadan içersem uğursuzluk getiriyordu. Kustum. Hep kusuyordum, sabahları. Akşam uyanınca da temizliyordum. Doktor temizliğe dikkat et, demişti, ben de sektirmeden hergün temizlik yapıyordum zaten. Yatağın başucuna kadar yürüdüm. Paris Caddesi, Ebruli ve tanrı dışarıda kalmıştı. Şişenin ucuna baş parmağımı dayadım, eğdim. Dilimle yaladım, başparmağımın ucunu, rom tadı tuzla karışmıştı sanki. Defterin kapağını açıp son sayfaya yazdım. Kırk üçüncü gün. Altını doldurmam gerekiyordu ama aklıma hiçbir şey gelmedi. Aklıma gelenlerin de yazılacak bir yanı yoktu. Kalemin kıçını kulağıma sokup biraz karıştırdım. Kulak deliğimden içeri giren metal canımı yakınca yazacak şeyler aklıma gelecekti muhakkak.
“Evet dostlar, kimseniz artık, dün yine atak geçirdim. En son bir ay önce geçirmiştim. Doktorun söylediği her şey bir bir gerçekleşiyor; bu aşk üzüntüsünü yenemezsen aldığın kortizonların bile yararı dokunmayacak. Kalemle bir şey yazdığı yoktu, yüzüme bakmamak için kullandı onu. Aşk olunca ilaç umar olmaz diyordu. Sanırım.
Ne yapayım, diye sordum, bin kere sorduğum halde. Ötele, dedi. Bin kere dediği halde. Nasıl, diye sordum bin kere sorduğum halde. Bunu psikoloğa sor dedi, bin kere dediği halde. O işe yaramıyor, dedim yine. Aşk unutulabilir dedi yine. Unutamazsam dediğim de, aynı sözleri bulup getirdi. Yerlerini bile değiştirmedi. Ömrünü daha da kısaltırsın.”
Sağ bacağımı çekiştirerek kalktım. Banyonun ışığı yanınca aynada daha sağlam bir adam bulabileceğim umuduyla bastım anahtara. Bu umudu hiç ötelemiyordum. Suretim ağzıma sıçtı. Umut aşkla aynı tümcede kullanılınca distopya oluyordu. Bir yumruk yedi elektrik anahtarı. Şak. Kendimi karanlığa...


(*) Refik Kamuran Ezginsoy – Umudun İnsana Nefreti yayınlanacak öykü kitabından (788 sözcük) alınmıştır. 
(**) Fotoğraf Serdal Ertaş’ın http://www.tr3d.com/galeri/proje/ph6/ internet adresinden alınmıştır.

Hiç yorum yok: