10 Temmuz 2015 Cuma

Okuma Ufukları - Prof. Dr. Bernhard Albert Bauhaus

Babası sofu bir Hristiyan olan Kierkegaard’ın dolaştığı düşler alemi ve sahip olduğu diyalektik onu melankoliye sürükler ama ahlak üzerine düşünmesinin temel nedeni ya da şöyle söylemek gerekir; asıl melankoliye hapsolmasının açıklaması, o sofu, kuralcı ve baskın adamın (babasının) annesiyle olan sorunlu ilişkisidir. Daha iyi bir anlatımla söylersek; dindar ve ahlaklı baba, katı kaidelerini kendi yaşamında tam anlamıyla uygulayamamış, “nefsine hakim olamayıp” evdeki hizmetçi ile evlilik dışı ilişkiye girmiştir. İşte yaşam aslında bu kadar “gerçekçidir.” Kierkegaard deli sorularla karşı karşıyadır gayri: Din nedir, dindar kimdir, ahlak nedir, ahlaklı kimdir? Babası iyi bir adam mıdır? Günahkar mıdır?
Sanırım bunları feylesof olmadan da çözebilirdi Kierkegaard. Ama feylesof olmak zorunda kaldı. Çünkü babasından da kalan çelişki mirası kendini başka, “tuhaf” bir ilişkiye sokmuştu. Regina... “Senin için bir kitap yazacağım,” diye yola çıkan aşıkın, bir süre sonra, “nişanlandım ben,” diye maşuktan haber alması her ne kadar “sade ve sıradan” bir aşk öyküsü gibi görünse de zekanın parlattığı bir adamı feylesof yapacaktır. 
Babası ile Regina bir araya gelip, -bu ikisi ailede yaşanan erken ölümlerden bile etkildirler- Kierkegaard’ı yaratmış olmaktadır.
Buraya kadar tamam mı? Bu öyküyle baktığımızda şu fikri kabullenmemiz ne kolay; Kierkegaard için nesnel doğruluk, akılcılık Regina’sının ya da ebeveynlerinin yarattığı travmayı sağaltacak, tatmin edecek, onları açıklayabilecek görüşler olmaktan çıkmıştır. Kierkegaard her ne kadar erkenden ölse de, zeka varsılı bir adam olarak o kadarcık yaşamak için bile daha bireyci bir felsefi görüşe gereksinimi vardır: Her bir birey kendi hayat yolunu kendi seçip takip etmelidir. Tıpkı babasının ve annesinin ve Regina'nın ve nihayet kendisinin yaptığı gibi... Böylece Kierkegaard özgürleşecektir. Tek çıkar yolu budur.

Ne demek istediğimi basite indirgeyerek berbat etmek istiyorum şimdi. Kierkegaard’ın ebeveynleri ve Regina ile olan sorunlu ilişkisi bizi sarih ve sahih bir gerçeğe götürüyor. Feylesof oldu, zeki bir adamın başka çıkışı yoktur. Yazdı, kusması gerekiyordu. Mahlaslarla yazdığını ve kendi kendiyle kavga ettiğini biliyoruz. Kendini sözcüklerin içine sakladı. Yazdığı gibi; “bir yazarın ruhu üslubuna girmelidir.” Anlattığımız bir yaşam öyküsüdür. “Mükemmel aşk, insanın mutsuz edecek kişiyi sevmesidir,” diyen bir zeki adamın öyküsü... Buraya kadar meramımızı anlatabilmişsek son darbeyi indirmenin zamanı. 
Okuyucu uyanık olsun! Kitapların içinde yazılanlar, görüşler, kurgular okuyucuya kurulan tuzaklardır. Yazarın kendi yaşam öyküsüne bakın. Gerçek oradadır. Ne kusuyor? bu bizi oyalamasın. Yazar aslında ruhunu özgürleştirmenin peşindedir. Yazarak kusar ve rahatlar. Okuyucu ilk feylesofundan varoluşçuluk dersi aldığını sanadursun, o okunan kitap çoktan Kierkegaard’ın terapi aracı olmuştur. Kusunca kim rahatlamaz?

Tatmin olunmadıysa başka bir örneklemeyle yazımızı berbat etmeyi sürdürelim.
Yıl 1774. Tarihin tam o yerinde Almanya’da intihar salgını başlar. Sokaklarda mavi fraklar, sarı yelek ve pantolonlarla dolaşanların sayısı artar. Nedeni Goethe’dir. Genç Werther’in Acıları yalnızca Almanya’da değil, salgın halde İngiltere, Fransa gibi pek çok ülkede okunmaktadır ve insancıklar kitapta yaratılan kurguyla öteki dünya seferlerine katılmaktan bile imtina etmezler. Okuyucu kitaba gömülmüş, uyumaktadır. Yazarın kustuğunun ayrımına kimse varmaz. Biz izah edelim.
Yılları geriye sarıyoruz. 1772-1774 arasına, Goethe’nin yaşamına dönelim. Deneyelim: Okuyucuya kitaba değil, yazara da bir bak kardeşim demeye gidelim. Bu tarihlerde Goethe önce nişanlı bir kadına tutulur, kadın başkasıyla (Goethe'nin de arkadaşıdır aslında) evlendiğinde yüzükleri gönderen Goethe’dir. Tanrım! Werther bile bu kadarını yapmamıştır. Goethe bey, derken on altı yaşında bir kadına – Brentanolar’ın anneleri- abayı yakar; ama o da Goethe ile değil yine bir başkasıyla evlenecektir. Dikkat; Genç Werther’in Acıları’nı anlatmıyoruz. Yazdığımız Goethe’nin özyaşamıdır. Bu tarihlerde bir de yakın arkadaşının bir evli kadına tutulup intihar etmesi hadisesi var ki; kendi yaşadıkları mı yoksa bu duyduğu haber mi daha kötüdür karar veremez.
Genç Werther’in Acıları kitabını okuyanlar, olay örgüsünün Goethe’nin yaşadıklarıyla tam anlamıyla örtüştüğünü bilecektir. Goethe hayranları bu ortaklaşalıkları kabul etmekle birlikte, bağlantının yetersiz olduğunu ve kitapta baştan sona sağlam bir kurgunun yazarın yeteneği olarak öne çıktığını söylemektedirler. Söylesinler... İyi de ederler. Bizim derdimiz de zaten okuru kitaba değil yazara bakmaya kışkırtmak değil miydi? Yazara bakmayı sürdürelim ve yaşamıyla yazdığı arasındaki illiyeti pekiştirmeyi sürdürelim.
Goethe’nin arkadaşının nişanlısına aşık olması ve onun yarattığı travma ile suçluluk duygusunu kolay aşması mümkün değildi. 18'nci yüzyıldan söz ettiğimiz unutulmamalı. Özgürleşmesi gerekiyordu. Zehirlenmişti. O da kustu. Kitap tam da budur. 
Bu öyküdeki üç temel karakter üzerinden gidersek okuyucu-yazar-olay örgüsündeki meramımızı daha iyi anlatmış olacağız; (1) Lotte aşık olunacak, güzel, alçakgönüllü, özverili kadın... “İyi” bir insan. O kadar iyi ki; kendisine annesinin bulduğu, bulduğuna da emanet ettiği nişanlısı sevgili Albert’i de, baloya giderken tanıştırılan Werther’i de kırmaktan çok çekinmektedir. (2) Albert kim? Lotte’nin tariflediği sözlerle açıklamakta yarar var: “Albert iyi bir insan, onunla nişanlı sayılırım.” (3) Ve elbette bu öykünün en mağduru, - nitekim intihar edenden daha mağduru olur mu?- iyilerin iyisi, aşık Werther. Öyküde herkes iyi de, çekilen derin acılar ve ölüm var. İşte bu kötü. Bunun sorumluluğu birinin üzerine yıkmalı. Yazar, Goethe, bunu yapmaya çalışıyor. Okuyucuyu yanına alıp Goethe'yi, -affınıza sığınıyorum Werther'i- aklayıp, masum kılıp, kutsayıp özgürleşecek. Yüklerinden kurtulması, kusması gerekiyor.
Tekraren... Goethe’nin ne yapmak istediğini anladık mı? “Sağlam kurgunun” şapşik okuyucuyu nereye doğru çektiğini peki? Kanımız o ki; kitabı okumalısınız. Hatta kitaba, kurguya değil de Goethe’ye odaklanmak için bir de Thomas Mann’in Lotte Weimar’da kitabını okumak şiddetle önerilir. Venedik’te Ölüm’ün yazarı. Goethe hayranı... İyice aydınlanmak için çok iyi bir yol olurdu. Thomas Mann'in sözcüklerini de yukarıdaki koşullarla okumak kaydı şartıyla elbette. Demem o ki; burada da kitaba değil Thomas Mann’e ve Goethe'ye hayranlığına dikkat edin. Sarmalı bilerek seçtik.
Aklınızın yeterince karışmadığını düşünerek son pisliğimizi de yapalım. Yukarıda yazdıklarımızı sizin için çöpe atabiliriz, hazırlanın. Kimsenin, hiçbir okurun öyle uzun uzadıya yazarı düşünmesine gerek yoktur. Şimdiye kadar yazdığımız saçmalık. Sanatçılar ya da yazarlarıyla yaratıları arasındaki bağ, bağlantı okuru asla ilgilendirmez. Tıpkı filmin senaristinin, yönetmeninin yaşamının filmi izlerken bir karede bile aklımıza gelmemesi gibi. Okur, yazara kanmak için kitap almaktadır. Yaşamından ona ne ki? Böyle bir düşüncenin çok revaç bulduğunu söyleyebilirim. Kurguda yuvarlanıp durun siz. Gerisi akademisyenlerin işi.
Daha da kafa karıştırmak için Sartre ile Beauvoir’in yaşamları ve kitaplarına vurgu yapıp “Özgürlük Aşıkları’nı” anlatacaktım ama bir daha ki sefere..


Prof. Dr. Bernhard Albert Bauhaus – National University of Singapore
Çev: Kitapsevenlerle
Not: Society for Tal Ha dergisinde yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok: