Zihin
Müzesi
Önceki devirleri, zaman aktıkça zihin
donduruyor, lakin olduğu biçimiyle de bırakmıyor. Zaman, tüm pürüzleri yavaşçacık törpülemeye
ve yok etmeye çabalıyor. Tıpkı bir rüzgarın kayayı sabırla yontmaya
yeltenmesine benziyor her şey. Kaya, önce kaba yerlerinin kum tanelerine
dönüşmesine seyirci kalıyor ve köşeli, çıkıntılı parçacıklarını yitiriyor. Sonra
da oval, yuvarlak, köşesiz parçalardan
birine, sıradan ama albenili bir taşa dönüşüyor. Bir insan yaşamı esas
alındığında, yavaştan da öte, asla makul kabul edilemeyecek bir süreçtir sözünü
ettiğim kaya metaforu. Zihin, rüzgara göre daha hızlı hareket ediyor.
Hatıraların acılı çıkıntıları, iç tırmalayıcı pürüzleri, köşeli yanları kuma
dönüşüp yitip gidiyor. Geriye, tıpkı kaya parçalarında olduğu gibi hayal
mahsulü, dondurulmuş bir heykelcik kalıyor. Oval, yuvarlak, pürüzsüz bir
geçmiş... Anlatacaklarım da bu sahteciliğin farkındalığı muvacehesinde kaleme
alınmıştır. Evet! Sahtecilik! Zaman, köşeleri, sertlikleri, pürüzleri tesadüfi
gerçeklikten arındırıp, kalan her neyse onu mutlak güzellik olarak kafatası
müzesine yerleştirilmiş oluyor. En dramatik hatıraların bile, zamanın baş
edilemez aşındırmasıyla, farklı, özlenen bir mertebeye taşınmasıdır sözünü
ettiğim. Başlıyoruz!
19. yüzyılın bir yerinde; romantik bir adam
Paris’le yetinmeyip İstanbul’a gelir. Taksim’deki bir mezarlıkta kahkahalarla
eğlenen bir kalabalığı görür. İşte! Gautier’in lisanını anlamaktan yoksun olarak
izlediği Karagöz gösterisiyle, gösterinin mekanı mezarlığa dair notlarındaki
karşıtlığı ben her sabah yeniden yaşadım. Senelerce... Yine de; onca yıl,
böylesi bir karşıtlığı hissettiğim halde, asla ona tek söz de etmedim. Gautier’in
notlarında, mezarlıktan yansıyan karanlık gölgeler, Karagöz oyunun rengarenk ve
cıvıltılı hengamesiyle çarpışır dururdu. Notları daha elime ilk aldığımda, hüzünle birlikte
tango yapmaya kalkışmış neşenin beni tasvir ettiğine emin olmuştum. Notlardaki
karşıtlık, hemen hemen her gün, İstanbul ayarken orada, o vuslat sokağında benim
içimde ve çevremde zuhur ederdi. Dikelmekte olduğum mezar taşları tarlasının gizler
aleminden, çocuklu kadınlı ruhlar ayağa kalkar, artık rahat uyuyamayacaklarını
bildikleri için, onları rahatsız eden her melun kadar gelip benim de bedenime
şöyle bir dokunur, beni acayip ürpertirdi. Bazen, o ürpertiyle tereddüt
etmeden, ruhlarla öpüşürdük. İstirahatinden kaldırılmış ruhlarla, sabırla
sevgili bekleyen birinin öpücüklü temasından ortaya çıkan manzara aşağı yukarı
yontulmuş ikili heykel kucaklaşmasıydı. O anlarda eğilmez, bükülmez, korkmaz ya
da sevinmezdim. Bir taşa, taşın soğukluğu sinmiş bir ruha, sıkıca sarılıp
öpüşerek öylece sevgilinin gelmesini beklerdim. Brancusi’nin sarımtırak “Öpücük”
heykeline benzerdi son enstantane. O anlarda, tıpkı Gautier’in Karagöz temaşası
ile mezarlık kasveti karşıtlığı misali, benim de kararsızlık ve şaşkınlığa –çok
fazla olmasa da- yenik düşmüşlüğüm vardır.
Arkamdaki Sur’a ait bir gedikten yalın
yapalak işçiler, telaşlı arabalar hızla gelip yanımdan duraksamaksızın
geçer, sabah mesailerine doğru koştururdu. Ruhlardan ziyade onlara,
yanımdan geçenlere yabancılaşırdım. Derken bir bakardım; gözüme ilişen uzak bir
siluet büyüyerek yaklaşır, yaklaşırken ben de ummanın ve vuslatın ürpertisiyle kadim
bekleme seansımı sürdürürdüm. Her siluet elbette ona ait olmazdı, umut,
siluetin yabancılığının anlaşılmasına kadar sürer, sönüşünde de çocukça ya da anlamsız
kabul edeceğim bir hüzne boğulurdum.
Orada, o bekleme müddetince, giren, çıkan
insanlara yabancılaşır, yoksulluktan eşitliğe doğru kaçışın kapısında bir tür
görevli sayardım kendimi. Beklerdim, beklerdim ve sonra doğru siluet yaklaşıp
ona dönüşürdü ve her şeyi unutup gülümsemeye başlardım. Birinin beni
gülümsetebilmesi, hem de bu mezarlık ortasında, hem de bu yoksulluğun hüznünde,
mutlu olmamı sağlardı.
Sur’un korunaklığına sığınmış ve sabahları
insana dönüşüp üzerime yürüyen o yoksulluk hala İstanbul’un tam orta yerinde
tüter durur. Ve Sur, açılmış gediklerinden yoksulların uykulu ya da yorgun bakışları
arasında hala insancıkları sabahları yolcu etmektedir. Tan yeri ağarmaya
başladıktan sonra, her gedik saatlerce insan kusardı. Hala kusar! Tanrı
şahidimdir ki; yoksulluğun ve Karacoğlan deyişiyle yoksuzluğun hüznü sessizce
bu Sur kuytularında sonsuza kadar sinip duracak.
Akşam, Sur’un içine yolculuk yapanların,
bendeki yazma güdüsüyle depreşmiş hissiyata birebir sahip olduklarını
sanıyorum. Bu yüksek duvarlar, onlara da, bana olduğu gibi, hala tuhaf
bir hapsolunma hissi vermeyi sürdürüyor. Sur’dan dışarı doğru sabah yolculuğu
da umutsuzluk içerse de, derin bir rahatlama... Ve o rahatlama hali de aynı
bendeki depreşenlerle örtüşüyor. Bu içerden dışarı ve dışarıdan içeri
geçişlerde, hüzünden ferahlamaya uzanan hislerin temel müsebbibi, önce devasa,
geçilmez taş duvarlar ve sonra da onlardaki gedikler; yani “kapılar” olsa gerekti.
Sahile doğru inerken sırayla dizilmiş olan bu gedikler ya da kapılar, orijinal
işlevlerini yitirmeden hala ayakta bekler. Devasa kapıların arasında da, tarihsel
tüm motifleri yemiş yutmuş, üstüne ruhların isyankar kokusu sinmiş taştan bir soğukluk
asılı durmaktadır.
Senelerce, sabahları erken kalkıp, o
gedikler, kapılar, yüksek taş duvarlar üstüne vuslatı, beklemeyi, hüznü ve aşkı
işledim. Her şey bittiğinde de yalnızca işlenmiş, beni mutlu eden zihnimin
sahtekarlığı kaldı aklımda. Zaman aktı; içimde büyütemediğim, hatta
saklayamadığım kırgınlıklarım, aldatılışım, ötekileşmemi kavrayamayışım,
verdiğim mutsuzluğun farkına varamayışım, yarattığım mutsuzluk... hepsini
törpüyle sildiğimi keşfettim. Hepsi, tüm o kum taneleri hatırlarımdan sıyrılıp
deniz kıyısında sonsuzlukla buluşmuşlar. Geriye, “Öpücük,” heykeli kalmış:
Ruhlarla sarmaş dolaş olduğum. Mutluluğun resmi. Bir gün, mutlaka istedim ki;
törpüleyerek güzelleştirdiğim hatıraların dışında yitip giden kum tanelerini de
zihin müzemde toparlayayım. Bulması zor, zahmetli ve mutsuzluk veren tüm o
denize koşan kum tanelerini... Onları da zihin müzeme katarak; fanilerin
farkına varmak istemedikleri mutluluk teşhirlerini yerle bir edeyim. Kendi
zihin müzemde bunu yapabilirdim. Yollarını denedim. En iyi yol olarak da aklıma
edebiyat düştü.
Yazmak; mekanı da, zamanı da yaratıcının
uhdesinden çalmak demekti. Yazmak; yaratılan yaratıcıyı öldürmek demekti.
Yazdım! Zamanın tek efendisi olan edebiyat: Zihnimde donuklaşan, iyiden ve
güzelden yana yontulmuş kaya parçası hatıratımı bir kenara itekledim. Kum
tanelerini, sabırla yerine koydum. Dönüşsüz bir yolu seçtim. Mekanı yeniden
yarattım; edebiyatı insan doğasından türeme kabul eden, ögesi de insan olan
yazarlar, şehrin bu soluk, yoksul ve ruh üşütücü karşıtlığı içinde kendilerini
çok göstermeden gezmeyi severlerdi. Yazarak o mekana yolculuk yaptım. Zamanı ve
mekanı kendim yarattım. İstediğimce. Kendi yarattığım zamanda, kendi yarattığım
bir mekanda yürüyüşe çıktım. Kum tanelerini toparladım alaca karanlıkta.
Orijinal hikayeyi buldum: Zihin müzemi inşa
ettim.
Vardın, öldün...
Vardım, öldüm...
e.büyükata
okutman
ingiliz dili ve edebiyatı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder