3 Mart 2017 Cuma

Zihin Müzesi

Zihin Müzesi

Önceki devirleri, zaman aktıkça zihin donduruyor, lakin olduğu biçimiyle de bırakmıyor.  Zaman, tüm pürüzleri yavaşçacık törpülemeye ve yok etmeye çabalıyor. Tıpkı bir rüzgarın kayayı sabırla yontmaya yeltenmesine benziyor her şey. Kaya, önce kaba yerlerinin kum tanelerine dönüşmesine seyirci kalıyor ve köşeli, çıkıntılı parçacıklarını yitiriyor. Sonra  da oval, yuvarlak, köşesiz parçalardan birine, sıradan ama albenili bir taşa dönüşüyor. Bir insan yaşamı esas alındığında, yavaştan da öte, asla makul kabul edilemeyecek bir süreçtir sözünü ettiğim kaya metaforu. Zihin, rüzgara göre daha hızlı hareket ediyor. Hatıraların acılı çıkıntıları, iç tırmalayıcı pürüzleri, köşeli yanları kuma dönüşüp yitip gidiyor. Geriye, tıpkı kaya parçalarında olduğu gibi hayal mahsulü, dondurulmuş bir heykelcik kalıyor. Oval, yuvarlak, pürüzsüz bir geçmiş... Anlatacaklarım da bu sahteciliğin farkındalığı muvacehesinde kaleme alınmıştır. Evet! Sahtecilik! Zaman, köşeleri, sertlikleri, pürüzleri tesadüfi gerçeklikten arındırıp, kalan her neyse onu mutlak güzellik olarak kafatası müzesine yerleştirilmiş oluyor. En dramatik hatıraların bile, zamanın baş edilemez aşındırmasıyla, farklı, özlenen bir mertebeye taşınmasıdır sözünü ettiğim. Başlıyoruz!
19. yüzyılın bir yerinde; romantik bir adam Paris’le yetinmeyip İstanbul’a gelir. Taksim’deki bir mezarlıkta kahkahalarla eğlenen bir kalabalığı görür. İşte! Gautier’in lisanını anlamaktan yoksun olarak izlediği Karagöz gösterisiyle, gösterinin mekanı mezarlığa dair notlarındaki karşıtlığı ben her sabah yeniden yaşadım. Senelerce... Yine de; onca yıl, böylesi bir karşıtlığı hissettiğim halde, asla ona tek söz de etmedim. Gautier’in  notlarında, mezarlıktan yansıyan karanlık gölgeler, Karagöz oyunun rengarenk ve cıvıltılı hengamesiyle çarpışır dururdu.  Notları daha elime ilk aldığımda, hüzünle birlikte tango yapmaya kalkışmış neşenin beni tasvir ettiğine emin olmuştum. Notlardaki karşıtlık, hemen hemen her gün, İstanbul ayarken orada, o vuslat sokağında benim içimde ve çevremde zuhur ederdi. Dikelmekte olduğum mezar taşları tarlasının gizler aleminden, çocuklu kadınlı ruhlar ayağa kalkar, artık rahat uyuyamayacaklarını bildikleri için, onları rahatsız eden her melun kadar gelip benim de bedenime şöyle bir dokunur, beni acayip ürpertirdi. Bazen, o ürpertiyle tereddüt etmeden, ruhlarla öpüşürdük. İstirahatinden kaldırılmış ruhlarla, sabırla sevgili bekleyen birinin öpücüklü temasından ortaya çıkan manzara aşağı yukarı yontulmuş ikili heykel kucaklaşmasıydı. O anlarda eğilmez, bükülmez, korkmaz ya da sevinmezdim. Bir taşa, taşın soğukluğu sinmiş bir ruha, sıkıca sarılıp öpüşerek öylece sevgilinin gelmesini beklerdim. Brancusi’nin sarımtırak “Öpücük” heykeline benzerdi son enstantane. O anlarda, tıpkı Gautier’in Karagöz temaşası ile mezarlık kasveti karşıtlığı misali, benim de kararsızlık ve şaşkınlığa –çok fazla olmasa da- yenik düşmüşlüğüm vardır.

Arkamdaki Sur’a ait bir gedikten yalın yapalak işçiler, telaşlı arabalar hızla gelip  yanımdan duraksamaksızın geçer, sabah mesailerine doğru koştururdu. Ruhlardan ziyade onlara, yanımdan geçenlere yabancılaşırdım. Derken bir bakardım; gözüme ilişen uzak bir siluet büyüyerek yaklaşır, yaklaşırken ben de ummanın ve vuslatın ürpertisiyle kadim bekleme seansımı sürdürürdüm. Her siluet elbette ona ait olmazdı, umut, siluetin yabancılığının anlaşılmasına kadar sürer, sönüşünde de çocukça ya da anlamsız kabul edeceğim bir hüzne boğulurdum.
Orada, o bekleme müddetince, giren, çıkan insanlara yabancılaşır, yoksulluktan eşitliğe doğru kaçışın kapısında bir tür görevli sayardım kendimi. Beklerdim, beklerdim ve sonra doğru siluet yaklaşıp ona dönüşürdü ve her şeyi unutup gülümsemeye başlardım. Birinin beni gülümsetebilmesi, hem de bu mezarlık ortasında, hem de bu yoksulluğun hüznünde, mutlu olmamı sağlardı.
Sur’un korunaklığına sığınmış ve sabahları insana dönüşüp üzerime yürüyen o yoksulluk hala İstanbul’un tam orta yerinde tüter durur. Ve Sur, açılmış gediklerinden yoksulların uykulu ya da yorgun bakışları arasında hala insancıkları sabahları yolcu etmektedir. Tan yeri ağarmaya başladıktan sonra, her gedik saatlerce insan kusardı. Hala kusar! Tanrı şahidimdir ki; yoksulluğun ve Karacoğlan deyişiyle yoksuzluğun hüznü sessizce bu Sur kuytularında sonsuza kadar sinip duracak.
Akşam, Sur’un içine yolculuk yapanların, bendeki yazma güdüsüyle depreşmiş hissiyata birebir sahip olduklarını sanıyorum.  Bu yüksek duvarlar, onlara da, bana olduğu gibi, hala tuhaf bir hapsolunma hissi vermeyi sürdürüyor. Sur’dan dışarı doğru sabah yolculuğu da umutsuzluk içerse de, derin bir rahatlama... Ve o rahatlama hali de aynı bendeki depreşenlerle örtüşüyor. Bu içerden dışarı ve dışarıdan içeri geçişlerde, hüzünden ferahlamaya uzanan hislerin temel müsebbibi, önce devasa, geçilmez taş duvarlar ve sonra da onlardaki gedikler; yani “kapılar” olsa gerekti. Sahile doğru inerken sırayla dizilmiş olan bu gedikler ya da kapılar, orijinal işlevlerini yitirmeden hala ayakta bekler. Devasa kapıların arasında da, tarihsel tüm motifleri yemiş yutmuş, üstüne ruhların isyankar kokusu sinmiş taştan bir soğukluk asılı durmaktadır.
Senelerce, sabahları erken kalkıp, o gedikler, kapılar, yüksek taş duvarlar üstüne vuslatı, beklemeyi, hüznü ve aşkı işledim. Her şey bittiğinde de yalnızca işlenmiş, beni mutlu eden zihnimin sahtekarlığı kaldı aklımda. Zaman aktı; içimde büyütemediğim, hatta saklayamadığım kırgınlıklarım, aldatılışım, ötekileşmemi kavrayamayışım, verdiğim mutsuzluğun farkına varamayışım, yarattığım mutsuzluk... hepsini törpüyle sildiğimi keşfettim. Hepsi, tüm o kum taneleri hatırlarımdan sıyrılıp deniz kıyısında sonsuzlukla buluşmuşlar. Geriye, “Öpücük,” heykeli kalmış: Ruhlarla sarmaş dolaş olduğum. Mutluluğun resmi. Bir gün, mutlaka istedim ki; törpüleyerek güzelleştirdiğim hatıraların dışında yitip giden kum tanelerini de zihin müzemde toparlayayım. Bulması zor, zahmetli ve mutsuzluk veren tüm o denize koşan kum tanelerini... Onları da zihin müzeme katarak; fanilerin farkına varmak istemedikleri mutluluk teşhirlerini yerle bir edeyim. Kendi zihin müzemde bunu yapabilirdim. Yollarını denedim. En iyi yol olarak da aklıma edebiyat düştü.
Yazmak; mekanı da, zamanı da yaratıcının uhdesinden çalmak demekti. Yazmak; yaratılan yaratıcıyı öldürmek demekti. Yazdım! Zamanın tek efendisi olan edebiyat: Zihnimde donuklaşan, iyiden ve güzelden yana yontulmuş kaya parçası hatıratımı bir kenara itekledim. Kum tanelerini, sabırla yerine koydum. Dönüşsüz bir yolu seçtim. Mekanı yeniden yarattım; edebiyatı insan doğasından türeme kabul eden, ögesi de insan olan yazarlar, şehrin bu soluk, yoksul ve ruh üşütücü karşıtlığı içinde kendilerini çok göstermeden gezmeyi severlerdi. Yazarak o mekana yolculuk yaptım. Zamanı ve mekanı kendim yarattım. İstediğimce. Kendi yarattığım zamanda, kendi yarattığım bir mekanda yürüyüşe çıktım. Kum tanelerini toparladım alaca karanlıkta.
Orijinal hikayeyi buldum: Zihin müzemi inşa ettim.
Vardın, öldün...
Vardım, öldüm...

e.büyükata
okutman
ingiliz dili ve edebiyatı

Hiç yorum yok: