25 Aralık 2018 Salı

mevsim kuşkusuz güzdü



intiharıma giden yolun başlangıcındaydım. herkes konuşuyordu. kapı aralığından, maş kırpıklarından, sulu sepken yağmur tasvirleriyle dolu kitap seçkisi arasından geliyordu sesler. yalnızca kadın sesleriydi sanki. biliyordum, emindim; içerde kadından çok erkek vardı ve kulak memelerime yalnızca kadınların sesi çarpıyordu.  bölünüyorum, istemeye istemeye... çarpan tuvalet kapısı. kovboy filmlerindeki barların kapısına benziyor. daha seslisi... biri sifonu çekiyor ve yanımdan geçip kalabalığın içine doğru yürüyor. ben, intihar edeyim diye arkasında gül suyu kokusu bırakıyor. gül suyu benden habersiz. kesif kokma icaraatında.
içerden gelen seslerden birisine aşinayım. porselen bir tabağı çizen bıçak sesinin dişlerimi kamaştıran hoyratlığı var. “ölme!” diyecek biraz sonra. gül suyu kokusundan kaçıp yanıma gelecek. yitirmediğim elimi avcunun içine alacak ve öpecek. kalın kaşlarının altındaki kapkara gözleri gözümün içinde eriyecek. tanrısı olacağım bir an. bir an yakaracak. onlarca kadın sesinin içinden gelen aşina sesle yakaracak demiyorum. gözlerimin içine bakarak yakaracak. “ölme!” diyecek bir solukta. ben o tek sözcüğü bir vahiy kadar yüceltilmiş, kutsanmış ve tartışılmaz kabul edeceğim. “ölmem,” diye fısıldayacağım eğilip yüzüne karşı. ve bu benim ona söyleyip söyleyebileceğim tek yalan olarak ilişki tarihimize yazılacak. sonra intiharımı derin bir huzur, çelikten irade ve muhteşem bir zamanlamayla gerçekleştireceğim.
avcunun içine, bir elim daha olsaydı eğer, onu da bırakıverirdim. hem de bana yakarmadan ve erimeden gözleri gözlerimde. mütekabiliyettir bu, yeni kuşaklar bilmez. misal, kızım... o bilmez. bir insan kini pekiştirmesinin, bir dış işleri geleneğine dönüşüp mütekabiliyet olabileceği konusunda şuncacık fikri yoktur. ben sol kolumun dirseğimden aşağıda kalan kısmını böyle bir alış-veriş esnasında yitirdim. elimi, bileğimi velhasıl dirseğime kadar sol kolumun hepsini verdim. bu veriştir. karşılığında, iki yıllık bir hukuk ceremesi neticesi birazcık para, bolca tedavi, bana acıyarak bakan sevgili karımı aldım. alış-veriş. 
avcunun içinde ısınan sağ elimi kendime aldım. sesin sahibini, henüz bakışlarının ve bakışlarımın etkisi geçmeden geldiği yere, kalabalığın içine gönderdim. o içeri girerken de başımı uzatıp seslerin sahiplerini kolaçan ettim. istemeden de olsa herkesi susturup kendime baktırabilmiştim. en arkadakiler varlıklarını gizlediklerini sanarak öndekilerin ensesine bakıyorlardı. en arkadakiler, tanrının bile kendilerini göremeyeceği kadar silikleştiklerini tahayyül ediyorlardı. en arkadakiler, en öndekilerin şanssız birer perde parçası olduğuna iman etmişlerdi. onun içindir ki; başımı içeriye uzattığımda gayret ettim ki; en arkadakilere görüneyim ve onları göreyim ve onlar da benim önce yarısı yanmış suratımı ve bir kırık dal parçası kadar serbest salınan sol kolumun kalan kısmını görsünler. 
intiharımın hemen öncesi, başımı uzatmamla birlikte sesten cisme dönüşen o kalabalığı ortasından yara yara geçip salondan çıkabilirdim. yüzümün yanık kısmıyla bile gülümseyebildiğimi de gösterirdim ama yapmadım. uzattığım gibi başımı geri çektim. kapıya doğru döndüm. elimden geldiğince her şeyi normal, akışında göstererek yürüdüm. arkamdan koşup gelecek ve gitme diyecek birisini beklemediğimi söyleyemem. intiharımı erteleyecek, beni on beş yirmi dakika kadar oylayacak bir dışarı sohbetini ummadım değil. olmadı. sağlam yüz ve tam bir kolla aynı yatağın içinde terlediğim kadın bile gelmedi. 
kapıdan çıktım. merdivenleri tırmandım ve şehrin karanlığını kucaklayacak terası buldum. evlerin ışıklarının üstünü kirli bir karanlık, karanlığın üstünü de denizden karaya doğru esen bir rüzgar kapatıyordu. ben rüzgarın da üstündeydim. şehrin tepesinde, yaralı bir tanrı kadar hırçın beklemeyi seçtim. intihar, sabırla bekleme sanatıdır, kimse bilmez. boğan su, boynu kıran ip, kafayı delen mermi, mideyi parçalayan zehir... hiçbiri bilmez: intihar, koyu bir sabırsızlıktır. 
teras demirlerine bana kalan elimle sarıldım. kendimi yukarıya çektim. şehrin tüm günahlarını aşağı kaldırıma topladım. bilmediğim bir tanrıya dua etmeyi seçtim. bilmediğim bir tanrıya, bilmediğim bir dilde, bilmediğim bir şekilde yalvardım. içimi boşalt, kalbimi boşalt, beynimi boşalt, ruhumu ye tanrı! ye ve doy!
yaşamın sonuna gelmiştim. ölüyordum. ölünce her şey ölüyor. ağacın yaprağı, toprağa saklanmış karınca, biçimsiz beyaz bulutlar, yarım aşklar, devrimci mücadele, yonttuğum heykeller... yontabildiğim heykeller... eskizlerim... solak bir adamın düşleri...
içine sıkışıp kaldığım otobüsün benzeri geçiyordu apartmanın önünden. ezilmiş kolumu kurtaran itfaiye geçiyordu arkasından. karım yürüyordu kaldırımda. yanık yüzümden korkuyordu vitrin camlarında yansıyan yüzüne bakarken. karım kocaman bir branda geriyordu düşeceğim yere. kırmızı kalpten bir yastık koyuyordu başımı çarptığımda ezilmesin diye...
bir terastan atladı yorgun düşlerim. bir gece vakti. henüz tanıdık seslerin sahipleri binayı terk etmemişti. rüzgarı geçtim, karanlığı, şehrin ışıklarını... beyaz bir kaldırıma çarptı düşlerim. mevsim kuşkusuz güzdü. 

mustafa doğan - 1987
paris

Hiç yorum yok: