9 Eylül 2014 Salı

Aşk Bilmemektir, Cahildir Aşık

Aslına bakılırsa iki ayağım bir pabuca sokulmaktansa beklemeyi tercih ederim. O gece de her yanımı kapatmış devasa kamyonların arasında denizi geçme sıramı bekliyordum. Adettendir, mevsimi de vereyim; yılın en sevdiğim demleri, hazan. Böyle uzun beklemeli zamanlarda eskiden insanlar sohbet ederler, kitap okurlar ve müzik dinlerlerdi. Hatta üçünü birlikte bizzat yapmışlığım vardır. O gece, ben hangisine yelteneceğimi düşünürken denizle aramıza girmiş araçların birinden elinde telefonla bir yeni yetme çıkıp araç yığınının arasında gezinmeye başladı. O da beklerken vakit öldürüyordu ve vaktin öldürülmemesi gerektiği konusunda daha bir deneyim sahibi değildi. Telefonuyla, parmaklarının neredeyse hepsi arasında akrabalık bağı vardı sanki. O kadar birbirlerine aşinaydılar. Birini sigara içerken görünce, canınız sigara çeker, hani bir şarkı kulağınıza gelir, bulaşık bir şeydir de mırıldanıp durur, kurtulamazsınız, o an telefonuyla bütünleşmiş o kız çocuğu yüzünden elim telefonuma gitti. Radyoda müzik vardı, kitabım bagajdaydı ve çıkmaya üşendim, en hatırı sayılır, yapılacak şey olarak ben de telefona bakabilirdim. Acaba o ne yapıyordu, niye bu kadar odaklanmış, kendinde olmadan harala gürele yazıyordu? Ben de bu cihazda henüz keşfedemediğim bir şey yakalayıp, eğlelenebilir miydim? Benim telefonla, araçların arasında kirpi gibi dolaşan kız çocuğu kadar bağım hiç olmadığından, önce elimdeki alete uzaydan yeni inmiş bir teknoljiyle haşır neşir olur gibi bakınıp durdum. Sonra da ışıldayan ekranda renklere dokunmaya ve neler olup bittiğini, beni de şu bekleme süresinde oyalayacak bir şey olup olmadığına bakmaya başladım. İşte benim içimdeki dindiremeyceğim ukdenin yaratıldığı an o andı; turuncuyla pembe arası bir noktaya değdim. Sonra açılan yerde en güzel işareti seçtim, derken elimdeki telefon başladı titremeye. Ve elbette bu öykümü ona anlattığımda dedim ki; ben bir teknoloji özürlüsü değilim, kendi halimde hemen her işimi halledebilirim.
Evirip çevirirken dokunduğum yerden bir peri peyda olmuştu. Siyah gözlüklerin arkasına saklanmış bir kadını işaret ediyordu nalet olası cihaz. İşte burada, işte bu, işte seni çarpacak şey... Dudakları azıcık açık, çenesi hiç görmediğim kadar biçimli, saçlarını omuzuna dökmüş bir kadın asla göremeyeceği uzaklara bakıyordu. Alnı o kadar açıktı ki; o an yakalayıp, ellerimle başını kendime çekip öpmek istedim. Öpsem, öpebilsem sanırım arzum o an sönerdi. O an biterdi her şey ama telefonumun söylediğine göre bana yetmiş kilometre uzakta bir yerde, bulamayacağım, dokunamayacağım kadar uzaktaydı. Saatime baktım, gece yarısına yaklaşıyoruz. Kamyonların oluşturduğu kafesten kurtulmayı arzuladım. Çevremi kuşatmış kamyonların arasından bir iki manevrayla çıkıp onu yakalayabilirdim. Onu görmeli, ona dokunmalı, onu sevmeliydim ama dünya yetmiş kilometre çapında başka, bilemediğim, ayakta kadınlarla doluydu. İmkansızdı.Telefonumdaki fotoğraf önce karardı sonra kadın bana doğru dönüp, dudaklarıyla davet eden bir siluete dönüştü. Bir küçük kadın, minnacık akvaryumunda serili kalmış, bitkin bir balık, kitap arasına sıkıştırılmış bir davetiyeye benzettim onu. Kararan telefonumda onu görebilmek için yeniden dokundum.
“Küçüğüm...” böyle demiş olabilirim, ona yakışan en güzel ad buydu çünkü.
Radyoda konuşan kadın da demiştir de tıpkı bulaşan şarkılar gibi aklımda kalmış, uyarılmış da olabilirdim. Radyodaki kadın bizi buluşturabilirdi belki, belki o nedenle o an, o sözcükleri sıralıyordu kesintisiz, diksiyonlu ve keyfle... Yeni yetmenin üzerinde parmaklarının niye hızla ve kendisinin niye odaklanmış olduğunu anladım. Dokunduğu telefonun tuşu değildi. Yazdıkları işaretlerden öteydi. Harfler, heceler, sözcükler, işaretler içine yüklenmiş boylarını aşan mesajlarla bir ihtirası, bir sevgiyi, belki bilemediğim bir elemi taşıyordu.
Yeryüzüne ve gökyüzüne ve arasındaki hesaplanamaz hacme sığan sözcüklerin içinden, o sonsuza yakın heyyula kuyusundan öyle birini seçmeliydim ki; telefonumdaki parlayan ışık bana hayır demesin. O tuşlara, belki yeni yetmenin hızı ve becerisiyle dokunamazdım ama çok daha iyisini, hevesimi, isteğimi, arzumu katabilirdim. Yaptım. Tanımdığım, bilmediğim, hiç görmediğim o küçük kadına o an içine düştüğüm, çıkamadığım arzumu anlatmak için şunu bulabildim;
“Senin için radyodan bir parça isteğinde bulundum.”
Radyodaki neredeyse ikimiz arasına elçi olarak konulmuş, çıplak ayakla İran halısına basma hissi uyandıran sese telefon açtım. Dedim ki; küçük bir kadın için bir parça çalmanızı istiyorum. Yaşamına üç beş sözcükle tutunmaya, girmeye çalışan birini anlatsın. O hiç tanımadığım küçük kadın, eğer radyosunu açmış dinliyorsa benim çok uzaklardan gönderdiğim arzulu duyguları kalbinin tam orta yerinde duysun. Kalbi ağrısın. Bana yanıt vermezse altüst olsun, iflah olmasın. Radyocu muhtemeldir ki bir deliyle konuştuğunu düşünüyordu. İşinin bir parçası da dinleyen akıl yoksunlarını idare edebilmek olduğundan beni kırmayacak, azdırmayacak, öfkeye bulamayacak bir iki laf etti. Onları şimdi çok anımsamıyorum. Canlı yayındaki kadar içten, performanslı, etkileyici değildi. Ne sesi, ne kurduğu tümceler... Bence radyocu beni daha yürekten dinlemeliydi, daha heveskar olmalıydı ki; mesajım telefondaki küçük kadınıma daha iyi ulaşsın.
“Adı ne bu küçük kadının?” Bana yazdığı kadarını söyleyebildim. Zaten fotoğraftaki naifliğe uymakta sıkıntısı olan bir ad yazmıştı, onu kendimce değiştirebilirdim. Sevgi anlatan, hem de derin hitaplar vardı sevenler için. Rahatça bulabilirdim. Küçüğüm, işte bunu seçtim. Çekinerek yazdığını biliyorum. Kimim, neciyim? Ama itiraf odur ki; onun için radyodan bir şarkı istemek düşüncesi çok etkileyiciymiş.
“Soyadımı söylemem. Kim olduğumun bir önemi yok, beni seviyor musun?”
Hemen hemen bunları söyledi, böyle söylemiş olmalı. Tanımadan biri sevilmezdi ki; nasıl sevilir tanımadığın bir insan ama tanımadan aşık olunurdu. Sırıl sıklam aşık olunurdu hem de. Tanıdıkça sevilir, daha da tanıyınca ayrılmak gerekirdi.
“O halde hiç tanışmayalım,” dedi küçük kadınım.
Senin adın ne diye sordu radyocu. Kim, kimin için istiyordu şarkıyı? Lüzumsuz bir şeydi ama söyledim. Kendi adımla, küçük kadınımın adını aynı anda ve ilişkili kılsın diye söyledim. Adlarımızı mesut etsin diye. Radyosunda kutsasın ve daha ilk dakikasında dünyaya duyursun bizi diye. Evet, o kadar çabuk bizdik biz.  Adı, benim adımla ilk o radyo istek anonsunda bir ilişkiyle taltif edildi. İkimizde biliyorduk ki ve maksat da oydu ki; bir ilişkinin temel amacı birlikte yaratmaktır. İki kişi birbirini tamamlar ve boşa çarpan binlerce yüreğin çıkardığı kadar ses çıkarır. İstediğimiz cinsiyette bir meyvesi olmadı o ilişkinin. Yürekler her ne kadar boşluğa vuranlardan daha kuvvetli olsa da istenilen sonucu alamamıştım. Şöyle ki; ben radyocuya, sıra beklerken bulduğum küçük kadınım için, uzak yüreklerin buluşmasına aracılık da olsun diye ve haleti ruhiyemi de sıralayarak uygun bir şarkı istedim. Küçüğüm, şarkısını istediğimi söylediğimde radyocunun dediğini anlamamıştım ama istek anonsunda sağlıklı lakin dua ettiğimiz bir bebek yerine bize bir oyun havası bahşetti.
Falanca filanca için, abisi bilmem kim için, annesi çocukları ve bu radyoda gece yarısı çalışan aptallar için, ben de adını yeni öğrendiğim ve gerçekliğinden emin olmadığım sevgili adayım için sıradaki parçayı istiyorduk. En azından benim adımın geçtiği kısım yalandı. Sıradaki parçayı, sıradan bir kadın için isteyebilirdim ama asla küçüğüm için değil. Radyocuyu yeniden aradım ve o kadar abuk subuk adın arasına benim küçük kadınımın adını niye koydun demek istedim. Öndeki kamyon, yanımdaki kamyon çabucak hareket etti. Bir feribota sırayla atlamak zorunda kaldık. Radyocunun sesi önce cızırtılara karıştı, sonra da yok oldu.
Ben bir coğrafyanın kuzeyinden güneyine, o da batısından doğusuna doğru hareket etmiştik. Küçük sevgilim öyle söylediği için, ona inanarak bir marjla söylüyorum. Mesafe açıldıkça telefonda daha çok yazdık. Kim olduğunu söylemedi. Kim olduğumu sordu. Söyledim.
“O halde senden uzak durmalıyım,” dedi.
“O halde benden uzak dur,” dedim.
Daha az söylemeye başladı sevdiğini, onu daha çok arzuladığımı söyleyemedim. Bir pazartesi günüydü. Yağmur görüntüleri gönderdi, yaşadığı kenti seller götürüyormuş. Yalnız ıslandı. Evine gitti, telefonu kapadı ve uyudu.
Sabah telefonumdaki dokunduğum, ona ulaştığım tüm noktaları sildim. Aşık kalmak istiyordum. Sevmek, bilmek ve terk etmek değil. 



Mustafa Doğan
(her şey "ölü şairin defteri'nde yazılı aslında)

Hiç yorum yok: