22 Eylül 2014 Pazartesi

Güz Yaprağı Kolay İncinir

İrice bir incir yaprağıydım, güzün öldüreceği. Güneş alnıma eskisi gibi vurmamaya başladığında anladım, sonumun geldiğini. Tutunduğum daldan bana can taşıyan, kurumaya yüz tutmuş damarlarım, öksürüklü bir ihtiyarın tırtıklı ellerine benzeyerek kabarmışlardı. Su değmiş ve çekilmiş kağıtlara öykünüyordu yaprak yüzüm. İncirin altında bekleşen insanlardan öğrendim ihtiyar elleriyle, solan yaprakların birbirine yakıştırılmasını. Bizi mi yoksa ihtiyarları mı acınası kılıyorlardı, belki de hepimizi, bilemedim. Gölgemizde bastona dayanmış, uzunca yolun başındaki yılgın ihtiyarın, suyu çekilmiş ellerini ağacın kuru yaprağına benzeten bizzat yine insanlardı. Onların söylediklerini tekrarlamaktan imtina etmedim.
Rengin solmuş dedi, eylülün ortasında, üstümdeki yapraklardan, kardeşlerimden biri. Gölgesini hiç esirgemedi yaz boyu ve önce o soldu. İlk de o baş vermişti, bağlandığı dalın kıyısından. O; rengin solmuş derken, rüzgar vuruyordu üstümüze üstümüze, sandım ki; eski şarkılarından birini mırıldanıyor sabah vakti. Boynumu aşağı doğru büktüm, uçları artık rüzgarı eskisi kadar duyumsamayan cüssemle bir kez daha kulak kabarttım. Koro halinde tüm yapraklar, incir ağacının dallarına tutunmuş her kardeşimden aynı terane duyuluyordu; rengin solmuş... Rengimiz epeyce solmuştu evet ve kimimiz çoktan tüketmiştik, yaprak damarlarımızdan akan yeşil boyayı.
Biz, incirin yaprakları bir bütünün parçalarıydık. Vakti gelmişse; toprağa dönmeye başlamışsa rengimiz, bu bir kaza bela olmadığı sürece yalnız benim sorunum değildi, son demlerine yaklaştığımızı anlardık ömrümüzün. Bir koro halinde, güz için bestelenen şarkıları mırıldanıyor sanılıyorduk ama değildi; hepimiz ötekimize, rengin solmuş, rengin solmuş diyorduk. Hepiniz, hepimiz sararıyoruz, yemişleri topluyorlar görmüyor musunuz, demem gerekirdi. Demedim. Hesap yapmaya başladım. Yeşili bedenime işleyen, beni taze tutan bahar ve yaz bitmişti. Artık güz mevsimiydi ve ben, diğer yaprak kardeşlerimle birlikte sona doğru yaklaşıyordum. Rüzgarlar duyumsatıyordu o gidişatın sona doğru olduğunu en çok. İçgüdüsel, bilgiye hiç de dayalı değil ama rengim solgun, tat vermez, göçüp gitmekte bir yaprak rengine dönmeye başlamışsa sert rüzgarlar daha acımasız gelecekti. Hatta bir zamanlar, ne kadar güçlü yüzümüze çarparsa çarpsın, dallara sıkı sıkıya tutunarak alay ettiğimiz rüzgar, bitkin halimizi, dönmekte olan rengimizi görüp üzerimize daha güçlü esecekti. Güzü de bahane edip, hayasızca saldıracaktı her birimize. Celladımız rüzgarı ve rüzgarın babası fırtınayı boşuna tanrı yapmamışlardı insanlar. Korktukça tanrılaştırmış, sırrı çözdükçe aşağılamış ve kullanmışlardı her şey gibi rüzgarı da... İnsanlar gibi olmadık, istedik mi, hayır ama olamadık.
Rüzgara incirin dirençli gövdesi, sağa sola dağılmış dalları dayanabilirdi. Bize can veren, renk veren, direnme gücümüzü bileyleyen dallar ve gövdeye güz için yardım talebi açmayı düşündüm. Düşündüm de bir imkansızı isteyecektim, parçası olduğum ağaçtan. Bana diyecekti ki; nasıl yaparım, biliyorsan yolunu söyle, senin için ne gerekiyorsa yapmaya hazırım. Ve aslında ben bulabilsem imkansızlığa çözümü, gövdeme döner dilerdim ne dilenecekse ve diğer yapraklar da girerdi sıraya. Bilmiyordum, imkansızdı bir kış güvdeye sarılıp, kar, buz aşabilmek. Ve zati, incir ağacı, bütün kanını yemişlerini olgunlaştırmak için tükettiğinden rüzgarın ölümcül darbelerine karşı koyabilecek gücü bulamayacaktı. Her şeye evet derdi, iri gövdesine güvenerek ama biz yapraklar ona yalnızca; bize sıkı sıkı sarıl diyebilirdik. Yapabileceğin bu. Rüzgar cümlemizi yatırıp kaldırırken onu da söylemedik; bize sıkı sıkı sarıldığını bildiğimizden. Bir yaz ve bir bahar kokusunda duldalanmış, içimize saldığı ateşle dalgalanmıştık. Yeterdi. Kısa ve özlü. Avunduk.
Bir yaprak, ölümlü bir nebat bilir ki; başkasından yapamayacağı asla istenmez. Bencilliktir. Yapabilecekleri de istenmez, isterse yapar. Bir incir ağacı, yaprakları, kökü ve dallarıyla kocaman bir bütündür ve hiçbir zerresinde bencillik yoktur. Vakti gelecek incirin gövdesi de toprağa doğru yaslanamadan, ayakta öylece ölüp gidecek. Kökleri yardımına koşamayacak, istese dahi. Bizim birbirimizden isteyebileceklerimiz bellidir bu manada; dalın incirin gövdesinden, yaprağın daldan, koca gövdenin, toprağa beslenmek için gerilip dağılan kökten... Ama hiç istemedik. Ne muktedir olabildiklerimizi, ne imkansız olanı. Elimizden geleni yaptık, zamanında ve canımız pahasına. Biz insanlara benzemiyorduk ve hiç birimiz, diğerinden yapamayacağı şeyleri istemiyordu. Biliyorduk ki hem; biz canlıların en sessizi, en garibi, en çalışkanı, var gücümüzle zaten yeteneğimiz kadar verebilmek üzerine kodlanmıştık. Nebat bencillik yapmaz. Soluklanması ve beslenmesi için kuşa, kurda, karıncaya ve dahi insana ve dileyen herkese, her canlıya ömrünü tüketene kadar varını yoğunu verir.
İstemedim. Gücü yettiğince gövdem ve kollarım ve kökümle sonuna kadar verilecekti, verilebilecek. İncirimin gövdesi kollarına, kolları da bana doğru taşıdığı yaşam suyunu yavaşçacık kesti. Her eylül günü biraz daha azaltarak. Gövde dallarına; yavaşlayan ben değilim, dedi. Dallar yapraklara bir kabahatleri olmadığını söyledi. Büyük bir azimle ağacın en ince dalına yapışıp bekleyen vücudum ağır gelmeye başladı. Sıkıca sarılan sapım kuruyordu. Kırılmak için kuruyordu.
Rüzgar durumdan istifade etmeye hazırdı. Bir gece yağmurları beklerken; yağmurdan da önce en sert haliyle vurmaya başladı. Karanlıkta tutunduğum dalı göremiyordum. Dalım, beni kendisine bağlayan sapın ucuna sıkıca tutundu. Bırakmayacaktı. Ölse bırakmazdı. Rüzgar bu büyük mücadelede yenik düşmemek için daha sertleşti. Ağzını kocaman açtı ve ciğerlerinde ne kadar biriktirdiği esinti varsa, onu fırtınaya dönüştürüp gönderdi üstümüze. En büyük, en erken başını güneşe uzatan yaprak kardeşim pes etti önce, sonra öteki, öteki... O gece, karanlık nihayete erene kadar rüzgara direnmeye çalıştık ama çoğumuz pes etmişti. Hava aydınlanıp, rüzgarın soluğu kesilince gördüm ki; dalların ucunda tek tük, birbirimizden ırak bekleşiyoruz. Dallar kahir diyebileceğim ekseriyetimize sahip çıkmaya çalışırken yenik düşümüş. Ağlaşmadık, halimiz zorunlu bir son mucibince böylesiydi. Ve bir sonraki rüzgar saldırısına ya da hele hele bir fırtınaya dayanamayacaktık.
Fırtınanın bizi dövdüğü en hüzünlü gecenin sabahında incirin altına beyaz bir araba geldi, yerleşti. Homurtularından korktuk, rüzgardan sonra o sallayacak, kalan son direncimizi de bizden alacak diye. Arabanın önünde iki beyaz gözü vardı ve ağacımın gövdesine dikmişti beyaz koca gözlerini. Sağıma soluma bakındım. Artık fırtınanın kopardıkları, ayrıldıklarımız, aynı gövdenin beslediği kardeşlerimin bazılarını hiç göremiyordum. Birlikte koca bir bahar ve yaz şarkı mırıldandığım çoğu yaprak görünmez olmuştu. Arabanın altında düşen arkadaşlarımın bir kısmı hepten yitip gitmişti. Bazılarının altında canhıraş karıncalar çalışıyordu, korunaklı. Kışa hazırlanıyorlardı. Neden bizim de kışı hazırlanıp geçirebileceğimiz bir yaradılışımız yoktu k? Buna hayıflanmalı mıydım? Hayır. Diğer yapraklardan, dalımdan ve ağacımdan çok uzağa gitmek istedim o an. Yaşadığım hüznü onlara yaşatma hakkım yok diye düşündüm. Belki bendim direnemeyen ve belki ben olmasam direnecekler olacaktı. Dalımdan gelen, bedenime taşınan suya karşı koydum. Ölmeye yattım. Herkesten, tüm yapraklardan daha hızlı soluyordum o gün. Bir günde kalan yeşilim de hüzün rengine dönüştü. Artık kolaydı.
Akşam esintisi çıktığında hazırdım, kendimi bırakmaya. Dal sevdasından vazgeçmemişti. O tutunuyordu. Kendi kanından paylaşarak tutunuyordu. Bildim ki ben olmasam güneşe doğru daha hızlı koşacak, irileşecek. Belki bir güz daha çok yaşayabilecek. Tutunan sapım kurumuş, kırılmayı bekliyordu. Rüzgar daha azmadan bırakacaktım kendimi. O an, göçten arta kalmış bir sığırcık kondu, başımdan yukarı, azıcık üstüme. Kardeş bir dalın ince bedenine sarıldı ayak parmaklarıyla. Hiçbir yaprağı incitmek istemiyordu, incinmişti. Esintiyi yüzünde duyumsuyordu. Kimsesizdi. Bir kanadı ötekine nazaran daha ağır geliyordu küçük bedenine. Sorabilsem, kanadındaki yaradan söz ederdi. Duyduğumu bilse, anladığımı dilinden; geride bırakılmasının gayet olağan olduğunu anlatırdı. Annesinin bile bırakıp gittiğine kahretmediğini dinlerdim. Mavi bir yumurtadan çıktığını söylerdi.
Esinti, bir tüyünü daha kopardı yara bağlayan sağ kanadından. Tüy benden de hafif, başladı aşağıya doğru dans ederek inmeye. İncir ağacımın gövdesine sürtündü, yolunu değiştirdi. Bana gülümsediğini sandım, bıraktım ben de bedenimi yer çekimine ardından. Kırık bir kanada olmasa da, canı çekilmiş bir ağaç dalına aittim. Gövdem baş aşağı doğru yörüngemi tayin ediyordu. Bir yanıma doğru şöyle azıcık kıvrıldım, sonra öteki yanımı verdim esintiye. Sığırcığın kanadından kopan gri benekli tüyün ağır çekim inişine, kendi cüssemce eşlik etmeye başladım. Rüzgar her ikimizi de beyaz arabanın kara, çirkin bir plastikten yapılma silecek kollarına götürdü, bıraktı. Tüy, uçacak mecali kalmamışçasına gelip tutundu döşüme. Yapıştı kaldı, uykusu vardı sanki. Yaralı bir kanadı terk ettiği için suçluluk duyuyordu. Sıcaklığıyla ısındım. Kalabalıktaydık... Başımın üstünde direnmekte olan kardeşlerim... Henüz yeşili tam bozulmamış, akranlarım... Arabanın altında, Burdurlu bir emekçinin küreğine doldurulmayı bekleyen ötekiler... Çok kalabalıktık ve birlikte yok oluşumuzu izliyorduk. Sığırcık döşüme tutunan tüyüne doğru hiç bakmadı. Kırık kanadı onun değildi, kopan benekli gri tüyleri hiç ona ait olmamıştı.
Birine yalvarmak istedim. Arabanın sahibi olabilirdi. Tüyle birlikte yalvarırsak belki daha kuvvetle duyardı kainat sesimizi. Birlikte dua etmeyi önermiyor muydu tüm dinler? Buradan götürseydi, dört tekerine zerre ağırlığı olmayan ikimizi, olmadı arabaya yalvarsaydık. Ne tüy, yaralı kanada, bir yanı düşmüş yalnız sığırcığa; ne ben incir ağacına, düşen ve son demlerini yaşayan yapraklara daha fazla bakmak istiyorduk.  Rüzgar en çok gereksinim duyduğumuz anda terk etti çevremizi. Şimdi gelseydi, fırtına şimdi olsaydı, bıraksaydık bedenimizi boşluğa, vurup savursaydı bir çöpün içine ikimizi de.
O an bir mucize oldu. Beyaz arabanın kapısı açıldı, şişman bir adam kucağında bebeğiyle gelip oturdu arabasına. Bebek ön camına yapışıp kalan bizi gördü, el salladı. Güldü. Ben de gülümsedim, sarımtırak rengime son bir su katıp yeşillendirerek. Sanırım benden çok, gri benekli tüye gülümsüyordu ya da dans etmeye hazır bir çift gibi duruşumuza. Şişman adam bebeği arkasındaki süslü bir kaba otutturdu. Parmaklarıyla burnunu okşadı. Döndü önüne... Bizi görmüyordu, görse önemser miydi bilmiyoruz. İnsanlar belli olmuyor, demişti ihtiyar; yaz gecesi ağacın altında kendisini dinlemek zorunda bıraktığı bir çocuğa.  Bir serviyi, bazen bir kaplumbağa yavrusunu, yeri geldiğinde, saksıdaki menekşenin yaprağını kaale alırdı insan ve aynı insan Ruanda’da ya da Filistin’de paslı bir bıçakla oyardı kara gözlerini bebeklerin.
 Adam bir müzik açtı, öyle hafif bir şey. Bir kadın sesiydi, mutluluk üzerineydi sözleri. Bebek elini uzattı cama. Yetişemedi. Biz uzanmak istedik içeriye, arabaya... Cam önümüzü kesti. Araba hızlandı, hızlandı. Rüzgar, bu rüzgar başkaydı, dildi attı ikiye bedenimi. Tüy, son bir hamleyle sarıldı sağlam yanıma. Dayanamadı, uçtu. Ben de tutunamadım, deneyemedim bile. Bedenim ortadan ikiye ayrılırken güçtü ona da sahip çıkmak. Göğe doğru gidiyordu. Arkadan gelen arabalar görmediler. Bir apartmanın camına yapıştı bu kez. Pencere açılırsa içeri girecekti. Bir daha da göremeyecektim ve söyleyemeyecektim ikimiz de öleceğimiz için sığırcığa, sonunu.
Beyaz araba gaz kesmedi. Bebek, önündeki zili sallıyordu, tutmanın ne kadar keyifli bir şey olduğunu öğrenerek. Ben sileceğe sarılı ve yalnız devam ediyordum yoluma. Yolların dışına çıkamıyordu araba. Dallarını göğe doğru savuran incir ağacına hiç benzemiyordu arabalar. Dar bir yolu geçti, bir polis karakolunun önünden kıvrıldı, altından deniz geçen bir köprüye geldi. İncir ağacının köklerini uzattığı toprak uzakta bir yerde kalmıştı artık. O kadar yüksek bir yerdeydim ki; her incirin en tepesinde konuşlanmış yaprak kardeşlerimden bile fazlasını görüyordum dünyanın. Üçe ayrılmıştı yaşadığımız ve tutunduğumuz gezegen. Aşağıda deniz, örtemediği toprak ve hepsine bulutlarıyla selam veren gökyüzü. Hala yemyeşil ağaçlar vardı, hala sımsıcak kokan toprak... Son kez gördüm yaşadığım ve yaşattığım gezegeni.
Üstünden geçtiğim denizin kendi rüzgarları varmış, deniz rüzgarları en güçlü olanlarmış, vurdu sileceğe. Çekti aldı altından beni. Savurdu camdan. Bebek el salladı. Bebeğe gülümsedim. Bir vapurun bacasından içeri düşmekteydim kadınlar yan yana dizilmiş taburelerinde çay içerken. İncirin yaprakları olacaktı yine ve hep...



Mustafa DOĞAN
(ölü şairin defteri)

Hiç yorum yok: