12 Şubat 2014 Çarşamba

Henri Cherriere'nin yarım öyküsü (Alelusul yazılar serisi 2)

Henri Cherriere'nin Venezuella'ya ulaştıktan sonra neler yaptığını anlatan bir kitabı daha varmış, okumadım. Okumamış olmam da aslında iyi bir şey, zira ben onun kalan yaşamını, benim düşlediğim biçimde tamamladığı varsayımıyla mutlu olmak istiyorum. O varsayımı anlatacağım. Henri Cherriere'in gerçek sonu işime gelmeyebilir ve ben o sonu merak etsem de okumayacağım. Gerçek yerine düşü seçiyorum ve bu söylediklerimi akıl tutulması olarak düşünebilirsiniz ve elbette haklısınız da... Gerçeği bilmek varken neden düşlere vurmalı ki kendini insan, ve kim vurabilir ki? Yazarlar... 
Doğru, sorunun doğru yanıtı yazarları işaret eder ve bunu yapan ve yazar denilen insanların kurmacaları gerçeğin soğukluğuna hep baskın gelir. "Yazgımızı değiştiremiyorsak sonumuzu da bilmemiz  gerekmez nasılsa." Okumadığım kitabın yerine Henri Cherriere'nin "gerçek" özyaşam öyküsünü anlatmalıyım ki değiştiremediği yazgısını ben şuracıkta tarumar edeyim. 
Henri Cherriere Venezuella'ya vardıktan  yalnızca 2 yıl sonra bir cinayet daha işlemiştir. Ben de şaşırmadım bu habere. Fransa'da da cinayet işleyip ömür boyu küreğe mahkum olmamış mıydı zaten. Sabıkalı bir adam tehlikelidir. Devam etmiş. Venezuella'da iki yılı dolmak üzereyken artık dostluklar geliştirmişti. Fransızca ile İspanyolca arası bir dilde yapmıştı o muhitte kendine. Gökyüzünde yarım ay vardır ya, öyle bir gece Kalinda adında bir kadının evine konuk olur. Uzun bacaklı, gözleri kara üzüm, Fransızca da bilen ev sahibesi muz kabuğunun üzerini mısır unuyla kaplayıp içinde tavuk pişirip masaya getirir. Ayinlerin ekmeğinden ve şarabından da vardır masada. Henri Cherriere Venezuella'nın muz kabuğu ihtiva eden yemeklerine aşinadır ama kilise ayinlerinin ekmeği ve şarabı canını sıkar. Kadını öldürmek için canının sıkılması yetmektedir. Mutfaktan bir bıçak alıp Kalinda'nın yanına gelir... 
(Devamı yakında...)

Hiç yorum yok: