13 Ekim 2014 Pazartesi

Işığa Uzanan El

IŞIĞA UZANAN EL

Dedem de ölmeden hemen önce, çatlak dudaklarıyla, alışageldiğimiz o ışığı tarifliyordu sanki.  Uzakta ama gittikçe yaklaşan parlak bir ışık. Uzun süredir kaldırmadığı sol elini, solaktı, havaya doğru kaldırıp, gelen ışığı tutmak mı istedi, yoksa ondan gözlerini korumak mı bilemiyordum, ellerini boşluğa doğru uzattı. Ölümüne çok yakındı, korkularına ise epeyce uzak. Dedemin ölüp ölmediğini anlmak için, uzun süredir yaptığımız şeyi yeniden yapıp, ağzına yatağının başucuna bıraktığı küçük aynasını tutup, buharlaşmasını bekledik. Aynanın solgun gümüş renkli tenekeden bir sırtı vardı. Zaman, aynanın sırtındaki masumiyet timsali kadını hırpalayıp, yer yer silmişse de asaleti yerli yerinde duruyordu. Dedem her yatarak ölüme mahkum edilmiş faninin geçtiği yollardan geçiyordu ve bir sabah beklediğimiz gibi ölüverdi.
Aynayı tutma görevi, bıkkınlıkla annemdeydi o sabah. Teneke sırtında, gümüş rengin üzerine boyanmış masum kadının saçları topuzmuş, annem tutarken gördüm. Aynayı dedemin ağzına doğru yaklaştırdı, yaklaştırdı, buhar olmayınca neredeyse ağzına sokacaktı. Ve öldüğüne kanaat getirip, aynayı üzerine bırakıp, yatağın yanına çöküp ağlamaya başladı. Acı çektiğini düşündüğü ve bir an önce acısından kurtulması için ölümünü istediği dedemin ölümüyle yapayalnız kalacağını söylüyordu hep. Sabah vakti bir ışığa doğru elini uzatıp sonra da soluksuz kalışı annemi yıkmıştı.
Annemin yaptığının çok mantık ile açıklanacak bir yanı yoktu elbette ama yine de dedemden, yani kayınpederinden çok çekmiş babam dahi, bu yaşlı, bakıma muhtaç adamın ölümünü arzular halden, ölümüyle birlikte üzüntüye hapsedilmiş bir adama dönüştü. Oysa ve herkesin söylemekten çekindiği kadarıyla dedem, erken ölen ihtiyarlardandı. Sekseni ve hatta doksan sonrasını gören insancıkları bildiğimden atmış yedi yaşında bir adamın, ışığa isteyerek koşması pek erken geldi, ölünce.
Dedemin ölümü için herkesin hazırlık yaptığını biliyordum ama aynada solukla yaratılacak buhara rastlamayınca o an orada bulunanların ve sanki seyahate çıkacakmışçasına önceden hazırlık yapıp gelenlerin halleri yine de beni şaşırttı. Onları duyup, üzüleceğini düşünemeden dedemin içler acısı hallerinden dem vurmaktan imtina edemeyen ahali, zaten eski inceliğini çoktan yitirmişti ve sekaret halindeki adamın başucu sohbetleri, ölüm sürecinin uzaması halinde yük olarak kimin üzerine kalacağına dönüşmüştü çoktan. Son zamanlarda işin iyice bokunu çıkarıp, öldü mü diye yine aynada buhar testi yapılırken, akşama ne yemek pişirileceğinden, giysilerinin dekoltesine kadar anlatan bir kadınlar günü sohbeti ortamı olmuştu artık her gün. Ölümünü artık tahmin etsek de, gümüş teneke sırtlı ayna çok çabuk netleştiremediğinden, hala ucundan ama daha üzüntülü bir duruşla sohbetler devam etti ama doktor çağırmayı ihmal etmediler. Uzman birinin dedemin öldüğüne dair kesinliği ortaya koyması icap ediyordu.
Tahminimce, doktor aynaya gereksinimi olmayacak bir profesyonel bilirkişiydi ve masum kadının resminin olduğu dedemin yadigarını alıp cebime koyabilirdim. Usulca yatağa yaklaşıp, yastığının kenarında duran ölüm test cihazını alıp çekildim.
Doktor geldi, hepimiz sustuk. O elim sonu bildirecek sözcükler ağzından çıkacak ve başta annem ve dayım olmak üzere hepimiz gözyaşı dökecektik. Belki, alıştırmıştı herkes kendini, ağlamasak da üzüntülü bir yas evi için hazırlanmıştık. Doktor dedemde hayat emareleri ararken, ben de yanına yaklaştım ve hukuki olarak ölümün beyinin ölümüyle gerçekleşeceğini söyledim. Sadece doktora iylik yapmaya niyetliydim ve bana göre aynalı buhar testi bile yanlıştı. Derdim, çok sevdiğim adamın bir yanlışa kurban gitmemesiydi Doktor dedemin başka kısımlarına da ulaşması gerekirmiş de ben engelliyormuşum havasına büründü. Canını sıkmıştım. Yatakla benim aramdan geçerken, bana tekme atma isteğini göbeğiyle beni koltuğa doğru itme nezaketine indirgeyerek halletti. Anladım ki, ısrarcı olursam, dedemin ölümüne üzülmekten çok doktorun tecavüzüne uğrayacaktım. Çeklip, siyah boyaları dökülmüş, pasları yer yer görünen demir kapının yanına dikildim. En azından kapıyı korur, ölüm havadisi alacak bir odaya ıvır zıvır insancıkların girmesini engellerdim. Ne olursa olsun, kendimi bir görev almadan rahatsız hissedecektim ve bazen, bu defa da yaptığım gibi, aynı şeyi yaptım, kendi kendimi abuk sabuk bir görevle yükümlü hale getirdim. E, açıkçası rahatlamıştım da...
Doktor, dedemin ölü bedeninin çevresinde epeyce dolaştı durdu. Kanımca, zor, hem de epeyce zor bir görev üstlenmişti. Düşündüm de, yanılıp, gerçekte ölmediği halde, öldü diye kağıda imzayı bassa, dedemin üzerine toprak yığılarak ve boğularak ölmesine sebep olacaktı. Bu olasılık doktordan da çok beni korkuttu, hatta ödümü patlattı. Bir insanın ölmeden mezara konması ve üstünü yığınlayarak soluksuz bırakmak, ağır bir cinayet sayılırdı. Cebime yerleştirdiğim aynayla doktordan sonra bir ölüm testi de ben yapmaya niyet ettim. Ayna cebimde mi diye yokladım bir ara. Sonra çıkarıp elimde, öylesine oynamaya başladım. Kenarında iğne ucuyla açılarak ilerleyen, küçük, çabuk ayırdedilemeyecek özenle bir harf yazılmıştı. Evet küçücükk ama çok uğraşılarak işlenmiş bir (z). Harfin ne olduğunu dedemin hatırasına da ihanet etmemek için kimseye diyemedim. Çıkardığım gibi aynayı yerine tekrar yerleştirdim ve kapıda üstlendiğim göreve döndüm.
Doktor herkesin olduğu kadar benim de sabrımı zorlayacak bir süre işine devam etti. Dayanamadım, dedemin yanına kadar gidip, yataktan aşağı sarkan sol elini elime aldım. Nabız aradım. Bildiğim tek şey de buydu. Bende başka bir yöntem yoktu. Doktor başını kaldırıp beni, dedemin bileğinde nabız ararken bulunca ailenin kalanlarına baktı ve sözlü olarak demese de net bir biçimde alın şu hergeleyi başımdan demeye getirdi. Doktorca yapılan bu görevlendirmeyi de ortaklaşa babama yükledi oradaki cemaat. Hakkımdan onun gelebileceğini düşünmüşlerdi. Babam, dedeme hiç bakmadan, doktorla da göz göze gelmemeye çalışarak yatağın yanına kadar sokuldu. Elimden dedemin kolunu kurtardı, kolumu sıkarak, beni oradan alıp, yeniden demir kapının yanına dikti. Saçlarımı okşayıp, dedesi ölmekte, ölmüş, ölüyor durumda olan bir toruna şefkat gösterir edayla saçımı okşarcasına onları tutup çekti. Sanırım, yok eminim babam epeyce kızmıştı. Ona ayndan ve dedemin son bir defa uzanmaya çalıştığı ışıktan söz edecek zaman değildi. Kapıdaki görevimde sebat ettim.
Doktor, işini bitidikten sonra, elindeki çantasının kapağını açıp, dedeme hiç dokundurmadığı aletleri de sırayla elden geçirerek içinde yerine koydu. Herkes ağzından çıkacak o katlanılamaz sözcüğü bekliyordu. Adamın suratı önce düştü, sandım ki bana kızgınlığı var ve sürüyor. Değildi, doktor, söyleyeceği ölüm havadisine uygun bir mimik, bir surat arıyordu ama nafile. İyi bir poker oyuncusuna benziyordu ve dedemin ölümü de adamı pek üzmediğinden çırpınıp duruyordu. Sıradan bir haberi verircesine verecekti ve ona göre ölüm de, hele ki; atmış yedisini görmüş bir dedenin ölümü çok da alışılmadık, zor bir açıklama olmayacaktı.
Sonunda başını öne eğdi ve kısacık sözü söyledi. Maalesef... Hepsi buydu. Doktoru yolcu etme görevi babama düştü, o gelene kadar herkesi susturup, bildiğimi anlattım. Dedemin tüm ölümlerde olduğu gibi beyaz, parlak bir ışığı gördüğünü, ona uzandığını ve o an öldüğünü, aslında ölümünü en önce benim bildiğimi söyledim. Dayım da bir keresinde, bir trafik kazası esnasında aynı ışığı görmüş ve dedem ışığın önüne geçip, dayımın sonsuzluğa yürümesini engellemiş. Hayatımı kurtarmıştı babam, dedi dayım. Annem ağladı ama hıçkıra hıçkıra değildi. Kalkıp dedemin başucundaki sandukayı açtı. Annenanemin fotoğrafını bulup çıkardı ve dedemin kararmakta olan başının yanına bıraktı. Dedem ona dönüp bakmadı, bakamazdı da biliyorum, ölmüştü. Ölmese de bakmazdı diye söylemek istemiştim. Ölüm döşeğinde dedemi hiç bırakmayan hasta bakıcı kadın ayağa kalktı, dedemin ayakucunda bekliyordu. Boynundan bir zinciri söktü. Az önce benim tuttuğum bileğinden dedemin kolunu tutup usulca yatağa uzattı. Avcunun içine kolyeyi yerleştirdi. Dedemin  soğuyan ellerini  avcuyla sıktı ve çıkıp gitti. Kapıdan çıkarken doktoru savuşturan babamla karşılaştılar, babam iki gözünü kırptı. Kadın da babama teşekkür etti.
Hasta bakıcı kadının ardından seyirttim. Her dedemi görmeye geldiğimde bana ufak tefek de olsa armağanlar vermeyi severdi. Dedemi görmek için heves etmemin bir nedeni de belki kadının hasta bakıcılıktan çok, dedem kadar bana da şefkatle yaklaşmasıydı.
“Zahide teyze...” dedim, elimi cebime attım.
“Gördüm,” dedi. Elimi cebimden çıkarmama izin vermedi.
“Sen saklar mısın?”
“Olur,” dediğimi sanıyorum. Ya da ona benzer başımla işaret...
Annem son demlerinde dedemin hiç unutamadığı aşkını çağırdığı için babamı hiç affetmedi. Ben hasta bakıcıların gerçek hasta bakıcılar olduğuna bir daha hiç inanmadım. Kim ki yatağında ölür ve ayak ucunda bir hasta bakıcı, içine içine ağlamaktadır, bildim ki o eski sevgilidir.
Dedem sol elini, son saniyesinde, bütün gücüyle kendine yaklaşmakta olan ışığa doğru kaldırmamıştı. Yatağın ayak ucunda Zahide olduğunu biliyordu. Ona dokunamadan gitti.

MUSTAFA DOĞAN
(ölü şairin defteri)


Hiç yorum yok: