IŞIĞA UZANAN EL
Dedem de ölmeden hemen önce, çatlak dudaklarıyla, alışageldiğimiz o ışığı
tarifliyordu sanki. Uzakta ama
gittikçe yaklaşan parlak bir ışık. Uzun süredir kaldırmadığı sol elini,
solaktı, havaya doğru kaldırıp, gelen ışığı tutmak mı istedi, yoksa ondan
gözlerini korumak mı bilemiyordum, ellerini boşluğa doğru uzattı. Ölümüne çok
yakındı, korkularına ise epeyce uzak. Dedemin ölüp ölmediğini anlmak için, uzun
süredir yaptığımız şeyi yeniden yapıp, ağzına yatağının başucuna bıraktığı
küçük aynasını tutup, buharlaşmasını bekledik. Aynanın solgun gümüş renkli
tenekeden bir sırtı vardı. Zaman, aynanın sırtındaki masumiyet timsali kadını
hırpalayıp, yer yer silmişse de asaleti yerli yerinde duruyordu. Dedem her
yatarak ölüme mahkum edilmiş faninin geçtiği yollardan geçiyordu ve bir sabah beklediğimiz
gibi ölüverdi.
Aynayı tutma görevi, bıkkınlıkla annemdeydi o sabah. Teneke sırtında, gümüş
rengin üzerine boyanmış masum kadının saçları topuzmuş, annem tutarken gördüm. Aynayı
dedemin ağzına doğru yaklaştırdı, yaklaştırdı, buhar olmayınca neredeyse ağzına
sokacaktı. Ve öldüğüne kanaat getirip, aynayı üzerine bırakıp, yatağın yanına
çöküp ağlamaya başladı. Acı çektiğini düşündüğü ve bir an önce acısından
kurtulması için ölümünü istediği dedemin ölümüyle yapayalnız kalacağını
söylüyordu hep. Sabah vakti bir ışığa doğru elini uzatıp sonra da soluksuz
kalışı annemi yıkmıştı.
Annemin yaptığının çok mantık ile açıklanacak bir yanı yoktu elbette ama
yine de dedemden, yani kayınpederinden çok çekmiş babam dahi, bu yaşlı, bakıma
muhtaç adamın ölümünü arzular halden, ölümüyle birlikte üzüntüye hapsedilmiş
bir adama dönüştü. Oysa ve herkesin söylemekten çekindiği kadarıyla dedem,
erken ölen ihtiyarlardandı. Sekseni ve hatta doksan sonrasını gören
insancıkları bildiğimden atmış yedi yaşında bir adamın, ışığa isteyerek koşması
pek erken geldi, ölünce.
Dedemin ölümü için herkesin hazırlık yaptığını biliyordum ama aynada
solukla yaratılacak buhara rastlamayınca o an orada bulunanların ve sanki
seyahate çıkacakmışçasına önceden hazırlık yapıp gelenlerin halleri yine de
beni şaşırttı. Onları duyup, üzüleceğini düşünemeden dedemin içler acısı hallerinden
dem vurmaktan imtina edemeyen ahali, zaten eski inceliğini çoktan yitirmişti ve
sekaret halindeki adamın başucu sohbetleri, ölüm sürecinin uzaması halinde yük
olarak kimin üzerine kalacağına dönüşmüştü çoktan. Son zamanlarda işin iyice
bokunu çıkarıp, öldü mü diye yine aynada buhar testi yapılırken, akşama ne
yemek pişirileceğinden, giysilerinin dekoltesine kadar anlatan bir kadınlar
günü sohbeti ortamı olmuştu artık her gün. Ölümünü artık tahmin etsek de, gümüş
teneke sırtlı ayna çok çabuk netleştiremediğinden, hala ucundan ama daha
üzüntülü bir duruşla sohbetler devam etti ama doktor çağırmayı ihmal etmediler.
Uzman birinin dedemin öldüğüne dair kesinliği ortaya koyması icap ediyordu.
Tahminimce, doktor aynaya gereksinimi olmayacak bir profesyonel bilirkişiydi
ve masum kadının resminin olduğu dedemin yadigarını alıp cebime koyabilirdim.
Usulca yatağa yaklaşıp, yastığının kenarında duran ölüm test cihazını alıp
çekildim.
Doktor geldi, hepimiz sustuk. O elim sonu bildirecek sözcükler ağzından
çıkacak ve başta annem ve dayım olmak üzere hepimiz gözyaşı dökecektik. Belki,
alıştırmıştı herkes kendini, ağlamasak da üzüntülü bir yas evi için
hazırlanmıştık. Doktor dedemde hayat emareleri ararken, ben de yanına yaklaştım
ve hukuki olarak ölümün beyinin ölümüyle gerçekleşeceğini söyledim. Sadece
doktora iylik yapmaya niyetliydim ve bana göre aynalı buhar testi bile
yanlıştı. Derdim, çok sevdiğim adamın bir yanlışa kurban gitmemesiydi Doktor
dedemin başka kısımlarına da ulaşması gerekirmiş de ben engelliyormuşum
havasına büründü. Canını sıkmıştım. Yatakla benim aramdan geçerken, bana tekme
atma isteğini göbeğiyle beni koltuğa doğru itme nezaketine indirgeyerek
halletti. Anladım ki, ısrarcı olursam, dedemin ölümüne üzülmekten çok doktorun
tecavüzüne uğrayacaktım. Çeklip, siyah boyaları dökülmüş, pasları yer yer
görünen demir kapının yanına dikildim. En azından kapıyı korur, ölüm havadisi
alacak bir odaya ıvır zıvır insancıkların girmesini engellerdim. Ne olursa
olsun, kendimi bir görev almadan rahatsız hissedecektim ve bazen, bu defa da
yaptığım gibi, aynı şeyi yaptım, kendi kendimi abuk sabuk bir görevle yükümlü
hale getirdim. E, açıkçası rahatlamıştım da...
Doktor, dedemin ölü bedeninin çevresinde epeyce dolaştı durdu. Kanımca,
zor, hem de epeyce zor bir görev üstlenmişti. Düşündüm de, yanılıp, gerçekte
ölmediği halde, öldü diye kağıda imzayı bassa, dedemin üzerine toprak yığılarak
ve boğularak ölmesine sebep olacaktı. Bu olasılık doktordan da çok beni
korkuttu, hatta ödümü patlattı. Bir insanın ölmeden mezara konması ve üstünü
yığınlayarak soluksuz bırakmak, ağır bir cinayet sayılırdı. Cebime
yerleştirdiğim aynayla doktordan sonra bir ölüm testi de ben yapmaya niyet
ettim. Ayna cebimde mi diye yokladım bir ara. Sonra çıkarıp elimde, öylesine
oynamaya başladım. Kenarında iğne ucuyla açılarak ilerleyen, küçük, çabuk
ayırdedilemeyecek özenle bir harf yazılmıştı. Evet küçücükk ama çok uğraşılarak
işlenmiş bir (z). Harfin ne olduğunu dedemin hatırasına da ihanet etmemek için
kimseye diyemedim. Çıkardığım gibi aynayı yerine tekrar yerleştirdim ve kapıda
üstlendiğim göreve döndüm.
Doktor herkesin olduğu kadar benim de sabrımı zorlayacak bir süre işine
devam etti. Dayanamadım, dedemin yanına kadar gidip, yataktan aşağı sarkan sol
elini elime aldım. Nabız aradım. Bildiğim tek şey de buydu. Bende başka bir
yöntem yoktu. Doktor başını kaldırıp beni, dedemin bileğinde nabız ararken
bulunca ailenin kalanlarına baktı ve sözlü olarak demese de net bir biçimde
alın şu hergeleyi başımdan demeye getirdi. Doktorca yapılan bu görevlendirmeyi
de ortaklaşa babama yükledi oradaki cemaat. Hakkımdan onun gelebileceğini
düşünmüşlerdi. Babam, dedeme hiç bakmadan, doktorla da göz göze gelmemeye
çalışarak yatağın yanına kadar sokuldu. Elimden dedemin kolunu kurtardı, kolumu
sıkarak, beni oradan alıp, yeniden demir kapının yanına dikti. Saçlarımı
okşayıp, dedesi ölmekte, ölmüş, ölüyor durumda olan bir toruna şefkat gösterir
edayla saçımı okşarcasına onları tutup çekti. Sanırım, yok eminim babam epeyce
kızmıştı. Ona ayndan ve dedemin son bir defa uzanmaya çalıştığı ışıktan söz
edecek zaman değildi. Kapıdaki görevimde sebat ettim.
Doktor, işini bitidikten sonra, elindeki çantasının kapağını açıp, dedeme
hiç dokundurmadığı aletleri de sırayla elden geçirerek içinde yerine koydu.
Herkes ağzından çıkacak o katlanılamaz sözcüğü bekliyordu. Adamın suratı önce
düştü, sandım ki bana kızgınlığı var ve sürüyor. Değildi, doktor, söyleyeceği
ölüm havadisine uygun bir mimik, bir surat arıyordu ama nafile. İyi bir poker
oyuncusuna benziyordu ve dedemin ölümü de adamı pek üzmediğinden çırpınıp
duruyordu. Sıradan bir haberi verircesine verecekti ve ona göre ölüm de, hele
ki; atmış yedisini görmüş bir dedenin ölümü çok da alışılmadık, zor bir
açıklama olmayacaktı.
Sonunda başını öne eğdi ve kısacık sözü söyledi. Maalesef... Hepsi buydu.
Doktoru yolcu etme görevi babama düştü, o gelene kadar herkesi susturup,
bildiğimi anlattım. Dedemin tüm ölümlerde olduğu gibi beyaz, parlak bir ışığı
gördüğünü, ona uzandığını ve o an öldüğünü, aslında ölümünü en önce benim bildiğimi
söyledim. Dayım da bir keresinde, bir trafik kazası esnasında aynı ışığı görmüş
ve dedem ışığın önüne geçip, dayımın sonsuzluğa yürümesini engellemiş. Hayatımı
kurtarmıştı babam, dedi dayım. Annem ağladı ama hıçkıra hıçkıra değildi. Kalkıp
dedemin başucundaki sandukayı açtı. Annenanemin fotoğrafını bulup çıkardı ve
dedemin kararmakta olan başının yanına bıraktı. Dedem ona dönüp bakmadı,
bakamazdı da biliyorum, ölmüştü. Ölmese de bakmazdı diye söylemek istemiştim.
Ölüm döşeğinde dedemi hiç bırakmayan hasta bakıcı kadın ayağa kalktı, dedemin
ayakucunda bekliyordu. Boynundan bir zinciri söktü. Az önce benim tuttuğum
bileğinden dedemin kolunu tutup usulca yatağa uzattı. Avcunun içine kolyeyi
yerleştirdi. Dedemin soğuyan
ellerini avcuyla sıktı ve çıkıp
gitti. Kapıdan çıkarken doktoru savuşturan babamla karşılaştılar, babam iki
gözünü kırptı. Kadın da babama teşekkür etti.
Hasta bakıcı kadının ardından seyirttim. Her dedemi görmeye geldiğimde bana
ufak tefek de olsa armağanlar vermeyi severdi. Dedemi görmek için heves etmemin
bir nedeni de belki kadının hasta bakıcılıktan çok, dedem kadar bana da
şefkatle yaklaşmasıydı.
“Zahide teyze...” dedim, elimi cebime attım.
“Gördüm,” dedi. Elimi cebimden çıkarmama izin vermedi.
“Sen saklar mısın?”
“Olur,” dediğimi sanıyorum. Ya da ona benzer başımla işaret...
Annem son demlerinde dedemin hiç unutamadığı aşkını çağırdığı için babamı
hiç affetmedi. Ben hasta bakıcıların gerçek hasta bakıcılar olduğuna bir daha
hiç inanmadım. Kim ki yatağında ölür ve ayak ucunda bir hasta bakıcı, içine
içine ağlamaktadır, bildim ki o eski sevgilidir.
Dedem sol elini, son saniyesinde, bütün gücüyle kendine yaklaşmakta olan
ışığa doğru kaldırmamıştı. Yatağın ayak ucunda Zahide olduğunu biliyordu. Ona
dokunamadan gitti.
MUSTAFA DOĞAN
(ölü şairin defteri)
(ölü şairin defteri)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder